DAYI, TEYZE, AMCAOĞLU GİBİ AKRABAMIZLA
AİLECEK OTURABİLİR MİYİZ?
Kadınların süslerini, dolayısıyla süs
yerlerini, yani; el, kol, yüz, kulak, saç, boyun ve bacaklarını kime
gösterip kime gösteremeyecekleri Kur'ân'ı Kerim Nûr Suresi 31. ayetinde
açıklanmıştır. Buna göre kadın, sayılan yerleri
açıkken dahi ayette adı geçen erkeklerin yanında oturabilir,
konuşabilir. Mezkûr ayette amca ve dayının sayılmaması
dikkat çekicidir. Halbuki onların da mahrem oluşu Nisa Suresi 23.
ayette zikredilmektedir. Diğer yönden kadının zinet yerlerini
sayılan kimselere, mahrem (nikahı kendisine ebediyyen haram)
oldukları için gösterebildiği de bir gerçektir. Öyleyse amca ve
dayı da mahremdir ve öyleyse onlara da gösterebildiği de bir gerçektir.
Cumhurun görüşü budur. (Kurtubî, XN/233) Ama yine de bu ayette
sayılmamaları anlamlı olmalıdır. Müfessirler bunu
irdelemiş ve çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bu konuda en
makul olan izah şudur: Ayette sayılan erkeklere kadının
zinet yerleririni göstermesi caiz olmakla beraber, bu konuda hepsi eşit
değildir. Bu yüzden en önce kocası zikredilmiştir ki, ona her
yerini gösterebilir. Ondan sonra kadınlarının kendi
babaları, sonra da kocalarının babaları sayılır
ki, bunların ikisi arasında da fark vardır. Çünkü insanın
fıtratı akraba ve hısım olarak kendine en yakın olana
en az cinsel ilgi duyacak şekilde ayarlanmıştır. Bu izaha
göre amca ve dayı "mahrem" olmakla beraber, sanki mahremlik
hududunun sonunda yer almakta ve kadının onların yanında
bir derece daha dikkatli olması istenmektedir. Buna: "Amca, baba
makamında sayıldığından"(Aclûni, Kesfu'1-Hafâda
"Amca, babadır (vâlid)" hadisini Sahid b. Mansûr'un mürsel
olarak zikrettiğini söyler. meşhur olan "Amca pederdir
(eb)" hadisidir., der. N/90 (1770); Yakın anlamda hadisler için bk.
Müslim, Zekat N; Tirmizî, Menâkib 28; 28; Kurtubî, agy.), dayı da amca
gibi olduğundan zikredilmelerine gerek kalmamıştır.
Binanaleyh, zinetini gösterme konusunda babadan farkları yoktur, diye de
cevap verilebilir. Ama Tabiîn Müfessirlerinden Sa'bî ve Ikrime'nin amca ve dayıyı
mahrem saymamaları da birinci görüşü destekler. Onlara göre amca ve
dayı ayette zikredilmemiştir, çünkü onlar kendi oğulları
mesabesindedirler.(Kurtubî, agy.) Bunu böylece tesbit ettikten sonra
bilinmelidir ki, müslümanlardan istenen şey kadınlarının
zinetlerini bu ayette sayılanların dışındakilere
göstermemeleridir. Şimdi sorunuza dönersek; amcaoğlu kadın için
mahrem sayılmadığından zinetlerini onun yanında
açamayacağı anlaşılır. Ama zinetlerini,
dolayısı ile zinet yerlerini, ayet ve hadislerin istediği
ölçüler içerisinde ve özellikle de el-Ahzâb 59. (cilbâb ayeti) gereği
kapadıktan sonra, kadınların, erkeklerin yanında, halvet de
değillerse, oturamayacaklarını söyleyen bir nas yoktur. Ama bu
yine de kötü duygulara sebep olmuyorsa kaydına bağlanmış, heryönüyle
cazip ve latîf bir varlık olan kadında, koku, teberrüc (süs) vb.
bulunmaması şartıyla caiz görülmüştür. Bunların
yanında ayetle tesbit edilen çok önemli bir nokta da, kadının
sesiyle dahi dikkat çekecek tavır almasının, nazu-nesve ile,
kadınsı kadınsı, kırıla-döküle
konuşmasının dahi mahremi olmayanlar yanında haram
olmasıdır. Çünkü böyle bir ses hasta kalpleri tahrik edebilir.
(el-Ahzâb 32). Bütün bunlara riayet edildikten sonra kadının,
yanında yakınları varken, yabancılarla aynı sofrada
yemek dahi yiyebileceğine fetva verilmiştir. Ancak buna gerek olup
olmadığı ayrı bir konu olduğu gibi, takvaya uygun olan
da elbette, tabiîliği aşmayan "haremlikselamlık"
uygulamasıdır, denebilir.
1. Günümüzde insanlar, fakirlik gibi ekonomik gerekçelerle
çocuk sahibi olmaktan alıkonulmak isteniyor. Dinimiz açısından
biz bu konûya nasıl yaklaşabiliriz?
Önce son cümlenizden başlamama izin verin lütfen.
Bizim zaten "dinimiz açısından" başka bir
açımız yoktur. İslamın
kapsamlılığını iyi kavrarsak, bu açının
herşeye bakılabilecek kadar geniş olduğunu görürüz. Aksi,
çifte standardın doğmasına sebep olur ki, bunun da ne demek
olduğu açıktır. Şimdi sorunun esasına gelelim: Ali
Efendimizin "batıl için söylenmiş hak bir söz" diye bir
ifadesi vardır. Yani doğru olan bir hüküm, bâtılı ve
yanlışı desteklemek için de söylenmiş olabilir. Batı,
kendi doğal kaynaklarını bitirmek üzere. Yüzyıllardır
.sömürmekte olduğu doğuya uzanan hortumları, çogalan nüfus
sebebiyle kesilme tehlikesiyle karşı karşıya gelince,
doğudaki nüfus artışını önlemek istiyor. Özellikle
Türkiye için bir başka sebep de, yarın Avrupa Topluluğunda
temsilcilerin nüfusa göre tesbit edileceği gerçeği. Onlar kendi
içlerinde nüfusu çoğaltıcı tedbirler alıyor, bir yönden de
on milyonlarca insanı bir anda öldürebilecek nükler silâhlar
geliştiriyorlar, sonra da "biz gelecekte insanları açlıktan
öleceğinden korkuyoruz" diyerek, bizdeki ağızlarıyla
nüfus planlaması edebiyatı yaptırıyor ve aç
insanımıza prezervatif dağıtıyorlar. Bize de "Islâm
şöyle demiş, böyle demiş" dedirtilerek buna çanak
tutuluyor. Tıpkı, plajların haram yönleri söz konusu edilmeden,
"denize girmek orucu bozar mı" diye sorulduğu gibi.
Halbuki, doğum kontrolü câiz olsa dahî, böyle bir durumda: "Islâmda,
aslında caîz olan bir şeyi Islâm düşmanları istismar etmeye
kalkarlarsa ne yapmak gerekir?" diye sormalıdır. Şimdi bu
noktayı hep göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki: Islâm fıtrat
dinidir. Fıtrat, kadını erkeğe, erkeği kadına
çeker. Birleşmelerinin zorunlu sonucu ise, neslin türemesidir.
Dolayısıyla tabii ve fitrî bir olguyu genel anlamda engellemek
(devlet politikası olarak demek istiyorum) insâni ;ve Islâmî
değildir. Rızkın kısalacağı korkusunun
şeytandan kaynaklandığını, Allah'ın her
canlının rızkını vereceğini Kur'ân-ı Kerîm
haber verir. Bu konuda çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler vardır.
Işin fert düzeyinde olması ise ayrı bir konudur.
2. Doğum kontrol metodlarını ve
bunların fıkhî hükûmlerini tek tek ele almadan, genel olarak
"çocuk sahibi olmamaya çalışmanın" hükmünü sorabilir
miyiz?
Dediğimiz gibi Islâm fıtrat dinidir. Bu
noktayı her halükârda göz önünde bulundurmak gerekir. Fıtrîliğin
tabiî sonucu çocukların doğmasıdır ve fıtrata
(doğal oluşa) müdahale ise hoş karşılanmamış,
ancak "kimse çocuk yapmâyı engelleyici davranışlarda
bulunmayacak" diye de tenbih edilmemiş, hatta.
"azıl"e, hoş görünmese dahi, müsaade edilmiştir.
Azılde aslolan korunmadır. Dolayısıyla bunun su ya da bu
yöntemle olması, tıbbî sakınca ve başka haramlar
içermedikçe, birşey değiştirmez. Yani onlar da azıl
gibidirler. Ancak bu fertler için söylenebilecek bir olaydır. Bir
"azîmet" (yani zor olmakla birlikte işin en iyisi, en uygunu)
değil, bir "ruhsat" (yani bir tolerans, zayıflara bir
izin)tır. Korunmanın hiçbir şekli zararsız değildir.
Bu bile tek başına onun hoş bir şey
olmâdığını gösterir. Hattâ materyalist bir tıp
doktorunun şu ifadeleri ilginçtir. "Çocuk olmaması yolunda
alınan tedbirlerin hemen hiçbiri tehlikesiz değil gibidir. Herhalde
bu, çocuk istemeyenlerden tabiatın öç almasıdır." Bu yüzden
fıkıhçıların bazıları; meşru bir mazeret
olmaksızın korunmanın, yani doğum kontrolününün câiz
görülemeyeceği kanaatindedirler. Mazeretler arasında da "salt aç
kalma endişesi" bulunmamaktadır. Ancak dediğimiz gibi,
mazeret olmaksızın korunmanın, hoş olmamakla birlikte, câiz
olduğunu söyleyenler de vardır.
3. Kullanılan metodlardan ikisi de spiral gibi rahim
içi âletler ve haplar. Bunların zararlı yönlerinin bulunduğunu
da düşünürsek, fıkhî hükümleri ne olabilir?
Bunların birer korunma yöntemi olmaları
açısından bir önceki soruda söylediklerimizi tekrarlamış
olalım. Tıbben zararlı oluşları, Islâmi açıdan en
azından teşvik edilen ve "lekesiz helâl ve hoş" bir
şey olmadıklarını gösterir. Çünkü hakkında nas olmayan
konularda islâm "âdil tıb"bı hakem sayar. Ancak hoş
olmasalar dahî, açıkça haram ilan
kılınmamışlardır. Hatta Ibn Âbidîn: "Kocanın
izni ile kadının, rahminin ağzını kapatma
hakkıvardır" diye bir ifade nâkleder ki bu, spiralden başka
bir şey değildir. Ancak bir mazeret olmadan spiral taktırmak
için kadın, avretini bir başka kadına dahî gösteremez.
4. Azlin hükmü nedir?
Genellikle câiz görülmüştür: Mazeret olmadan câiz
olmaz diyenler de vardır. Ancak câiz diyenler de bir ruhsat olduğunu,
iyi olanın azıl dahi yapmamak olduğunu ve kadının izni
olmazsa câiz olmayacağını da kabul ederler.
5. Sözünü ettiğiniz mazeretler, ya da doğum
kontrolünü câiz kılan haller nelerdir?
Özet olarak söylersek: Kadın emzikli olup yeniden
hamile kalmasıyla bebeğine zarar gelecekse, ortam kesinlikle edepli
bir çocuğun yetiştirilemeyeceği kadar bozuksa, hamile
kalması tıbben sakıncalı görülürse, hattâ Gazâli'ye göre
erkek; eşinin formasyonunun ve güzelliğinin bozulmasından
endişe ederse, helâl olan korunma yolları uygulayabilir. Ama bu
sonuncusunu herhalde sadece kadına düşkün ve bu yüzden fitneye
düsebilecek erkekler için söylemek gerekir.
Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Aile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa'da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.
Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu'l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, "İslâm'da Aile Planlaması", A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178).
İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinayet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:
1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.
2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.
3. İstenmeyen gebelikler.
4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.
5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.
6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.
7. Cariyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)
8. Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri.
9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.
Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:
1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.
2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde,
kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde
cima yapılması gerekmektedir.
3. Ağızdan alınan
ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.
4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS'e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.
5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.
6. Kürtaj.
7. Kısırlaştırma. 8. Lavaj. 9. Laparoskopi.
Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.
Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk. sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.
İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, caiz, mübah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de caiz görmüşlerdir. (İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)
Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur'ân-ı Kerim'de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O'nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. (bk. Azl mad.) Bu sebeple azli, cumhur, mübah olarak görmüştür. Azli mübah görenler onu, zarûrî hallerde caiz bulmuşlardır. Azle karşı olan alimler ise, ashabın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber'in azle karşı olduğunu, Peygamber'in azl konusunda soru soranlara "isterseniz yapmayın" demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulema da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, "Azl, nikâhı terketmek gibidir" der. (Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.) Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, ailelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü'l-harb'te caiz olacağını belirtir. İmam Nevevî de, azli ved'e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir. Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm'la bağdaşmadığını savunur. O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûret(erde tedbir alınabileceğini söylemektedir. (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967) O, fakirlikten dolayı ailelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak İsrâ Sûresinin "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır. "(el-İsrâ, 17/31) âyetini getirir ve En'âm Sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolün,ün İslam'ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960'da başkan Ömer Nasuhi Bilmen'in uygun bulmasıyla "ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemanın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemaca caiz görüldüğünü" savunmuştur. Çeşitli fetvalarda, ulema, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da caiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber'in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah'ın dilediği her canlının kıyamete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh, 42; Müslîm, Nikâh, 1438; Neseî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti'l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm uleması, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, ailenin esas amacıdır. Allah, "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın." buyurur. (el-Bakara, 2/223; Ebû'l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû'l-Kur'ân, İstanbul 1986, I, 151) Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk'tır. İnsan, Allah'ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah'ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz (en-Nisâ, 4/119). Ancak Allah dilediğini kısır kılar. (Şûrâ, 42/49-50) Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allahü Teâlâ'nın Nisâ sûresinde "Aralarında adalet yapamamaktan korkarsanız. bir kadınla yetininiz" şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, aile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.
İslâm Peygamberi (s.a.s.),
ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla
evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman
olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir. (İbn Mâce, I, 592).
Doğum, bebeğin dünyaya
gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere
herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede
bu evreyi geçirir. (Lokman, 31/14)
Hz. Peygamber sevdiklerine "mal ve evlad bolluğu" için dua ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, "....O'nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur. " (Fussilet, 41/47) şeklindeki ilâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah'ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. " (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır.) Evlenme, bir ibadet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.
Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir." (el-Bakara, 2/233) şeklindeki Kur'ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek ailenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu ailelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adalet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.
Sonuç olarak, "Allah'ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?" diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, "tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu" tarzında hüküm verilsin; veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm'da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında caizdir veya değildir gibi ictihad edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, aile fertleridir.
DOĞUMUNUN TEHLİKELİ OLMASI GİBİ
BİR DURUMDA ANNE KÜRTAJ YAPTIRABİLİR Mİ?
Cenine ruh üflendikten sonra (yüzyirmi gün) kürtaj ya da
düşük yapma annenin hayat tehlikesi dışında hiçbir sebeple
câiz değildir. Hayat tehlikesini de ancak âdil (yani Islâmi her
şeyiyle düstûr seçmis ve farz ibadetlerini yapan) bir doktor tesbit
edebilir. Ruh üfleninceye kadar ise kürtaj ve düşürmenin sebepsiz yere
yapılması yine haramdır, ya da bazılarına göre
mekruhtur. Sebep varken yapılmasm ise bazı âlimler câiz
görmüşlerdir. Ortamın bozuk olup çocuğun Islâm terbiyesiyle
yetiştirilememe ciddi endişesi ve gebeliğin, emzirmekte olan
kadının sütüne zarar vermesi bu tür sebeplerden
sayılmıştır. Doğumun zor olması, hayatî tehlikeye
dönüşmedikçe, kürtaj ve düşürme için bir sebep sayılamaz.
Becerikli ebeler doğumu belli ölçüde kolaylaştırabilirler.
Zaman zaman olacak buluşmalarda haram bir davranışta
bulunmuş olmamak için nişanla beraber dinî nikâh da yaptırmak
istiyoruz. Bunun hükmü nedir? Ya da tavsiye olunur mu?
Bilindiği gibi Islâm'da nikâh; "evlendim",
"kabul et- tim", gibi icab ve kabul ile kolayca oluşan bir
akiddir. Akid oluştuktan sonra da her türlü hukukî sonucu sabit olur.
Düğün öncesi nikâha bu açıdan baktığımızda
şunları söyleyebiliriz: Öncelikle bu, İslamın ne tavsiye
ettiği ne de saf dönemlerinde uyguladığı bir
tatbikattır.
Böyle bir uygulamaya götüren sebeplerin ekonomik, sosyolojik
ve psikolojik yönleri vardır. Söz ya da nişanın
yapıldığında kızın emsali kadar çeyiz
dizememiş olması ile, bunu tamamlamak için süre kazanmak istemesi
ekonomik, çeyizi az olanları çevrenin kınamasından çok, çok
olanları takdir etmesi sosyal, kızın çeyizde huzur arayıp
emsalinden az çeyizle evlenmesi halide aşağılık
duyması da psikolojik etkendir. .
Bu tür bir uygulamanın peşinden getirecegi
sonuçlara gelince: Kadın şer'an erkeğin tam anlamıyla
karısıdır ve daha önce de söylediğimiz gibi
karşılıklı olarak, nikâh akdinden doğacak her türlü
hakka sahip ve vazife ile mükelleftirler. Erkeğin, yatağına
davet etmesi halinde kadının bunu, ebeveyninin izin vermemesi
bahânesiyle terketmesi mümkün değildir. Aksi halde kocalık hukukuna
saygısızlık (nüsûz) etmiş olacaktır. Çünkü ebeveyninin
bunu artık reddetme yetkisi yoktur. Bu akitle birlikte kadının
nafakası (yeme-içme, giyme ve mesken) erkeğin
omuzlarındadır ve kadının bunu istemek hakkıdır.
Vermese erkek, hukuku çiğnemiş, verse bir yarara (istimta'a) sahip olmadan
vermiş olur. Buluşmaları ve çok uzak olmayan ihtimalle zevciyyet
ilişkisinde bulunmaları halinde sonuç, çok daha kötü olabilir.
Kadın şer'an erkeğin nikâhlısıdır. Bu durumda
azımsanmayacak oranlarda vuku bulan ayrılma ihtimalinde, ayrılma
isteği ya da sebebi erkekten ise, bugünkü kanunlara göre kadın hiçbir
hak iddia edemeyecek ve bu durum onun, hayatı boyunca sürecek bir
maduriyetine sebep olacaktır. Islâmî müeyyidelerin bulunmamasından
yararlanan (!) erkek ise, bir yönden hukuku çiğnemiş ve büyük bir
günah işlemiş olacak, diğer yönden, yaptığı
yanına kâr kalacaktır. Ayrıca "duhulle" kanunî bir hak
halini alan mihrini de, zorlayıcı bir kanun
bulunmadığından, kadına vermemekle, onu ikinci bir
maduriyete uğratacaktır. Aslında imanı tam bir erkek, bu
şartlar altında da bunları yapamaz, ancak dinî gayreti bu
konulardâ kendisine engel olabilecek erkek henüz çok azdır. Ayrılma
isteği ya da sebebi kadından gelmişse ve erkek de bunu
istemiyorsa, bu defa da yürürlükteki kanunlardan yararlanma yoluna kadın
gidecek ve henüz resmen nikâhsız olduklarından, erkekle
hayatlarını birleştirmeyi kabul etmeyebilecek ve bir yönüyle bu
defa da erkek gadre ugrayacak; diğer yönüyle de kadın
cezalandırma yoluna gidecek, onu boşamayacak ve kadın buna
rağmen başkası ile evlenmesi halinde, şer'an ömür boyu zina
hayatı yaşamış olacaktır. Konunun bir başka yönü:
Bu uygulama ile; belirli gayelere hizmet eden yayın organları ve
çevreler tarafından ısrarla propagandası yapılıp
teşvik edilen, evlilik öncesi flörte, şer'î bir kılıf uydurulmuş
olacaktır.
Peki ne yapmak gerekir? Önce bu uygulamanın
sebeplerine inilmeli ve bunların Islâmî olmadığı
görülmelidir. Rasûlullah Efendimiz tarafından "En hayırlı
evlilik" diye nitelendirilen, külfeti en az evlilik gündeme getirilmeli ve
özellikle doğuda ve hasseten de Erzurum ve çevresinde uygulanan ve
damadın artık ömür boyu belini doğrultamamasına sebep olan
ağırlıklı düğünlerin gayr-i Islâmî ve ilkel
olduğu vurgulanarak anlatılmalıdır. Bu, meselenin ekonomik
sebebinin çaresidir. Bu şekilde, külfetli düğün yapan aileler
kınanmak ve kızları için de, damatları için de, veliler
için de hayırlı bir iş yapmadıkları takbîh ile
kendilerine duyurulmalıdır. Bu da sosyolojik sebebin çarelerindendir.
Müslümanca yaşamak isteyen aileler kızlarını Islâmi
kültürle yetiştirmeli ve tam bir şahsiyet kazandırarak
onları çeyizi ve mobilyası çok olan hemcinslerine karşı
aşağılık duyacak seviyeden kurtarmalı, tığla
atılan milyonlarca ilmek ve buna dökülen göz nuru yerine, bu yolda
harcanan yüzbinlerce parayla yapabilecekleri ve bu ilmeklere verilen
zamanın onda biri ile iki dünyalarına yetecek kadar kültür elde
edebilecekleri, yani kitap okuyabilecekleri, kalan zamanlarını da
daha hayırlı işlerde kullanabilecekleri kendilerine anlatılmalıdır.
Oğlan velileri böyle kızlâr aramalı, kız velileri de bu
şuur düzeyinde oğlanlar bulmalıdırlar. Bu ise, meselenin
psikolojik sebebinin çaresidir. Ancak çevre faktörünün bunda tesirli
olduğu ve köylerde ya da muhafazakâr çevrelerde bu uygulamanın
sonuçlarının, böyle olmayan yerlerde ve şehirlerdeki kadar menfi
olmayacağı da kabul edilmelidir. Her şeye rağmen böyle bir
uygulamaya gidiliyorsa, şer'î nîkahla beraber resmî nîkâhın
yaptırılması da tavsiye edilebilir. Böylece şer'î
müeyyidelerin bulunmadığı bir ortamda, şer'î olmayan
yollarla da olsa kuvvet dengesi sağlanmış olacaktır. Bu
marazı belirti için kısmı tesir gösterecek bir çareden daha söz
edilebilir. Eskiden olduğu gibi evlenemeyecek çiftlere maddi yardım
sağlayan vakıflar kurmalı ve evlilik için çeyiz gibi bir
problemin kafalarda artık problem olmaktan çıkmasını
sağlamâ yoluna gidilmelidir, gidilebilir.
DÜĞÜNDE AŞIRIYA KAÇMADAN OYUN OYNAMAK CÂİZ
MİDİR?
Rasûlullah Efendimiz, nikâhın duyurulması için
def çalınmasını öğütlemiştir.(Tirmzî, nikâh 6)
Sahabeden: "Allah Rasûlü bize düğünde oyuna izin verdi"
dedikleri nakledilmiştir.(Nasâî, nikâh 80) Muhammed b. Hâtip el-Cumahî :
Allah Rasûlü (Dügünde) helâlla haramın arasm ayıran şey, def
çalmak ve ses çıkarmak (agit dökmek)tir" buyurdu. (Tirmizî, nikâh 6;
Nesaî, nikâh 72; Ibn Mâdce, nikâh 20; Müsned NI/418) diye rivayet
etmiştir. Allah Rasûlü düğününde Rubayyi'nin evine gitmiş ve def
çalıp türkü söyleyen câriyelere, buna devam etmelerini söylemiştir.
(Buhârî, nikâh 48) Bir bayram günü Hz. Aişe'nin yanında def
çalıp türkü söyleyen iki cariyeye"Bırakın, bugün
bayramdır" diye müsaade etmiştir.
(Müslim, îdeyn 16; Müsned VI/33, 84, 99, 359, 360) Bütün
bunları göz önünde bulunduran fıkıhcılar düğünlerde ve
bayramlarda, kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi
aralarında, haram sözler söylemeden ve haram şeyler yapmadan def
çalıp, türkü söyleyip; oynaya bileceklerini ve eglenebileceklerini
söylemişlerdir.(195 Bk. Aynî XX/135-136; Ibn Âbidîn, Fetâvâ N/298-99;
Sevkânî, Neyl VI/210-213 DihIevî, Huccetullah N/192) Ancak; sağ olan bir
kadın tasvir, içki ve meyhaneleri övme, müslümanı yerme
anlamını taşıyan türküler, yanık nazımlar,
(Davudoğlu V/26-36) kadınların da erkekleri tasvir etmesi,
kadın kadına, erkek erkeğe de olsa, cinsel duyguları tahrik
eden, haramları güzel gösteren sözler ve hareketler, hemcinsine
karşı da olsa mahremlik kurallarına riayetsizlik, dans ve
oryantal gibi hemcinsine karşı ilgi uyandıran
davranışlar haramdır. Fakat Rasûlüllah Efendimiz'in şu
sözlerini de bu bağlamda göz önünde bulundurmak gerekir: "Üçü hariç,
müslümanın her türlü eglencesi haramdır: Hanımıyla
oynaşması, atnı eğitmesi ve atış
yapması" (197 ibn Âbidîn VI/395; krs. Tirmizî, fedailü'I-cihad 11;
ibn Mace, cihad 19; Dârimî cihad 14; Müsned IV/144,148.) "Melekler
atıcılıktan başka hiçbir eğlencede hazır bulunmazlar"
(198 ibn Âbidîn, VI/404.) "Allah'a tâattan alıkoyan her eğlence
batıldır" (199 Buhârî, Isti'zân 52) Bunlar elbette daha önce
verdiğimiz hadîslerin geçersiz olduğunu anlatmaz. Bunlar genel
durumu, diğerleri ise düğün ve bayramlara ait özel durumu
anlatırlar.
İslam dininde düğün gibi şenlikler için
erkeklerin ve kadınların ayrı ayrı olmak şartıyla
kendi aralarında İslam'ın yasaklamadığı
şarkı, türkü ve şiir söyleyip oynamalarında bir
sakınca yoktur. Hazreti Aişe (ra) şöyle anlatıyor:
"Benim yanımda iki cariye şarkı
söylerken Ebu Bekir (ra) eve girdi. "Resulüllah'ın evinde şeytan
çalgısı olur mu?" diyerek kızdı. Bunun üzerine Allah'ın
Resulü buyurdu ki: "Onları bırak, bu günler bayramdır."
Peygamber (sav) bir hadiste de şöyle buyurur:
"Nikahı ilan edip onun için def
çalınız."
Başka bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Şiir normal söz gibidir. İyisi iyi,
çirkini çirkindir" (el-Mühezzeb).
Şarkı tanbur ve du gibi çalgılarla beraber
veya fahiş ve gayr-i ahlaki olursa haramdır.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da
müslümanların "en güzel örneği" (üs ve hasene) olan
Rasûlüllah'ın (s.a.s.) evliliklerine baktığımız zaman,
evlenme, ya da düğün veya zifâf(binâ) için bir gün ya da ay
gözetilmediğini, işin son derece tabiî seyrine ve şartların
elvermesine bırakıldığını, şu gün ya da
filân ay yapın, diye bir tavsiyenin bulunmadığını
görürüz. Meselâ Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.); Ümmü'I-Mü'minîn Meymûne
vâlidemizle Hicretin yedinci yılında kazâ umresini bitirdiği
Zilkâde ayında(Zehebi, siyer N/239) evlendiler. Ümmü Seleme vâlidemizle
Şevval ayında nikâhlandı ve Şevval ayında zifâfa
girdiler.(Ibn Mâce, nikâh 53; Ibn Sâd VNI/86-87) Zeyneb bt. Huzeyme ile
Hicretten otuzbir ay sonra evlendiği, onunla sekizay kadar beraber
yaşayıp, evlendikten sekizay sonra ve Rabîul-âhir'in sonunda vefat
ettiği rivâyetine(Kaynaklar için bk. Ebu'nnur, Menhec 253)
bakılırsa" Ramazan'ın başları, ya da daha büyük
bir ihtimalle Şaban'ın sonlarında evlenmiş olmaları
gerekir. Sevde bt. Zem'a ile Sevvâl'de evlendikleri rivâyeti
vardır.(Ebunnûr, age 102) Âise validemizle evliliklerini ondan gelen sahîh
rivâyetle bilmekteyiz. O diyor ki: "Rasulüllah (s.a.s.) benimle Sevval'de
nikâhlandı ve yine Sevvâl'de zifafa girdi. Artık Rasûlüllah'ın
hanımlarından hangisi onun katında benden daha bahtlı
olabilir?"(Müslim, nikâh 73; Tirmizî, nikâh l0; Nesâî, nikâh l8, 77; Ibn
Mâce, Nikâh 53; Dârimî, nikâh 28; Müsned VI/ 54, 206) Bu ifâdede nikâhın
Şevvâl ayında olması faziletli gösteriliyor gibidir.Hattâ Urve
der ki: Âişe, akrabası olan kadınları Şevvâl'de zifâfa
girdirmeyi severdi.( agy.) Ama bu, bunun vâcip, hattâ sünnet olduğunu
göstermez. Çünkü, görüldüğü üzere, Rasulüllah'ın (s.a.s.) başka
uygulamaları da vardır. O da bunu sırf Rasûlüllah'ın
(s.a.s.) kendisiyle olan evliliğine uyulmuş olacağı için
hoş görüyordu. Yoksa -Allahu a'lem- Şevvâlde evlenmek eşler
arasında sevgi ve muhabbet doğurur gibi bir inanca sahip
olduğundan ötürü değil. (Ahmet el-Bennâ, el-Fethurrabbânî XVI/214 )
Bunun bir sebebi de câhiliyyet âdetlerini yıkmış olmak
olabilir. "Fil-vâkî câhiliyet devrinde Araplar Şevvâl ayında
evlenmeyi kerih görürlerdi. Bu gün dahî bazı câhiller, iki bayram
arasında nikâh olmaz, diyerek bu âdeti yaşatmak isterler. Aksine bu
hadîs-i şerîf, Şevvâl'de evlenmenin ve Şevvâl'de zifâfa girmenin
müstehâp olduğuna delildir."(Davudoğlu, VN/269) Düğün günü
ve ziyâfet süresi konusu da aynen böyledir. Yani Rasulüllah'tan (s.a.s.) filân
gün, ya da şu kadar süre düğün yapın, ziyâfet (velîme) verin
diye bir şey bilmemekteyiz. Kendi evliliklerine baktığımızda
da, bu gün münasip değil, filân günü bekleyelim, dediği, ya da
evliliği söz konusu olduğunda, bu gün günlerden nedir, diye
sorduğu bilinmemektedir. Aksine bu bir ihtiyaçsa, ihtiyaçların
günlerle ya da aylarla ilgisi yoktur. Varolmaları ve varoldukları an
önemlidir: Efendimiz'in, Zeynep bt. Cahş'la evlendiklerinde bir gün ve bir
defa(bk. Müslim, nikâh 15. bab) Safiyye bt. Huyey ile evlendiklerinde ise üç
gün "velîme" verdiği(Buhâri VN/388) rivâyetleri sahihtir. Buhârî
Rasûlüllah'ın "velîme" için bir, ya da iki gün diye bir şey
belirtmediğini söyler.( BuhârîIX/198; Ancak zayıf bir hadîste:
"Velime birinci gün bir hak ikinci gün bir marûf (iyi bir
davranış), üçüncü gün ise gösteriş ve riyâdır'
buyurulmuştnr. (Ahmed, Ebû Dâvud ve Nesâî'den, Suyûtî el-Câmius-sağîr,
Feyz ile, VI/378)) Buna göre dügün süresi de şartlara ve örfe göre
değişebilecek bir durumdur.
Kürtaj, ana rahmindeki
"cenin"* in herhangi bir dış etkiyle düşmesi. Bu,
kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku,
yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur.
Tıpta kullanılan
"kürtaj" terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar
olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.
Kürtaj, istenmeyen gebeliği
sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı
yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre
kürtajın iki temel sebebi vardır:
1- Gayr-i meşrû gebelikler,
2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya
düşüreceği sanılan hususlar.
1- İslâm'ı yaşama
biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zina ve zinaya götüren bütün
ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi,
onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zina
ve fuhuş olmaz. Gayrîmeşru ilişki sonucu meydana gelen gebelikte
çocuğun organları teşekkül ettikten sonra
aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır.
İslâm'a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm,
zina edenlerin cezasını çekerek tövbe etmeleridir.
2- Geleceğe ait
düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir
şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını
bilemez. "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu
beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir
değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da
aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin
rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan,
tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve
geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve
çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam
karşılığı verilecektir. " (en-Necm, 53/39-41)
"Kim Allah'tan
korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu
ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a
güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için
bir ölçü (bir sınır) koymuştur." (Talâk, 65/2-3)
Bir ülkenin hammadde
kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı,
materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları
bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı,
insanların emeklerinin karşılığını
aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke
kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine
yer yoktur.
"Aile plânlaması",
adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere
empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının
önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir:
Basın-yayın yoluyla yapılan "aile plânlaması"
hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan
genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan
bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı
çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak
düşürmektedir.
Nüfus artışını
önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan
Batı ülkeleri tarafından Türkiye'ye parasız (yardım!)
olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Aile
plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı
kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı
kuruluşun "Türkiye Aile Sağlığı ve Plânlama
Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye'nin
çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler,
sağlık ocakları ve sağlık evleri
açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.
İlaç kullanarak, rahimde
hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir
çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu
aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur,
haramdır. Bu bir cinayet sayılır. Ananın veya süt emen diğer
çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül
etmeden çocuğu aldırmak caizdir: "Emzikli bir kadında,
gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye
düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik
yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir.
Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz" (Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi,
XII, 126)
İslâm'da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (el-İsrâ, 17/31)
"De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti." (el-En'âm, 6/151).
Cahiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur'ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezasız kalmayacağını. bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye " (el-Tekvir, 81/8-9) mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimize: "Mü'min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri hususunda... " ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.
Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır. " (Hûd, 11/6)
Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)
şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü'ne sordum: Hangi günah daha
büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde
Allah'a denk, ortak ve benzer koşman." Sonra hangisi? (dedim).
"Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla
çocuğunu öldürmen. " dedi. Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun
karısıyla zina etmen" buyurdu. (Buhârî-Müslîm, Celâl Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)
Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezalandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali (r.a.) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor. O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun." Hz. Ömer bu içtihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.
"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve ceza uygulanır."
Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz.
Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir.
Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezası gerekir.
Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah'tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "aile plânlaması yardımı (!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. (Ayr. bk. Doğum Kontrolü)
1- Organları
Belirgin Düşük
İslâm Hukukunda
"sakt" kelimesiyle anlatılan düşük sadece organları
belirmiş olan düşüktür. Ama bütün organların belirmiş
olması şart değildir. Saç ve tırnak gibi bazı
organlarının belirmesi, çocuk sayılması için yeterlidir.
Böylece bir kısım
organları belirmiş çocuğu düşen kadın, bununla lohusa
olur ve normal doğumla ilgili bütün hükümler onun için de geçerli olur.
Meselâ iddeti sona erer, çocuk düşmeden önce gördüğü kan âdet
kanı olmaz.
Organları
Belirsiz Düşük
Hiçbir organı belli olmayan
düşük, çocuk sayılmaz ve bununla çocuğa ait hükümler geçerli
olmaz.
Böyle bir düşükle gelen kan;
nisaba ulaşırsa, yani âdetin en az miktarı olan üç gün sürerse
ve öncesinde de bir tam temizlik geçmişse âdet kanıdır. Bu iki
şartları biz, ya da her ikisi eksikse hastalık kanıdır.
Organları
Belirgin Olup Olmadığı Bilinmeyen Düşük
Kadın, meselâ tuvalette
düşük yaptığı için, organlarının belirgin olup
olmadığını bilmemesi halinde; bu düşürme olayı
âdet günlerinin başlangıcına rastlamış ve bununla kan
devam etmişse: âdet günleri sayısınca namaz ve orucunu kesinkes
terkeder. Çünkü bu günlerinde ya âdetlidir ya da lohusadır. Sonra
yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre namazlarını
şüpheli bir şekilde kılar. Çünkü lohusa olma ihtimali de
vardır. Sonra âdeti kadar süre namazlarını yine kesinlik ifade
eder tarzda kılmaz. Çünkü yine ya lohusadır veya âdetlidır.
Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre -kırk günü
doldurmuşsa- kesin tarzda kılar, doldurmamışsa dolduracak
kadar sürede şüpheli bir şekilde, doldurduktan sonrakileride kesin
olarak kılar. Sonra bu minval üzere devam eder.
Eğer âdet günlerinden sonra
böyle bir düşük yapmışsa; bu düşük, temizlik günlerine
rastladığı için, temizlik âdeti kadar gün namazını
şüpheyle kılar. Sonra âdetine rastlayan günlerde kesin olarak
bırakır. Çünkü ya lohusadır ya da âdetlidır.
Bu son iki maddede anlatılan
meselede göz önünde bulundurulan şey, şüpheye yer vermemek ve
ihtiyatli olanla amel etmektir.
Lohusa İle
İlgili Hükümler
Daha önce âdetli ile
ilgili hükümler verilirken,
"Hem Adetliyi Hem de ,Lohusayı
İlgilendirenler" başlığı altında
anlatılan sekizmadde burada da var kabul edilip onlara
bakılmalıdır. Çünkü onlar aynı zamanda lohusaya ait
hükümlerdir.
Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir
sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir.
Özet Olarak Lohusalık
1. Lohusalık,
ağacın meyva vermesi gibi, kadının olğunluğunu,
en şerefli görev olan anneliğini ve
sağlıklılığını anlatan doğal bir haldir.
2. Lohusalığın
en azına sınır yoktur, en çoğu ise kırk gündür. Buna
göre doğumundan bir iki saat sonra kanı kesilen ve kırk gün
içerisinde bir daha akmayan kadın temizdir. İbadetini yapar, cinsel
ilişkide bulunabilir. Kırk günden sonra kan aksa da temiz
sayılır.
3. Doğum yapan
kadın birinci doğumunda kaç gün kan görmüşse o, onun lohusalık
âdeti olur. Ondan sonraki doğumda kırk günü aşacak şekilde
kan görürse, hesabını birinci âdetine göre yapar. Ancak ikinci
doğumda kırk günü aşmamak üzere, birinciden farklı gün
kadar kan görürse, bu âdet haline gelmiş ve âdeti değişmiş
sayılır.
4. Lohusa namaz
kılmaz, oruç tutmaz, Kui'ân okumaz, Mushafa dokunmaz, mescide girmez,
Kâbe'yi tavaf etmez, cima şeklinde cinsel ilişkide bulunmaz.
Kılmadığı namazı kaza etmez, ama
tutmadığı orucu sonra kaza eder.
5. Organları
belli düşük de çocuk sayılır ve anne onunla da lohusa olur.
6. Organları
belli olmayan düşük, âdet ya da hastalık sayılır, lohusa
sayılmaz.
7. Bir batından
birden çok doğumlarda, lohusalık birinci doğumdan itibaren
başlar.
Modern Tip ve Lohusalık
a) Gebelik ve
Lohusalık:
Gebelik yaşı, âdet
yaşıyla paralellik gösterir. Bir hanımın âdet gördüğü
her yaş içerisinde gebe kalma şansı vardır. Hattâ âdetten
kesildiği halde bir yıl içerisinde yine gebe kalan hanımlara
rastlanmaktadır.
Gebelik süresi 280 +/-10 gündür.
Ya da normal âdet gören hanımın son âdet tarihine yedi gün eklenilip,
üç ay geriye gidilerek hesap edilir. Çıkan tarihten ondört gün önce, ya da
sonra olabilir.
Örnek:
Son âdet tarihi: Yaklaşık doğum
tarihi:
5.4.1986 12.1.1987 +/-14 gün
26.12.1986 3.10.1987 +/-14 gün
Daha geç olabileceğini iddia edenler de vardır
ama bu geçersizdir. Bu hanımlarda geç yumurtlama olmuş ve bunlar geç
gebe kalmışlardır.
Gebeliğin yedinci aydan önce sonuçlanması
düşük olarak değerlendirilir.
Doğacak çocuğun cinsiyeti, gebelik süresini
etkilemez.
Gebe niçin âdet görmez diye sorulabilir: Gebelerdeki
homional sistemin çalışması çok farklıdır. Bunlarda
yumurtlama olmaz. Östrojen-progesteron hormonları her siklus
esnasında giderek artar ve âdet görürken en düşük seviyeye iner.
Gebelikte ise bu hormonlar gittikçe artar ve bunlara ek olarak koryonik
gonodotropin hormonu salgılanır. Uterus'un endometrium dokusu
gebeliğin oluşması ve devamı için
hazırlanmıştır, fakat dökülmemektedir. Bu nedenle âdet görülmez.Gebelik
sırasındaki kanamalar âdet kanaması değildir. Düşük
tehdidi kanamasıdır. Son aylarda olan kanamalar ise esin (plasenta)
yerleşme bozukluğunu veya erken ayrılmasını
düşündürür.Bazan gebe kalındıktan bir ay sonra hafif kanamalar
olabilir. Bu da kesinlikle âdet kanaması değildir. Bunu ispatlayan durum
ise, kanamadan hemen sonraki ilk onbeş günde yapılan gebelik testinin
olumlu olmasıdir.Gebeliğin kendine özgü psikolojisi ve bu konuda
dikkat edilmesi gereken noktalar vardır:Gebeliğin oluşması
ile birlikte anne vücudunda organık ve psikolojik birçok değişiklikler
olur. Bir taraftan anne olmanın mutluluğunu hissederken, diğer
taraftan da altına girmis olduğu sorumluluğun
dışarıdan göründügü kadar basit olmadığını
farkeder.
Gebeliğin ilk ve son üç ayı tehlikeli
aylardır. Anne adayı, hareketlerini dikkatle
ayarlamalıdır.Yine ilk üç ayda birçok gebede bulantı ve kusma
görülür. Bazan kusmalar kilo kaybettirecek kadar fazla olabilir, Bu devrede
kullanılabilecek ilaçların da oldukça sınırlı
olması, gebeye yardımı iyice azaltır. Bunun
dışında halsızlık,başdönmesi, vücudun
çeşitli bölgelerinde ağrılar (bas, bel, kemik ve kuyruk sokumu
gibi), ayaklara ani kramp girmeleri görülebilir.
Gebelerin ve süt veren annelerin beslenmesi oldukça
önemlidir. Özellikle vitamin, protein ve minerallerden zengin gıda
almaları gerekir.
Gebeler psikolojik açıdan da oldukça hassas bir
devreye girmişlerdir. Kısaca pireyi deve yapan bir tutum
içerisindedirler. Davranışları daha hoşgörü ile
karşılanmalı, doğum korkusu, anne olma korkusu ve her türlü
korku ve endişelerini giderecek şekilde samimi ve müşfik
olmalı, problemlerini sabırla, sükûnetle dinleyip gerekli
şekilde yardımcı olmalıdır.
Lohusalığa Gelince:
Doğumdan sonra gelen kanın özellikleri konusunda
şunlar söylenebilir:
Gebelikten önce rahim altmış-yetmiş gram
ağırlığında bir organdır. Gebelik sonunda bir
kilograma erişir. Bu gelişme rahimin endometrium tabakasında da
olmaktadır. Çünkü buraya bebeğin plasentasi (es) yapışarak
bebeğin beslenmesini sağlar. Doğumdan sonra es (plasenta)
ayrılınca uterus, açılan damarların ağızlarının
kapanması için derhal büzülmeye, sıkışmaya başlar.
İlk kanamalar bu esnada damardan gelen kandır. Bazı nedenlerle
bu sıkışma olayı olmazsa annenin hayatı ölümle
sonuçlanır. Uterusun devamlı kazılması ve endometriumun
beslenme hadisesinin olmaması nedeniyle; desidua denilen endometrium
dökülmeye başlar. Bu dökülen doku artıkları fibrin, serum, lenf
ve akyuvarlardan oluşmuş yara salgısıdır.
Başlangıçta koyu kırmızı
renktedir. Gün geçtikte rengi açılır. Nihayet kirli-beyaz
akıntı ile sonuçlanır. Lochia dediğimiz
akıntının gelmesi kişiden kişiye çok
farklıdır. Bir-iki haftadan birbuçuk aya kadar devam edebilir.
b) Gebe ve Lohusa Ile Cinsel İlişki:
Gebe ile cinsel ilişkide, ilk üç ayda, düşüklere
sebebiyet vermemek için, son iki ayda ise erken doğuma veya mikrop kapmaya
engel olmak için dikkatli davranmak gerekir. Şayet kanama ve sanci gibi
şikâyetler oluyorsa kesinlikle münasebette bulunmamalıdır.
Doğumdan sonra rahim içerisi tamamen yara haline
dönüştügü için lohusa ile ilişki kesinlikle zararlıdır.
a) Yaraya kolaylıkla mikrop yerleşebilir, rahim
içerisine ve vücuda yayılır.
b) Lohusanın genel vücut direnci çok
düşmüştür. Atılacak yanlış bir adım, annenin ömür
boyu sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine sebep olabilir.
"Doğum sırasında üreme organları,
özellikle rahim ve hazne berelenir, çok defa yırtıklar oluşur.
Bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak kadını pek
fena örseler, mikropların hemen faaliyete geçmesi, bir çok önemli
kadın hastalıklarının oluşmasına sebep olur. Onun
için rahim ufalmadan, kadının üreme organları tabiî halini
almadan, kadına kesinlikle yanaşmamalıdır. Tolstoy, bu
zamanlar kadını rahatsız eden erkeği ayıplıyor:
"Bir erkek, gebe bir kadını sevgili diye severken onun bir anne
olduğunu unutmamalı. Bir kadın hem bir sevgili, hem yorgun bir
anne, hem de hasta bir insan olmaya bir anda tahammül edemez." (Dr.Cemal
Z.Ö.)
c) Gebeye ve Lohusaya Tavsiyeler:
Beslenme:
Dengeli ve ölçülü olmalıdır. Gebeliğin
başından sonuna kadar 10-12 kilo alınmalıdır.
Bazı besinlere aşırı düşkünlük, bazılarından
tiksinti, veya abur-cubur yemek, kişiyi zararlı bir hale itebilir.
Her gebe kendi alışkanlıkları ve ekonomik durumu ile
başlı başına bir program dahilinde yeterli protein,
yağ, vitamin, karbonhidrat ve mineral almalı. Gebeliğin
altıncıayından itibaren tuz azaltılmalı, kalsiyum
bakımından zengin gıdalar (süt, yoğurt, peynir gibi)
alınmalıdır.
İlâç:
İlâç almak, sakıncalıdır. Özellikle
organların teşekkül devresi olan ilk üç ay çok dikkatli olmalı,
gerekli hallerde doktora başvurulmalı ve tavsiyelerine mutlaka
uyulmalıdır.
Sigara:
Düşük ve erken doğumlara sebep olmakta, zekâ
yönünden bebeği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yüzden sigara
alınmamalı, hattâ sigara içilen bir odada dahi
bulunulmamalıdır. Zira bu doğacak çocuğun istikbali açısından
önemlidir.
Çalışma:
Normal bir gebenin günlük yaşantısını
değiştirmesi düşünülemez. Yalnız ani ve sert hareketlerden
kaçınmalı, ağır yük kaldırmamalı, yukarılara
doğru uzanmamalı, uzun ve sarsıntılı yolculuklardan
kaçınmalıdır.
Vücut Bakımı:
Çok soğuk, çok sıcak su ile yıkanmamak ve
uzun süre banyoda kalmamak şartı ile banyo yapmalı ve
temizliğe dikkat etmelidir. Karın bölgesindeki çatlaklara mani olmak
için yağlı bir krem veya badem yağı kullanılabilir.
Gebelik ve süte hazırlik göğüslerde büyümeye sebep
olur. Meme başlarındaki direnci artırıp, emzirmede problem
çıkmaması açısından meme başlarını sık
sık sabunlu su ile yıkayıp meselâ badem yaği sürülebilir.
Halk arasında yaygın olan alkolle silme
alışkanlığı, sertleşmelere ve çatlamalara sebep
olacağından tavsiye edilmez.
Diş Bakımı:
Çok önemlidir. Gebe kalmadan gerekli tedavi
yapılmalı, devamlı temiz tutmaya gayret etmelidir. İlk ve
son üç ayda mümkün olduğu kadar müdahaleye dikkat edilmelidir.
Çocuk doğuran annenin çocuğunu bizzat emzirmesi
çok önemlidir. Bu, çocuk ve anne arasındaki ilişkiyi güçlendirir.
Emziren anne, vazifesini yapmanın huzuru içerisindedir. Anne sütüyle
bebeğin hastalıklara karşı
dayanıklılıgı sağlanır.
Anne sütü, süt çocuklarında gördüğümüz en kötü
hastalık olan ishalden korur.
Bebek ise, anne kucağında olmanın mutlulugu
ve rahatlığı içindedir.
En az altı ay sırf anne sütü atmalı,
altı aydan sonra ise yaşına kadar süt ve yardımcı
mamalar almalıdır.
(Bizim bu sayfaları yazdığımız
sıralarda TRT'riin 25.1.1987, 7:30 haberlerinde, İzmir Tıp
Fakültesi araştırması olarak verilen haberde; kadınlardaki
meme kanserinin daha çok (% 19 daha fazla) ilk doğumunu otuz
yaşından sonra yapanlarda görüldüğü açıklandı. Bu
konuda, doğum yapmama ve çocuğunu emzirmeme de başta gelen
sebeplerden olarak söylendi).