HÂMİLELİK ÇİLLERİ VE ESTETİK
AMELİYAT
Estetik ameliyat
yaptırmanın caiz olmadıgını öğrendik.
Doğumdan sonra yüzümde benekler ve lekeler oluştu. Aslında bir
rahatsızlık veriyor değiller, ama estetik ameliyata benzer diye
endişe ettiğim için ilaç kullanamıyorum. IIaç
kullanmamızın Şer'an bir mahzuru var mıdır?
Insanın normal
yaratılışını beğenmeyip estetik ameliyatlarla
burnunu, dişini, göğsünü vb. değiştirmesi, sizin de
dediğiniz gibi haramdır ve sıhhi bir gerekçe yokken bûnu
yapanlar lânetlenmiştir. Bunu daha önce uzunca yazmaya
çalıştık.Ancak Islâm, fıtratı bozmaya karşı
çıktığı kadar, bozulan fıtratı tedaviyi ve
estetiğin korunmasını da teşvik etmiştir. Hamilelik
çilleri de aslî görünümü bozan, yani fıtrata halel getiren türden bir
olgudur.Bu yüzden giderilmesi ve tedavisinin yapılması daha
evlâdır. Dolayısı ile bunu estetik ameliyatla bir tutmak
doğru değildir.
Ümmü Seleme annemiz diyor ki:
"'Lohusa olan kadınlar Rasûlüllah zamanında kırk gün
otururlardı (ibâdet etmezlerdi). Biz o dönemimizde yüzümüzde oluşan
lekeler için vers kürü uyguluyorduk." (vers turuncu bir ot olup
yanakları kızartmak için kullanılırdı).(Ebû Dâvûd,
tahâret 121) Demek ki, sizin sorununuz "asr-ı saâdet"te de söz
konusu olmuş, hal çâresi aranmış ve Rasûlüllah Efendimiz buna
karşı çıkmamıştır.
Arapça bir kelime olan "Harem", girilmesi yasak
olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Eskiden saray, konak ve
evlerin kadınlara ait kısmına "Harem", erkeklere ait
kısmına ise "Selâmlik" derlerdi. Kadınlar ayrı,
erkekler ayrı yerlerde otururlardı. Bu uygulama örften ve âdetten
değil, dinî ernirlerden kaynaklanırdi. Çünkü "Avret ve
Örtü" bölümünde de gördüğümüz gibi, erkeklerin mahremi olmayan
kadınlara, kadınların da mahremi olmayan erkeklere belli ölçüler
dışında bakmaları câiz değildir. Buna göre
aralarında birbirinin mahremi olmayan kadınlar ve erkekler bulunan
insanlar, birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı ayrı yerlerde
oturacaklardır. Bu nefislere zor gelir ama, kalplerin ve duyguların
selâmeti için daha elverişlıdır.
Aslında haram olan, bir kadınla bir erkek
başbaşa kalmadıktan sonra bir arada oturmak değil,
birbirlerinin avret yerlerine bakmaktir. Buna göre; elleri ve yüzünden
başka bir yeri açık olmayan kadınların, kendi erkekleri de
yanlarında varken, erkeklerin bulunduğu mecliste
oturmalarının ne zararı vardır? denebilir.
Zararlarını saymadan önce biz aynı soruyu tersine çevirerek
soralım: Ne yarari vardır? Buna verilecek cevap, bir "hiç!"ten
ibarettir. Öyleyse şimdi de zararlarını söyleyelim:
Sadece Hanefi mezhebinde kadınların elleri ve
yüzü avret değildir, ancak bu fitneye yani kötü bir düşünceye sebep
olmamakla sınırlandırılmıştır. Eğer kem
düşüncelere sebep olacaksa, onlara göre de kadın elini ve yüzünü
kapatmak zorundadır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm de
kadınların seslerine de dikkat etmeleri,
kadınlığını hatırlatacak biçimde kırıla
döküle konuşmamaları emredilmiştir. (Ahzâb (33) 32.) Çünkü
kadının çekici yönü erkekten fazladır. O sırf seşiyle
bile bir erkeğin beynini döndürebilir. Gülüsleri, gamzeleri,
egilip-bükülmesi, cinsel câzibe açısından özelliği olan
yönlerindendir.
Şimdi bir kadının sadece yüzü ve elleri
açık olarak da olsa böyle bir mecliste oturduğunu düşünelim.
Sesiyle ve davranışlarıyla mahremi olan erkeğin
devamlı dikkatini çekecek ve sırf kalbinde de kalsa, şeytanla
nefsin işbirliği yapmasına sebep olacaktır. Bu. yüzde bir
ihtimalle de olsa onu, ileride nefsî arzulanın gerçelestirmenin
planlarını yapmaya itecektir. Ya da ilk bakışta birşeyler
düşünemediği yüzüne uzun zaman bakma imkânı bulunca, yine yüzde
bir insan için de olsa kalbine bazı duygular uğrayıp
uğrayıp geçecektir ve o takdirde yüz. Hanefîler için de avret
olmuş olacaktır.
Böyle söyleyenleri kalbi pis olmakla suçlayanlar
çıkabılir. Onlann da haklı tarafları vardır. Ancak
herkesin kendileri gibi temiz kalpli olacağını düşünmek de
hatadır.
Ancak avretini İslam'ın emrettiği
şekilde örten, kadınsi konuşma ve gülümseyişlerine dikkat
eden, normal bir ev elbisesi üzerine "cilbâb" sayılabilecek
geniş ve süssüz başörtü gibi bir üslük atan kadının, fitne
endişesi de yoksa, kocasıyla beraber olan misafirlerine edeple hizmet
etmesinin câiz olduğu söylenmiştir.
Halvet, yani birbirlerinin mahremi olmayan bir
kadınla bir erkeğin başbaşa kalmaları ise,
haramlığı kesin olan daha kötü bir davranıştır.
Peygamberimiz böyle zamanlarda üçüncü kişinin mutlaka şeytan
olacağını söylemiş ve inananların bundan
sakınmalarını emretmiştiir. (Tirmizî, radâ' 10, fitne 7;
Müsnerl 1/18, 26 NI/339, 446. )
"Kayınbiraderler de mi Ey Allah'ın
elçisi," diye soran sahabiye, "o zaten ötüm demektir!"
cevabını vermiştir. (Tirmizî, radâ' 16; Dârimî, istizân 16;
Müsned IV/149,153.) yanlarında başka erkek bulunmaksızın,
bir erkeğin birden çok kadınla bir arada bulunmamasının da
yasaklanan halvet türünden olduğunu söyleyenler vardır.
(Kadızâde Efendi, Netâicül-efkâr N/122; Serahsî I/166.)
Kavramın Tarif ve
Şumûlü
"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup,
"kişinin özenle koruduğu ve ugrunda
savaştığı şey"( el-Mu'cemül-vasît, (ha-ra-me)
md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve
"ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de
anlaşılacağı gibi kelimemizde
"saygınlık", "saygın" "korunmaya ve
savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i
şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda
öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı
ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim,
imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma
Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır.
Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken
değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş
ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle
korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de,
saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb.
manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari
ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu'cemu'1-vasît agy.)
"Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar
taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem",
herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk.
Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes
Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz.
Peygamber tarafından çizilip "mü'min" olmayanların girmelerine
müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir
ve "Harem-i Mekke" (Mekke'nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i
Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında
"Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli
harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar
larına, hem de Devellioğlu'na göre, büyük islâm konaklarında
bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm
Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine
"Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi
daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.
Bu konuda Pakalın'ın tanımlaması daha
güzeldir: "Harem, sarayla konakların ve evlerin kadınlara mahsus
kısmına verilen addır. Bu yere "Harem Dairesi" de
denilirdi. Erkeklerinkine ise "selâmlık" adı verilirdi.
Harem; zevce mânasına da gelir. Arapça bir kelime olan Harem, girilmesi
memnun olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Bundan
dolayı ki, eskiden harem ve selâmlık diye ikiye ayrılan saray ve
konakların girilmesi memnun olan harem kısmı,
kadınların ikametine mahsustu." Türk Ansiklopedisi'nin
"harem" maddesine yaptığı tarif ise daha da
şumüllü ve efradını câmîdir: "Islâm toplum hayatında
ve kadınların yabancı erkeklere karşı şer'an
tarif edilmiş şekilde örtünme (tesettür) ye mecbur oldukları
devrede, çatısının altında âileye mensup olmayan ve
çeşitli hizmetler gören erkeklerin de yaşadığı,
barındığı büyük evlerde, konaklarda ve saraylarda
kadınlara mahsus olan daire... Sadece Harem denildiği gibi, Harem
Dairesi de denilir; padısahlara mahsus köşklerde de, sahilsaray ve
saraylardaki Harem dâireleri de Harem-i Hümâyun adm taşır"(Türk
Ansiklopedisi (Harem) md.) Burada da "şer'an örtünmeye mecbur
oldukları devrede" ifadesi hatâlıdır, zirâ Islâm
gerçeğinin varolduğu her dönemde, inanan kadınların
örtünmeye mecbur olacakları da bir vâkiadır.Anlaşılan
"Harem" ve "Harem dâiresi" "selâmlik" la
birleşerek Türkçe yapım eki olan -lik eki almış ve
kadınların bulunduğu yeranlamında "Haremlik"
haline gelmiştir. Buna göre, daha sonra Islâmî menşe ve kökenini
araştırmaya çalışacağımız
"Haremlik": Maddî imkânlarına bağlı olarak evlerini
büyükçe yapabilen müslümanların, erkeklerin oturma mekânına mukabil,
kadınlar için inşa ettikleri ve yabancı erkekler girmeksizin
sadece kadınların bulunduğu, böylece de oturma ve sohbet
sırasında üstbaşları tabiatıyla dağınık
olacak kadınların "hicab" emrine uymuş olacakları
ev bölmesi diye tanımlanabilir.
"Selâmlık" ise yine Arapça bir kelime olan
"selâm"a, yine yapım eki olan Türkçe -lık takısı
eklenerek yapılmış "selâm ve selâmlama yeri"
anlamında bir terimdir. Ancak anlaşılan o ki, bunda "selâm"
kelimesinin etimolojik anlamları olan "selâmet, esenlik, bariş,
güven" gibi manalar gözetilmemiş, sadece bu manalarıda içine
alan "selâmlama"dan hareketle "Haremlik"in mukabili mekâna "selâmlık"
demiştir. Yani, "selâmlık" konaklarda erkeklere mahsus
daireye verilen addır. Bunun yerine "Selâmlık Dâiresi" de
kullanılırdı.."Selâmlık" tâbiri, konak sahibinin
selâm ve arz-i ihtiram için gelenleri burada kabul etmesinden meydana
gelmiştir. Konaklarda selamlıklar ayrı bir dâire halinde idi. Ev
sahibi sabahleyin hâremden çıkar, işine gidinceye kadar misafirlerini
burada kabul ettiği gibi, işinden döndükten sonra da yatma
zamanına kadar yine burada oturup gelenlerle vakit geçirirdi. Orta
hallilerin evlerindeki selâmlık dâireleri konaklardakilere nisbetle basit
şekilde idi.(Pakalın, (selâmlık) md.) Bir başka ifade ile:
"Büyük evler, konaklar ve saraylarda aile hizmetindeki yabancı
erkeklerin (erkek asçılar, asçı yamakları, uşaklar,
ayvazlar, kâhyalar, vekilharçlar, erkek çocuğu lalaları, kâtipler,
arabacılar, kayıkçılar, seyisler, bahçıvanlar, efendi
tarafından himaye altına alınmış genç erkekler, âileye
intisap etmiş şeyhler, dervişler, bulûg çağını
idrak etmiş köleler, günlük misafirler, gece yatışı
misafirleri, diyar garibi misafirler) bulunduğu,
yaşadığı kısma da selâmlık
denilmiştir."(Türk Ansiklopedisi (TA) (Harem) md.)"Haremlikle
selâmlık arasındaki bağlantı kısmına
"Mabeyn" (arayer, arabölme) ismi verilirdi... Büyük mutfak
selâmlıkta bulunurdu, fakat ekseriye Haremlik'in de ayrı
mutfağı olurdu...
Konak ve saraylarda Haremlikle Selâmlıkta mutlaka iki
hamam bulunurdu, büyük evlerde haremlikte mutlaka bir hamam yapılır,
selâmlık halkı için civardaki bir çarsı hamamından
faydalanırlardı. Uşaklardan biri külhancılık hizmeti
görürdü. Binada hamam külhanları selâmlıkta olurdu. Harem lik'in ve
selamlığın bahçeleri de ayrı olurdu..."(agk.)
HAREMLİK VE SELÂMLIK'IN MENŞEİ
Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime
ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık"
ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.
Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah'ın Zeynep'le
evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin
oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları
üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü'minler,
size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin
hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin,
yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de
girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden
sıkılmaktadır; oysa Allah hak'tan sıkılmaz. Onlardan
(peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde
(hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların
kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)
Buhâri'nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb'in
: "Ey Allah'ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de
Mü'minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?"
demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik'in
anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler
dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah'ın Rasulü,
gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek
üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet
indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi'nin ifadesine göre, söz
konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu
ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz
açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve
Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık
yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:
"Hicâb": Örtü, perde.
"Hicablanmış kadın": Bir örtü ile perdelenen
kadın. "Hicâbul-cevf': Göğsü karından ayıran zar,
diyafram. "Hicâb" : Kendisi ile gizlenilen her şey. Buna göre iki
şeyi birbirinden ayıran her engel "hicâb" dır. Bir
şeye mâni olan her şey onu "hicâblamış" demektir.
Erkek kardeşlerin anneyi mirastan "hacb" etmesi de
buradandır.(Ibn Manzûr, Lisânii'1-Arab (Hacb) md.) "Hacb" ve
"Hicâb", ulaşmayı, kavuşmayı engellemektir.
Vahyin geliş biçimlerini anlatan âyette "ya da hicâb arkasından
(getir)"(K. Sura (42) 51) denir ki, konuşuların
görülmeyeceği bir yerden demektir.( Ragib el-Isfehânî, el-Müfredât 108.)
"Hacb" setr ve nihân eylemek, "Hicâb" isim olur, kendisiyle
setr olacak perdeye denir."(Asim Efendi, Kâmûs, (hacb) md.) Ayrıca
hadîslerde Güneşi perdeleyen ufuk, müşrik olarak
çıktığı için mağfirete engel olan can, öbür âleme
muttalî olmayı önleyen ölüm... gibi manalarda
kullanıldığına bakılırsa(Ibnül-Esîr, en-Nihâye,
I/340)"Hicâb" ın elbise gibi insana bitişik birşey
olmadığı, insandan ayrı ve onun görülmesine tamamen engel
olan bir hâil olduğu anlaşılır."Hicâb" a gerçi
bazı müfessirler "setr", "tesettür" anlamı
vermiş ve onu kadının örtünmesi karşılığında
kullanmışlardır, ancak bu, kavramın ilk dönemlerdeki
manası değildir.(krs. M. Mutahhari, Islâmda Tesettür 68-69)
Sanıyorum buna gerek de yoktur. Çünkü kadının her yönüyle
tesettürünü anlatan başka âyet-i kerimeler vardır (bk. K. Nûr (24)
31, 60; Ahzâb (33) 59) ve bunun da aynı anlamda algılanması
tekrar demek olur. Zaten "setr" ve "tesettür" manasına
gelmiş olsaydı, o takdirde kök anlamı (etimolojisi) gereği
kadının tamamen örtünmesini, yani yüzüne de peçe
kullanmasını farz kılmış olurdu. Gerçi
kadının baştan ayağa avret olduğunu, yüzünü dahî
kapatması, yani peçe kullanması gerektiğini söyleyen pek çok
tefsirci ve fıkıhçı vardır ve bu konudaki delilleri de
aksini söyleyenlere göre oldukça güçlüdür; ancak onlâr bu görüşe bu âyetle
varmış değil, sadece bu âyeti de o görüşlerine destek olarak
kullanmışlardır. Imdi, kadının yüzünün ve ellerinin,
hattâ bazılanna göre ayaklarının avret
olmadığını söyleyen hatırı sayılır
sayıda fıkıhçı bulunduğuna göre, onlar bu âyeti
"tesettür" ve "peçe" anlamında görmemişler
demektir. Yani "hicâb" kadının bizzat üzerinde olup
görülmesine mâni bir perde değil demektir.
Sözkonusu âyeti ve nüzul sebebini anlatan hadîsleri tekrar
gözden geçirirsek, konumuzla ilgili olarak su noktalar dikkatimizi çeker: Hz.
Peygamberin "beytlerine", yani geceleme yerleri olan odalarına
çagrılmadan girmemelidirler. Onun zevcelerinden bir şey isterlerse
"hicâb" (perde) arkasından istemelidirler(Hz. Peygamberin
zevcelerinden istenecek "metâ" dört şeyle izah edilmiştir:
Âriyet (yani ödünç gereçler), herhangi bir hâcet, fetvâ ve Kur'an sahifeleri,
(Ibnü'1-Arabî, Ahkâmü'1-Kur'an NI/158) Rasulüllah'ın yanına iyi-kötü,
herkes girip çıkmaktadır. Enes b. Mâlik içeri girmek isteyince önüne
perde çekılmıştir... Dikkat edilirse bütün bunlar, ev içi
düzeniyle ilgili hususlardır. Yani: Kadının evdeki kiyafeti
elbette dışardaki gibi değildir. Genellikle yabancı
erkeklere görünemeyecek üst-başla dolasir. O halde eve gelen yabancı
erkeklerle evin kadın arasında bir engel (hicab, perde vb.)
bulunmalı ve erkekler kadınlardan bir hacet isteyeceklerse bu engelin
arkasından istemelidirler. Tabiatiyla bu tür bir hâcet perde
arkasından isteniyor ve ihtiyaç halinde dahî bir araya gelinemiyorsa,
ihtiyacın olmadığı zamanlarda kadınların
yabancı erkeklerle, ev içi oturmaları tarzında bir arada
olmaları bu âyetin isteğine aykırı olmuş olur.
"Cilbâb", yani dış tesettürüne riâyet eden bir
kadının, "halvet" olmamak kaydıyla, yabancı
erkeklerin de bulunduğu mekânlara girmesinin câiz olmasıyla bu,
farklı farklı şeyler olmalıdır. Tamamen yabancı
bir edâ ile, geçici olarak bir arada bulunmakla, ev içi sohbetleri ve beraber
oturmalar arasında elbette farklar bulunmalıdır. Çünkü sohbet
ülfeti, ülfet de ilgiyi kolaylaştırır. Bu yüzden
olmalıdır ki, Islâm'da komşunun hanımı ile zinâ,
diğerlerinden çok daha büyük görülmüş, kayınlar gibi
yakın-yabancıyla halvet "ölüm" sayılmıştır.Elmalılı,
âyetin tefsirine çok kısa değinmiş olmakla beraber meseleyi
bizim vaz'ettiğimiz biçimde açıklamıştır:
"Artık onlara bir hicab: yani görülmelerine mani bir perde, bir siper
arkasından sorun. Bundan böyle Harem farz
kılınmıştır ki, o zamana kadar Arapta âdet değil
idi".( Elmalıli Hamdi Yazır, VI/3921) Bedîüzzaman da aynı
görüştedir Ayet-i kerime muktezâsınca irhâ-yı hicâb ile
emrolundu ki , harem ile selâmlığı ayırmak demektir. ( bk.
Yeni Ansiklopedi "Tesettür" md.)Peki bu hüküm ya da uygulama sadece
Rasulüllah'ın (s.a.s.) zevcelerine mi hastır yoksa bütün mü'min
kadınlar için de istenmiş midir? Bu hükmün sadece Rasulüllah'ın
(s.a.s.) zevcelerine has olduğunu söyleyenler yok değildir. Ancak
adı geçen âyette böyle bir tahsîs, işaretle dahî olsa, yoktur. Hattâ
hangi Ayette Rasulüllah'ın zevceleri zikredilerek bir hüküm
bildirilmişse, o hüküm diğer bütün mü'min kadınlar için de
geçerlidir. Bundan sadece onun zevcelerinin kendisinden sonra hiç kimse
tarafından nikâhlanamayacağı hükmünü istisna edebiliriz ki,
bunun da sebebi açıklanmıştır "Onun zevceleri
mü'minlerin anneleridirler." (K. Ahzâb (33) Nitekim Kurtubî: "Bu
hükme bütün kadınlar dahildirler.( Kurtubî, XIV/27) derken Cessâs da :
"Bu hüküm her ne kadar özellikle Rasulüllah ve onun zevceleri hakkında
inmişse de, manası onlara da başkalarına da şâmildir.
Çünkü biz Allah'ın (c.c.) sadece ona has kıldıkları
dışında Rasulüllah'a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz".
demiştir.(Cessâs, V/249)
Dinî terminolojide "istihaza" denen ve
kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir
hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık
kanı" tâbirini kullanacağız.
"Hastalık Kanı" diyeceğimiz
"Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından
geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından
ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve
özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına
bağlıdır. Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık
kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır,
denebilir. Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve
çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri"
başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip
tekrar okumak gerekir. Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık
kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı
olduğunu görecegiz. Oradaki bilgilere dayanarak hastalık
kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin
aşağıdakiler olduğunu görürüz.
Çeşitleri
1. Dokuz yaşınıdoldurmamış
kızdan gelen kan,
2. Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından
siyah ve kırmızı dışında gelen kan,
3. Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü
kan,
4. Âdetin ve lohusalığın en çok
sınırını geçen kan,
5. Âdet süresince üç günden az gelen kan,
6. Kanın on günü aşması ve âdet günlerinde
en az sürenin (nisab) bulunması şartıyla, âdeti aşıp
başka bir âdete geçen kan. Meselâ: Âdeti, ayın ilk beş günü olan
bir kadın, bu beş günde ya da bunun üç gününde kan gördükten sonra,
kan ikinci aydaki ikinci âdete kadar sürse, âdeti olan beş günden sonraki
diğer âdete kadar olan günler, anomial kan, yani hastalık
kanıdır.
7. Düzgün âdetin sayısı dolduktan sonra, on günü
aşması ve içinde en az sürenin bulunmaması şartıyla
yine başka bir âdete dek süren kan.
Meselâ: Âdeti yine ayın ilk beş günü olan
kadın, bu beş günden önce bir gün kan görse, bu beş günde ya da
üç gününde temiz kalsa, sonra yedi ya da daha fazla gün kan görse, bu durumda
kan on günü aşmıştır ve âdet günlerinde en az süre (nisab
miktarı) olan üç tam gün kân görmemiştir, dolayısıyla hem
zaman hem de sayı olarak eski âdetine döner ve ona itibar eder. Yani, eski
âdeti olan beş gün âdetli, geri kalan ilk kan gördüğü gün ve beş
günden sonra ikinci âdete kadar olan günler hastalık kanı yani,
anormal kan sayılır.
Bu maddede on günü aşması şartı,
aşmadığı takdirde âdetin değişmiş
olacağı ve kan gördüğü günlerin âdet
sayılacağındandır. Içinde en az sürenin bulunmaması
şartı ise, bunu altıncı maddeden ayırmak içindir.
8. Lohusalıkta âdeti aşıp kırk günü
geçen kan.
HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm
bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur. Eğer sürekli
akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür
sahibi" ya da "mazur" denir.
Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık
dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu
kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran,
akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü
yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve
aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için
geçerlidir.
Kadından gelen hastalık kanı ve
yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür
sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur. Sürekliliğin ölçüsü
ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi. öyle ki, bir abdest alıp o
vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi,
yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır. Hükmen
kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi
ile olur. Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart
değildir. Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini
göstermek için yeterlidir. Kısaca: Özrün özür sayılması için
hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır. Devam
ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır. Özrün
kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması
şarttır.
Hastalık kanı namaza, oruca engel
olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir.
Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı
olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir.
Özürlü kimse namaz kılabilmek için her farz namaz
vaktinde ayrı bir abdest alır ve artık o vakit
çıkıncaya kadar o özründen dolayı abdesti bozulmaz. Ancak
abdesti bozan bir başka sebepten ötürü abdesti bozulacağı gibi,
o vaktin çıkmasıyla da abdesti bozulur. Abdestin, vaktin
çıkmasıyla bozulacağı Imam A'zam ve Imam Muhammed'e
göredir. Imam Züfer'e göre diğer vaktin girmesiyle, Imam Ebû Yûsuf'a göre
ise hem o vaktin çıkmasıyla, hem de diğer vaktin girmesiyle
bozulur. Aralarındaki fark, sabahın vaktinin çıkmasında
belli olur.
Buna göre bayram namazı için abdest alan özürlü, Imam
A'zam ve Imam Muhammed'e göre, bir başka sebeple bozulmamışsa o
abdesti ile öğleyi de kılabilir.
Özürlü, aldığıabdestle o vaktin
farzını kılabileceği gibi, diledigi kadar nafile de
kılabilir.
Özürlü iken aldığı abdestle giydiği
mestler üzerine ancak o vakit içerisinde meshedilebilir. Bu, mestleri giyerken
ve abdest alırken özrü devam etmekte idiyse böyledir. Ama özrü kesikken
abdest almış ve başlamadan giymişse mestlerine normal
süresi zarfinda meshedebilir.
Özürlü erkek diğer özürlüye imam olabilirse de,
özürlü olmayana imam olamaz. Ama özürlü erkek özürsüz kadına imam olabilir
mi? Bu konuda birşey görmedim.
Bir vakit girdikten sonra özür sahibi olan, o vaktin
sonunu bekler. Özrünün kesilmediğini görürse vaktin, bir abdest ve bir
namaza yetecek kadarki son kısmında abdest alırve
namazını kılar. Ondan sonraki vakit dolmadan özür kesilirse
kıldığıbu namazı iade eder. Çünkü bir tam vakti
kuşatmayan bu durum özür olmamış olur,
kıldığı namaz da abdestsiz kılınmış
sayılır ki, bu caiz değildir. Ama ikinci vakti tamamen kaplarsa
iade etmez, çünkü özür gerçekleşmiştir. Başlangıcı ise
ikinci vaktin girişi değil, özrün ilk başladığı
zamandır. Kısaca: Vaktin tamamını kaplama bulunduktan
sonra, özrün sabit olması da düşmesi de ilk
başladığı zamandan geçerlidir.
Özürlü iken abdest aldığıbir vakit
içerisinde bir başka özrü sabit olsa abdesti yine bozulur.
Özürlü iken abdest aldığında özrü
kesilmiş. olsa ve kesilme, vaktin çıkmasına kadar sürse vaktin
çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz.
Burnunun bir deliginden akan kandan dolayı özürlü
olsa ve bu halde iken abdest aldıktan sonra kan öbür deliginden de aksa
abdesti bozulur. Ancak iki deliğinden aktığından
dolayı özürlü olanın özrü. bir deliğinden akanın
kesilmesiyle kesilmiş olmaz ve bu kesilmeden ötürü vakit içerisinde
abdesti bozulmaz.
Çiçek hastalığından oluşan gözenekler
ve çıban ve sivilceler bir yara değil, ayrı ayrı
yaradırlar. Yani birisinden ötürü özürlü iken diğeri de aksa abdesti
bozulur.
Özürlü iken aldığı abdestle namaz
kılarken vakit çıksa, yeniden abdest alır ve o namazı
yeniden kılar, kaldığı yerden devam etmez. Çünkü namazın
bozulması aslında vaktin çıkmasıyla değil o anda
bozulan abdestin bozulma sebebinin önceden bulunmuş olmasıyladır.
Özrü kesilmişken abdest alsa ve o şekilde vakit
çıksa, abdesti sürmektedir. Bu abdest bozulmadan üzerine bir abdest daha
alsa,. sonra özrü tekrar başlasa, abdesti bozulur. Çünkü ikinci abdest.
abdesti varken alındığı için yok sayılmış ve
birinci abdeste itibar edilmiştir.
Özürlünün bir namaz için vakti girmeden
aldığı abdest de vaktin girmesiyle bozulmuş olur.
Özürlü, akmakta olan kan ve benzerlerini bağlamak
gibi bir yolla durdurabilecekse bunu yapması gerekir. Böylelikle özürlü
olmaktan da çıkar. Ancak, daha önce de görüldüğü gibi, bu hüküm
lohusa ve âdetli için geçerli değildir. Bunlar akıntıyı bez
ya da pamukla durdursalar da kan akıyor sayılır.
Akıntısı sadece secde halinde gelen özürlü
secdeyi terkeder. Sadece ayağa kalktığında gelen özürlü de
kıyamı (ayakta durmayı) terkeder ve her ikisi de
namazlarını imâ ile kılarlar. Çünkü secdeyi, ya da ayakta
durmayı terketmek, namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir
kusurdur.
Ancak sadece sırt üstü yattığında
özrünün akıntısı kesilen birisi sırtüstü yatarak
değil, akıntısına rağmen abdest alıp normal
şekilde kılar. Çünkü namaz abdest bozan bir akıntı varken
nasıl ancak zarûreten (zorunluluktan ötürü) kılınabilirse,
sırtüstü yatarak da ancak zarûreten kılınabilir. Madem ki,
ikisinde de zorunluluk vardır, öyleyse bu bakımdan ikisi de eşit
demektir. Bu durumda akıntıya rağmen tam kılmayı,
sırtüstü yatarak kılmaya tercih ettiren olaya, yani bu halde
namazın rukünlerinin tam yapılabilmesine itibar edilir ve namaz
normal şekilde özürlü niteliğiyle kılınır.
Özürlünün, akıntısının elbisesine ya
da yara bezi veya sargısına bulaşması durumunda,
akıntı bir dirhemden (3,23 gr.) fazla ise, yıkamakta da bir
yarar varsa, yani yıkadığında en az bir namaz süresi kadar
zamanda tekrar bulaşmayacaksa onu yıkaması gerekir. Yok,
namazını bitirmeden tekrar bulaşacak kadar sık geliyorsa
yıkamaması câizdir.
Kabul edilen bir görüşe göre de süreyi namaz
kılmakla sınırlamadan, tekrar eden bir akıntı
olması halinde yıkaması gerekmez.
Göz ağrısından ötürü durmadan
yaşları akan kimsenin de her vakit için abdest alması güzel
(müstehap)'dir. Çünkü bu yaşa irin karışıyor olması
muhtemeldir. Ancak bu durum âdil doktor raporuyla belirlenirse ona göre
davranması ve irin karıştığını söylemesi
halinde abdest alması gerekir, karışmadığını
söylemesi halinde ise gerekmez.
Özet Olarak Hastalık Kanı
l. Hastalık kanı (istihaza),
kadınların üreme organlarından, âdet ve lohusalık kanı
dışında gelen ve bir hastalığın sebep olduğu
anormal bir kandır.
2. Genel olarak; âdet sırasında üç günden az ve
on günden fazla, lohusalıkta da kırk günden fazla gelen kan, âdetten
sonra onbeş gün temizlik görülmeden gelen kan hastalık
kanıdır.
3. Hastalık kanı gören kadın, özür sahibi
demektir. Ibadetlerini her vakitte alacağı abdestle yerine getirir.
Bir vakitte aldığı abdest bir başka şeyle
bozulmadıkça vakit içerisinde o özürüyle bozulmaz ve o vaktin sonuna kadar
abdestli sayılır.
4. Hastalık kanı, sağlık
açısından zararlı değilse, cinsel ilişkiye engel
değildir.
Kul hakları. Hukuk,
hakk'ın çoğulu; ibâd ise abd'ın (kul) çoğuludur. Böylece
Hukuku'l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir.
Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır.
1- Sırf Allah'a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar. Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır. Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi. Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz.
2- Sırf kula ait haklar. Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır. Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi. Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir. Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir.
3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar. Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi. Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir. Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur.
4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar: Mesela amden (kasıtlı olarak) öldüren katilden kısas almak gibi. Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için umumî maslahat kabılinden olup Allah hakkıdır; diğer yandan maktül'ün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir. Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir (bk. Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûli'l-Fıkh, s. 62-65).
Diğer bir açıdan kul hakları, para ve mal gibi maddî haklar iffet, şahsiyet ve benzeri manevî haklar olmak üzere ikiye ayrılır.
İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece de önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir. Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahitlikle yemeniz için o mallan hakimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hakimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" (el-Bakara, 2/188); "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12).
Her ne suretle olursa olsun insanların haklarına tecavüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere aittir. İşte böylelerine acı bir azap vardır" (eş-Şura, 42/42); "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âlu İmrân, 3/151); "Zâlimler için yardımcılar yoktur" (el-Mâide, 5/72); "Biliniz ki Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir" (el-Hucurât, 49/12).
Hz. Peygamber (s.a.s) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasedlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez. - Üç defa kalbine işaret ederek- Takva şuradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32); "Bir müslüman için müslüman kardeşi üzerine vacib olan beş hakkı vardır: Selamı almak; aksırana teşmît (Allah sana rahmet etsin demek); davete icabet; hastayı ziyaret etmek ve cenazelerin arkasından gitmek" (Müslim, Selâm, 4).
Ebû Hureyre (r.a) der ki: Rasûlüllah (s.a.s) ashabına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz" diye sordu. Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenatından (iyiliklerinden) buna da hesenatından verilecektir. O âyet davası görülmeden hesenatı biterse, onları (hak sahiplerinin) günahlarından almarak bunun üzerine ve sonra da cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59).
"Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas almacaktır" (Müslim, Birr, 60).
İslâm bilginleri de günahtan tevbe etmenin kabul olunması hususunda şöyle demişlerdir: Şayet işlenen günah yalnız Allah'a karşı olup kul hakkına taallûk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır:
1) O günahı terk etmek
2) Onu işlediğine pişman olmak
3) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek.
Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli değildir.
Eğer işlenen günah insan hakkı ile ilgili ise o tevbenin dört şartı vardır. Bunların üçü yukarıda zikredilen üç şarttır. Dördüncüsü de hak sahibinin hakkından arınmaktır. Şayet bu hak, mal ve benzeri ise tevbeden kimse onu sahibine iade eder; Eğer bu hak, zina iftirası atmak sebebiyle lazım gelen hadd cezası ise, hak sahibinin o haddi icra etmesine imkân verir yahut affını diler; eğer o hak gıybet ise hak sahibinden af diler.
Hul' kocaya verilmek üzere bedel mukabilinde koca ile
karı arasındaki evlilik hayatına son vermektir. Hanefi
mezhebinde hul' bedel mukabilinde kişinin karısını
boşamaktır. Şafii mezhebinde hul' bedel mukabilinde kişinin
karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde ise konu
ihtilaflıdır. Bu bir boşamadır diyen olduğu gibi,
boşama değil, nikahı fesh edip bozmaktır diyen de
vardır. Fesh olduğu takdirde talak'ın sayısına tesir
etmez. Buna göre hul' edilen kadın ile ikinci defa evlenmek caizdir, hatta
kaç defa tekrar ederse yine evlenmeye engel olmaz. Bir kimse üç
talakını bir şeye ta'lik eder, mesela: babanın evine
gidersen üç talak ile benden boşsun dese, hul' fasihdir diyen bazı
Şafii ulemasının kavline göre zevcesini bir şey mukabilinde
hul' eder, sonra kadın bu esnada babasının evine gider ve
akabinde iddet beklemeden yeni bir nikah ile onunla evlenirse ta'likden
kurtulmuş olur. Çünkü eski nikah bozulmuş gitmiştir.
HUL' BEDEL KARŞILIĞI KADININ KOCASINI
BOŞAMAK İSTEMESİ
Çıkarmak, gidermek, soymak ve soyunmak. Kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evlilik akdine son vermek, başka bir deyimle; eşlerin karşılıklı anlaşma yoluyla evliliğe son vermesi. Hul' yerine aynı anlamda muhâlea tabiri de kullanılır. İslâm hukukunda muhâlea, evliliği sona erdiren sebeplerden birisidir. Bazı durumlarda evliliğin bu yolla sona erdirilmesine ihtiyaç duyulabilir. Meselâ; eşler birbirini sevmez, biri diğerine saygı duymaz, anlasamaz ve birlikte yaşamak çekilmez hâle gelmiş olursa kocanın elinde boşama imkân ve yetkisi vardır. Fakat koca buna rağmen karısını boşamazsa ne yapılabilir? Kadın bu şiddetli geçimsizliğe ve çekilmez hayata katlanmaya devam mı edecektir? İşte bu gibi hallerde kadının bir bedel karşılığında kocasından ayrılması mümkündür. Bu fesih veya talak (boşama)dan ayrı bir boşama şeklidir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171-196; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadr, III, 199-224; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar ale'd-Dürri'l Muhtar, II, 556-5731)
Muhâlea kitap ve sünnet delillerine dayanır .
Âyetlerde şöyle buyurulur: "Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almanız helâl değildir. Meğer ki karı ve koca Allah'ın çizdiği sınırlara riâyet edememekten korkmuş olsunlar. Şâyet onların, ilâhi sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkarsanız, karının kurtulmak için bir şey (para) vermesinde ikisi için de bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/229).
"Nikâhladığınız kadınların mehirlerini gönül rızası ile verin. Şayet mehrin bir bölümünü gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu afiyetle yiyin" (en-Nisâ, 4/4).
İbn Abbas (r.a)'den rivâyet edildiğine göre; Sâbit b. Kays'ın karısı Peygamber (s.a.s)'e gelerek:
"Ey Allâh"ın Rasûlü, Sâbit b. Kays'ı ahlâk ve din hususunda ayıplamıyorum, fakat müslümanlıkta küfür derecesinde bir hata işlemekten korkuyorum" dedi. Hz. Peygamber ona sordu: "Bahçeyi ona geri verecek misin?" cevap verdi: Evet. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sâbit'e; "Bahçeyi kabul et ve onu bir defa da boşa" buyurdu (Buhârî, Talâk, II; Nesaî, Talâk, 34).
Muhâlea kendine hâs özellikleri olan bir boşama çeşididir. Bu boşama koca bakımından bir yemindir. Çünkü koca muhâlea anlaşmasıyla karısını boşamayı bir bedele bağlamış olur. Bedeli alınca boşama gerçekleşmiş sayılır. Muhâlea, kadın bakımından ivazlı (bedelli) bir akittir. Çünkü kadın bununla bir bedel ödemeyi kabul etmiş olur. Kadın, kocasının bir bedel karşılığında boşama teklifine "kabul ettim" der veya "beni şu kadar para karşılığında boşa" diyerek kendisi icapta bulunur. Aslında bununla, "Şu kadar para karşılığında evlilik bağını senden satın almaya razı oldum" demek istemiştir.
Muhâlea teklifi kocadan
gelmişse, artık ne kadının kabulünden önce ve ne de sonra
bu icabından (teklifinden) rucû edemez. Karısını kabulden
menedemez. Kendisi için muhayyerlik şartı koyması muteber
değildir. Karısının hemen o meclise kabul iradesini
açıklaması gerekir. Koca muhâlea akdini feshedemez. Kocanın mücerred
muhâlea isteğinde bulunmasıyla bu beş hüküm kendiliğinden
doğar. Koca muhâleayı bir şarta veya gelecek zamana
bağlayabilir. "Eğer baban gelirse, şu kadar para
karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim"
veya "Ramazan ayı başında, şu kadar para
karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim"
denilse, şart gerçekleştikten veya belirtilen tarih girdikten sonra
kadın kabul etse boşama meydana gelir. Kadının belirlenen
parayı kocasına vermesi gerekir.
Muhâlea yoluyla boşanma
teklifi kadından gelir de kocasına; "Sana vereceğim şu
kadar para karşılığında beni boşa" derse,
koca kabul iradesini açıklayıncaya kadar, kadın bu
icabından rucû edebilir. Karı-kocadan birinin meclisi terk etmesiyle
bu icab bâtıl olur. Kadının muhâleada muhayyerlik
şartı geçerlidir (İbn Âbidin, a.g.e, II, 557; M. Zihni Efendi,
Munâkehat Mufârekât, 117, vd.).
Mihir olarak verilebilen her
şey muhâleada bedel olabilir. İslâm hukukuna göre
alım-satımı meşrû olan ve ekonomik bir değer
taşıyan menkul ve gayr-i menkuller ile bazı menfaatler mehir ve
muhâleada bedel olabilir. Muhâlea bedeli, mehire denk, ondan az veya çok
olabilir. Meselâ; koca, küçük çocukların masraflarının belli bir
yaşa kadar karısı tarafından karşılanması
şartıyla muhâlea yapabilir. Yine çocukların belli yaşa
kadar karısı tarafından bakılıp terbiye edilmesi de
muhâlea bedeli olabilir.
Eşler arasında geçimsizliğin kaynağı bazan kadın, bazan kocadır. Bazan da geçinip giden eşler boşanabilir. Geçimsizlikte kusurlu olmak muhâlea bedelini etkiler mi? Başka bir deyimle, koca hem geçimsizlik çıkarır, hanımını boşamaz, hem de boşamak için karısından bir bedel isteyebilir mi? Burada, kocanın boşama hakkını kötüye kullanma ihtimali vardır. Koca muhâlea bedeline ya mahkeme hükmüyle (kazâen), ya da Allah'la kul arasında kalan yolla (diyâneten) mâlik olur. Koca dünya hukuku bakımından (kazâen) muhâlea bedelin her durumda sahip olur. Geçimsizliğin yalnız kocadan yahut yalnız kadından yahut da her ikisinden gelmesi sonucu etkilemez. Bu bedelin mehire eşit, ondan az veya çok olması da hükmü değiştirmez (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 488). Çünkü kadın, kendi mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebileceği gibi, koca da, karının kendi rızasıyla vereceği bir bedel karşılığında birtakım hak ve menfaatlerinden vazgeçerek onu boşayabilir. Ayet-i kerîme'de"...Karının kocasına evlilikten kurtulmak için bir bedel vermesinde her ikisi için de bu günah yoktur" (el-Bakara, 2/228) buyurulmuş, bedelin miktarı için bir sınır konulmamıştır. Ancak Ebû Bekr el-Müzenî bu âyetin, aşağıdaki âyet tarafından neshedildiği görüşünü benimsemiştir. "Eğer bir kadını bırakıp da yerine başka bir kadın almak isterseniz, öncekine yüklerce mehir vermiş olsanız bile, o verdiğinizden geri bir şey almayınız" (en-Nisa, 4/20). el-Müzenî bu âyete dayanarak hul' yoluyla boşanmaya karşı çıkar. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise bu son âyeti rızası hilâfına kadından bir şey alınmaması şeklinde anlamışlardır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâm'ı ve Edilletuh, Dımaşk 1985, 2. baskı, VII, 472).
Uhrevî sorumluluk bakımından (diyâneten) muhâlea bedelinin hükmü eşlerin geçimsizlikteki rollerine göre değerlendirilmiştir. Geçimsizlik yalnız kocadan kaynaklanıyorsa muhâlea bedeli istemesi helâl değildir. Verilen mehrin boşarken geri alınmasını yasaklayan Nisa Sûresi 20 nci âyeti bunun delilidir. Çünkü erkeğin hanımına zulüm yaparak muhâlea bedelini yüksek tutması ve boşamayı bir para karşılığı yapması, hakkı kötüye kullanma sayılır (el-Cassâs Ahkâmü'l Kur'ân, 2. baskı, Kahire, (t.y), II, 92, 93; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 488; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, 2. Baskı, İstanbul 1983, s. 406, 407). Geçimsizlik yalnız kadından veya her iki şeyden geliyorsa, kocanın boşama karşılığında bir bedel (para) alması helâldir. Fakat bu durumda kadına mehir olarak verdiğinden daha fazlasını alması mekruh sayılmıştır (el-Cassâs, a.g.e, II, 93; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 488).
Hanefilerin de dahil bulunduğu çoğunluğa göre muhâlea yoluyla boşama, bir bâin (kesin) talâk sayılır. İmam Şâfiî ise muhâleayı boşama değil, fesih sayar. Bu konuda şu delillere dayanır: Âyetlerde şöyle buyurulur: "Talak iki defadır" (el-Bakara, 2/229). Âyetin devamında; "Kadının kurtulmak için bir bedel vermesinde, ikisine de bir günah yoktur" buyurulur. Aynı Sûrenin 229 ncu âyetinde ise; "Eğer koca karısını ikinci talaktan sonra bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz" ifadeleri yer alır. Muhâlea da boşama sayılırsa, birbirine bağlantılı olarak gelen bu âyetlere göre talak (boşama) sayısı dört olur. Halbuki boşama üçten fazla olamaz. Hanefiler ise bu âyetlerdeki boşama çeşitlerini ivazlı (bedelli) ve ivazsız (bedelsiz) olmak üzere üç tane olarak kabul ederler. Çünkü muhâlea yeni bir boşama çeşidi değil, kinâyeli sözlerle yapılan bir boşama şeklinden ibarettir. Bu yüzden muhâlea sonunda fesih değil, bâin talak meydana gelir. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'ud'dan muhâleanın bâin talak olduğu rivâyet edilmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171 vd.).
Boşamaya ehil olan koca ve boşanmaya mahal olan kadın aynı zamanda muhâlea akdi yapmaya da ehildir. Bu akit sonunda kadın kendi malında tasarrufta bulunduğu için bu bir teberrua benzetilmiş ve hibe için aranan şartlar burada da aranmıştır. Bu yüzden muhâlea için kadının âkıl, bâliğ olması, ölümle sonuçlanan bir hastalığa yakalanmamış bulunması ve sefîh olması yüzünden hacr altına alınmış olmaması gerekir.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, eşler karşılıklı anlaşınca evlilik muhâlea yoluyla kendiliğinden sona erer. Ayrıca hâkimin hükmüne ihtiyaç bulunmaz .
Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme
yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet,
eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir
râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona
erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir
evlenme engeli teşkil eder.
Kur'ân-ı Kerîm'de evlenme engeli doğuran
sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar;
Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma
kızları, oğlunun kızları yahut kızının
kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak
evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdığınız
karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey
kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı"
(en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile,
kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin
olması gerekir.
Kayın vâlideler:
Bir erkek evlendiği kadının anası ve
nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya
ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. .
ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).
Baba ve dedenin kızları:
Bir kimse babasının ve dedelerinin
karısı ile, yani üvey ana ve nineleriyle evlenemez.
"Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin.
Ancak (Câhiliyyet devrinde geçen) geçmiştir. şüphe yok ki o, bir
hayasızlıktı" (en-Nisâ, 4/22). Bir kadının üvey
baba ve dedeleriyle evlenmemesi hususu ilk maddede incelenmişti .
Gelinler:
Bir kimse oğlunun karısı veya
torunlarının karısı ile evlenemez. Âyette; "Kendi
sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı
sizlere haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur. Buna göre
himaye veya evlatlık maksadıyla alman çocuklarla, himayeye alan
arasında bir evlenme engeli doğmayacağı gibi, himayedeki
bir erkeğin karısı ile himaye eden arasında da sıhrî
bir hısımlık doğmaz.
Islâm hukuku temelde evlatlık müessesesini kabul
etmemiştir. Câhiliyye devrinde evlât edinme çok yaygındı. Evlât
edinen, evlatlığının karısıyla evlenemiyordu.
Kur'ân yerleşmiş bu cahilî adeti ilelebed kaldırmak,
Allah'ın rızasına uygun olanı yerleştirmek için Hz.
Zeyd'in boşadığı hanımı Zeyneb'i Hz. Peygamber'e
nikahlamıştır.
Diğer yandan zina ile sihrî evlenme engelleri
doğar mı? Bu konuda iki görüş vardır: Ebû Hanîfe'ye göre,
zina aynen evlilik gibi sihrî hısımlık meydana getirir. Çünkü
nikâh cinsî temas anlamına gelir. Bunun meşrû veya gayr-i meşrû
olması arasında bir fark yoktur. Hatta, bir kadını
yalnız şehvetle öpmek veya okşamak, tenasül uzuvlarına
bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır.
Aynı şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir
kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile
kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur.
Aynı şekilde, zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin
usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile Imam Mâlik'ten bir rivâyete
göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.
Imâm Şâfiî ve Imam Mâlik'ten diğer bir rivâyete
göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz ve
dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh akit
anlamındadır. Bu bakımdan, bu husustaki nassların akitle
ilgisi olmayan gayrı meşrû ilişkilerin şümûlü yoktur.
Diğer yandan haramın, helalı haram hale getirmeyeceği
hadisle sabittir. Sıhrî hısımlık eşler için bir nimet
ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan
kimselerin samimiyetle ve bir âilenin fertleri olarak görüşmelerini
sağlar. Onları çeşitli fitnelerden korur. Zina edenlerin ise bu
sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması
düşünülemez. Bununla birlikte Şâfiîlerde bu çeşit sıhrî
hısımlarla evlenmek mekruh sayılmıştır
(es-Serahsî, el-Mebsût, IV, 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, ll, 137;
eş-Şîrazî, el-Muhezzeb, l l, 45; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,
57; el-Mevsılî, el-Ihtiyâr, 111, 88; Bilmen, Astilâhât-ı
Fıkhıyye Kâmusu, II, 97; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku,
Istanbul, 1983, s. 215. 216).
Islâm'da evlilik dışı cinsî
yakınlaşmanın evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî
düşüncelerle kabul edilmiştir. Aile fertleri arasına fitne
sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar
yasaklanmıştır. Diğer yandan yakın akraba ile
evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı
tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında da söz konusu olduğu
anlaşılır .
Evlilik dışı ilişkilerden bir evlenme
yasağı doğacağı görüşü modern hukuka
girmemiştir. Evlilik dışı çocuğun nesebi, babanın
çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi, hâkimin çocuğun
babaya ait olduğuna karar vermesi sonucu babaya bağlanırsa,
evlenme engeli doğabilir.