Gelir düzeyi normal, evli ve iki çocuğu bulunan bir
erkek, hanımı karşı çıkmasına rağmen ikinci
bir kadınla evlenebilir mi ?
Islâmî öğretilere göre erkek, nafakalarını
ve iskân ihtiyaçlarını karşılamak, aralarına adaletle
ve yansız olarak davranmak şartıyla dörde kadar evlenebilir.
Bunun için karısının izin vermesi gerekmez. Ancak
karılarından birinin hakkını yiyorsa o, mahkeme
kararıyla hakkını alır. Fakat evlenebilir demek,
evlenmelidir, demek olmadığı gibi, evlenmesi güzeldir demek de
değildir.
Erkeğe ârız olup, cinsî temasta
bulunmasını engelleyen acizlik hastalığı. Buna Arapça
"innet" bu durumda olan erkeğe de "innîn" denir.
Erkeğe karşı cinsî istek duymayan kadın için de
"innîne" terimi kullanılır.
Islâm hukukunda iktidarsızlık hâli evliliği
etkileyen hastalıklardan sayılmıştır. Karı
kocanın, birbirinin cinsî yönlerinden yararlanma hakları vardır.
Kocanın zifafı gerçekleştirmesi gerekir. Evlilik akdi
sırasında mevcut olan veya akitten sonra meydana gelen bazı
hastalık ve kusurlar sebebiyle karının boşanma davası
açma hakkı vardır. Kocanın, mahkemeye başvurmadan,
eşini boşama imkânı her zaman bulunduğu için, herhangi bir
hastalık veya kusur sebebiyle dava açma hakkı erkeğe
tanınmamıştır.
Ebû Hanîfe ve Imam Ebû Yusuf'a göre, kadının
hâkime başvurarak evliliğe son verdirebileceği kusurlar beş
tanedir.
1) Koca
iktidarsız (innîn) olacak. Karının bu sebebe dayanarak
boşanma davası açabilmesi için şu şartlar gerekir: a)
Evlendikten sonra hiç cinsi yakınlaşma olmamış bulunacak.
Bir defa cinsî yakınlaşma olmuşsa, artık bu sebebe
dayanılamaz. b) Erkeğin bu kusuruna kadını, nikâhtan önce
bilgisi, nikâhtan sonra da rızası bulunmayacak. c) Kadının kendisinde
cinsî yakınlaşmaya engel bir hâl olmayacak.
2) Husyelerin çıkarılmış
olması. Böyle bir erkeğe "hasîy" denir.
3) Cinsiyet uzvunun
kesik olması. Buna "mecbûb" denir.
4) Erkeğin sihir,
büyü vb. etkilerle bağlı olması.
5) Kocanın
cinsiyetinin belirlenmemesi. Buna "hunsâ" denir (Mehmed Zihni,
Münâkehât-müfârakât, Istanbul 1906, s. 277; M. Muhyiddin Abdülhamid,
el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, s. 310; Hamdi Döndüren Delilleriyle Islâm
Hukuku, Istanbul 1983, s. 326, 393).
Birinci maddedeki şartlar, diğer maddeler için
de aranır. Kocada bu ayıplar, nikâhtan sonra meydana gelirse buna
dayanarak boşanma davası açılmaz. Nikâhtan önceki ayıplar
için kadının rızası bulunmazsa, bir süre susması veya
boşanma davası açıp, bir süre takip etmemesi dava
hakkını düşürmez. Bu ayıpları olan koca,
karısını kendiliğinden boşarsa, mesele kalmaz. Kadın
hâkime başvurunca, hâkim cinsî temasın olup
olmadığını kocaya sorar. Olumsuz cevap alırsa
kendisine mahkeme gününden başlamak üzere bir yıl süre verir. Hz.
Ömer devrindeki uygulama da bu şekilde olmuş ve Hz. Ömer Kâdî
Şurayh'a bu konuda bir mektup (talimat) göndermiştir. Bununla,
değişik mevsimlerin koca üzerinde olumlu etkileri beklenir. Bu süre
içinde koca şifa bulmazsa ve karısını kendiliğinden de
boşamazsa, karının isrârı üzerine hâkim boşamaya karar
verir. Bununla, bir bâin talak meydana gelir. Kadın, mehrini tam olarak
alır, iddet bekler, bu sırada koca ölürse, aralarında
mirasçılık cereyan etmez. Uzvun kesikliği hâlinde, sonuç
değişmeyeceği için kocaya süre tanınmaz.
Imam Muhammed'e göre, karı kocasıyla birlikte
yaşadığı takdirde cinsel yönden zarar göreceği her
kusur ve hastalıktan dolayı boşanma davası açabilir. Ancak
bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara
dayanılarak boşanma istenemeyeceğinde görüş birliği
vardır (Ibnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, III, 263).
1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi,
kadının hangi kusur ve hastalık hallerinde boşanma
talebinde bulunabileceği, Imam Muhammed'in görüşüne uygun olarak
formüle edilmiştir (madde, 119, 125). 1920 tarihli Mısır Medeni
Kanunu'na 9 ve 10. maddelerde Imam Muhammed'in görüşüne uygun bazı
yenilikler eklenmiştir. Suriye Medeni Kanunu ayrıca buna akıl
hastalığını ilâve etmiştir. Türk Medeni Kanunu ise
akıl hastalığı dışında hiçbir hastalığı
boşanma sebebi saymamıştır. Ancak, evlilik akdinden önce
mevcut bir hastalık, diğer eşten gizlenmiş olursa, onun
kendisine karşı hile yapıldığını ileri
sürerek evliliği feshettirmesi mümkündür (T.M.K.mad. 117).
İSLAM DİNİ, KADINA AİLE VE TOPLUM
İÇİNDE NASİL BİR YER TAYİN ETMİŞTİR?
ERKEĞİN YANINDA YERİ NEDİR?
İslam dini, aile ve toplum içinde kadına iyi yer
veriyor. İnsanlık yönünden erkek ile kadın arasında fark
gözetmiyor, erkeğe verdiğ önemi kadına da veriyor. Bu hususta
Kur'an-ı kerim şöyle buyuruyor: "Ey insanlar sizleri bir tek
nefisten yaratan Rabbinizden sakınınız" (Nisa).
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz ben içinizden gerek erkek, gerek kadın, bir hayır
işledığını boşa çıkarmam hep
birbirinizdensiniz" (Al-İ İmran).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: Kadınlar
erkeklerin denkleridir.
Kız çocuğuna eş ve analık özellikleri
açısından büyük bir değer verip ikramda bulunuyor. . Peygamber
(sav) kız çocuğu olarak kadının gördüğü ikramla ilgili
şöyle buyuruyor: "Herhangi bir kimsenin bir kız çocuğu
olsa, o da onu güzelce öğretip eğitse kendisi için cehenneme
karşı siper olacaktır" (Ebu Davud, Tirmizi).
Cenab-ı Allah, eş olarak kadına
yapılan ikramlarla ilgili şöyle buyuruyor: Yine onun ayetlerindendir
ki sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye cinsinizden
eşler yaratmıştır (Rum).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: "Dünyada
faydalanılan şeylerin en iyisi, saliha bir eştir. Kendisine
baktığında seni sevindirir, gıyabında da mal ve
namusunu korur" (Müslim, Buhari).
Cenab-ı Allah, ana olarak kadına yapılan
ikramla ilgilii olarak şöyle buyuruyor: "Biz insana ana ve
babasına iyilik etmesini tavsiye ettik; anası onu zahmetle
taşıdı ve zahmetle doğurdu" (Ahkaf).
Bununla ilgili olarak Hadiste de şu varid
olmuştur:
Bir gün birisi peygamber (sav)'e gelip dedi ki:
·
Herkesten ziyade kim benim sohbetimi hak eder.
Peygamber (as):
·
Anan.
·
Sonra kim?
·
Anan.
·
Sonra kim?
·
Anan.
·
Sonra kim?
·
Baban, dedi.
Görüldüğü gibi Peygamber, babayı bir defa söylerken anayı üç defa söz konusu ediyor.
İSLAM'A HİZMET ETMEK GAYESİYLE
OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA
BİLİR Mİ?
Bilindiği gibi Nur suresi'nin 31. Ve ahzab suresi'nin
33, 53 ve 59'uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri,
vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri
emredilmektedir. Bu konuda birço hadis vardır. Ama bu hadisleri burada
nakletmeye lüzum görmüyoruz.
Kadının bütün vücudunun avret olup
olmadığı husus da mezhepler arasında
ihtilaflıdır. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre
kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde
Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu
olmadığı takdirde avret olmadığı
belirtilmiştir (Kitabu'l-Fıkh ala mezabili'l Erbaa, Sabuni, Tefsiru
Ayat'il-Ahkam).
Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi
bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve
tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir
(el-Merginanı, el-Hidaye). Allah Kur'an-ı Kerim'de
kadınların vücutlarını örtmelerini emredip
başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre
onların avret mahallerini yabancıların görebileceği
şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret
sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını
açamazlar.
Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı
takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan
şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair). Ali Haydar Mecelle
Şerhi'nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir:
"Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan
haldir" (Ali Haydar, Dürerü'l-hakkam şerhu Mecelletü'l-Ahkam).
Buna göre İslam'a hizmet etmek gayesiyle de olsa
İslam'a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem
yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul
edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi
gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan
öğrenmeleri pekala mümkündür. İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa
edilmez. Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili
olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip
İslam'a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz
kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam'ın
yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve
okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır. Ama bu
haramı işlemeyi tecviz edemez. Bilindiği gibi
"Zararları gidermek maslahatları celb etmekten
evladır." Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır.
İslam'ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği
itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadisinde:
"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan
gücünüzün yettiği kadarı yapınız. Bir şeyden
nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur.
Bundan dolayı meşakkatıdefetmek için vacibi
terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları
işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazı'nin ifadesine göre avret yerini
örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı
terk eder. Çünkü yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve
erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym
el eşbah ve'n-Nezair).
Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz
bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram
kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize
göre bu her okul için aynıdır. Müslümanların
kadınların başlarını açabilmeleri için İslam'ın
hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami
kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini
araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir.
İSLÂMA HAS BİR ÂİLE TİPİ VAR
MIDIR? İSLÂMÎ ÂİLENİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Biri diğerinin sonucu olması
bakımından aynı şeyleri anlatmış olacakları,
ya da birinin cevabı içerisinde diğerininki de bulunacağı
için, bu iki soruyu birlikte cevaplamayı uygun görüyoruz.
Bilindiği gibi sosyoloji; tarihi gelişmeler,
sosyal ve ekonomik etkiler sebebiyle oluştuğunu ve
geliştiğini varsaydığı çeşitli âile tiplerinden
söz eder: Klan Aile, Zadruga Ailesi, Pedersahi Aile, Modern Aile ve Modern Aile
ya da Çekirdek Aile gibi.
Sosyoloji ile uğraşanlar, Klan Aile tipini en
ilkel ve en geniş âile olarak değerlendirir. Bugün için modern âile
dedikleri Çekirdek Aile ise, en gelişmiş âile tipi olarak kabul edilir.
"Bu gün için " diyorum; çünkü ölçü insan aklı olunca,
yarının moderni ve en güzeli elbette daha değişik
olacaktır. Zaten Klan Aile tipinden hareketle modernleşme yolunda
durmadan küçülen âile,1917 Bolşevik Ihtilâli ile iyice küçültülmüs ve
çocuklar da âileden koparılarak âile sadece karı-kocadan oluşur
hale indirgenmiş, onların da karşılıklı
sorumlulukları azaltılmış ve
bağlılıkları âdetâ pamuk ipliği gücüne indirilmiştir.
Yani Klan Aile tipi aşırılığının bir ucunu
oluşturursa, bu tür bir Çekirdek Aile de diğer ucunu oluşturur
denebilir.
Bütün bu âile tiplerine, gerek sosyolojik, gerekse Islâmî
açıdan baktığımızda, her birinin bazı
âvantajların yanında, bir çok sakıncalarının da
olduğunu görürüz. Nitekim karı ile kocaya indirgenen âile tipi,
bizzat Rusya'da bile daha 1925'lerde tepki görmüş, nihayet 1940'larda eski
haline çevrilmiştir. Fransa gibi bazı batı ülkelerinde bu geri
dönüş biraz daha ileri gitmiş ve anne - babayı da, evlere
yapılacak ilâve bir bölümün olması şartıyla, âileye dahil
etmiştir.
Sözünü ettiğimiz avantajlı yanlar ve
sakıncaları burada açıklamaya kalkışmamız, bizi
istenen çerçeveden uzaklaştıracağı için, onlara
değinmeyecek ve Islâmî âile tipi için; sözkonusu sakıncaları
giderici, avantajları ise bünyesinde toplayan bir âile tipi, kısaca
Islâmi aile diyecegiz. Mesele ilmi ölçüler içerisinde incelenirse, bu ifadenin
aslâ subjektif olmadığı anlaşılacaktır. Islâmi
aile tipini ille de bunlardan birine benzetmek gerekirse, bazı batı
ülkelerinde geri dönüşte varılan noktadaki modern çekirdek aile,
Islâmi olana en yakın olanda denilebilir.
Öyleyse Islâmi olan nasıldır?
Bu soruya en kısa şekilde şöyle cevap
verebiliriz: Dayanışmada Klan Aile tipini andırır
şekilde -fakat aynısı değil- kalabalık, hattâ
"el-Akrap fel-Akrap" formülü ile "âkile" gibi büyük bir
cemaat oluşturacak kadar geniş, saygı ve sevgi esasına
dayanan, günlük hayatta, yatmada; kalkmada; tek tek herkesin şahsiyetini
geliştirmede ve herkesi konumuna· göre sorumlu olma düzeyine yükseltmede
çekirdek bir âile tipi. Ne var ki bunun son derece kapalı ve
açıklamaya muhtaç bir genelleme olduğu da bilinmelidir.
Diğer yönden, ekonomik dünya görüşlerinin aile
tipinin, aile tipinin de konut tipine, mimariye, dolayısıyla
şehircilik anlayışına etki edeceği de ayrı bir
gerçek, bu yönüyle baktığımızda da Islâmdaki âile dar ve
geniş anlamda olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dar anlamda çekirdek
birim, -küçük çocuk yoksa karı ile kocaya kadar inebilir. Onların
"Beyt" anlamında bir barınağı olacağı
gibi, yetişmiş çocukların ve anne-babanın da bu anlamda
müstakil birer "Beyt"i, ya da konutu bulunacaktır. Bunu
Kur'ân-ı Kerim'in Nûr Sûresi ayet 61 den ve Peygamberimizin on
yaşına gelmiş çocukların gecelemede birbirlerinden
ayrılması emrinden anlıyoruz. Ayrıca Nûr Sûresi 58. ve 59.
âyetler de bu konuda bize ışık tutar. Bu bağlamda
"beyt" ve "dâr" kelimelerinin
taşıdıkları anlamlar da bizim Islâmî âile tipi ve konut
şekli hakkında bilgi edinmemize yardımcı olur. "Beyt",
müstakil olarak kilitlenebilir, yerine göre küçük konuttur. Bazan bir oda bile
"beyt" anlamı taşıyabilir. "Dâr" ise
beyt'lerden oluşan âdetâ bir toplu konuttur. Ancak Islâmda âileler
arası dayanışma, asabe, âkile, ya da
"el-Akrap-Fel-Akrap" formülüne göre zorunlu olduğu için
beyt'lerden oluşan toplu konut, yani "dâr" tipinin Islâm mimarisinde,
revaklı cami avlularını andıran, bir tek karevî meydana
açılan, dışa kapalı bitişik odalar şeklini
aldığını görürüz. Bu tip Islâmî mimari, halen bazı
doğu ve güneydoğu Anadolu kasaba ve şehirlerinde,
Mısır'da; Suriye'de ve Irâk'ta yaşanmaktadır.
Islâmi Aile,
Islâm dışı bütün âile tiplerinden farklı, fâkat daha çok
modern çekirdek âileye yakın orijinal bir âile tipidir.
Islâmda aile
yuvası "harem" (saygın ve kutsi" olarak
adlandırılır ve âiledeki her ferdin naslarla çizilmiş bir
hürmet hakkı ve görevi vardır. Bu itibarla âilede hürmeti zedeleyen
her yol kapalıdır. Karı ile koca müstakil bir beyt'te
yaşadığı gibi, hizmetçi ve yetişkin çocukların
odaları da ayrıdır. Yetişkin olmayan, fakat karı-koca
ilişkilerinden haberdar çocuklar da, anne ve baba ile aynı odada
yatamazlar. Ev, mahrem olmayan kadın ve erkeklerin halvetine engel olacak
kâdar büyük ve bölmelidir, ya da bu durumda olanlar müstakil evlere
ayrılmak zorundadır.
Yaşlılar
kendilerine yeterli oldukları sürece yaşarlar. Ancak bakılmaya
muhtaç durumda iseler, kanunlarla belirlenmiş sıraya göre
yakınları onlara bakmakla yükümlüdür. Bu sadece vicdanlara
bırakılmamıştır. Vicdanlar âhiret inancıyla
terbiye edilmekle beraber, zorlayıcı kanuni müeyyideler de
vardır. Dolayısıyla Islâm Toplumunda Huzur Evi ve Kres denen
tecrit kampları yoktur.
"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve
eşitlik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah için "hiç kimse 0'nun
dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)
Islâm hukukûnda ise, "kefâet",
aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda
karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Meselâ Hanefi
mezhebine göre kocanın karıya; nesepte, dindarlık ve takvâda,
meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı
olmaması gerekir.
Buna göre 1. Temiz ve dindar bir adamın
kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve
nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş
olur. Ama fâsıklığın sınırını
belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların
maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk
olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve
onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı
görüşündedir.
2. Haram olmayan hiçbir iş insanı aslında
küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler
itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle
bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine
bağlıdır. Bir üniversite hocasının
kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi.
Ancak Imâm-ı Az'am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da
çok fâhiş bir farklılık olursa itibar edilir demiştir.
3. Hür olan bir kadın, hür olmayan bir erkekle
evlendirilemez. Ancak günümüzde kölelik bulunmadığından bu
maddenin uygulanması söz konusu değildir.
4. Kadının peşin mehrini ve
nafakasını(mesken, elbise, yeme, içme) temin edecek kadar maddi
imkânı olmayan bir erkek; zengin ve müreffeh bir kadına denk
değildir. Ebû Yusuf'a göre, mehre imkânı olup, nafakaya imkânı
olmayan "denk" değildir ama, mehre imkânı olmayıp
nafaka teminine imkânı olan "denk"tir. Çünkü kadın mehrini
isterse sonraya da bırakabilir. Ancak erkek kadının
nafakasını (mesken, elbise ve yeme içme masraflarını)günlük
olarak temin edebilecek durumda ise denklik için bu yeterlidir, erkekte bunun
ötesinde bir zenginlik aranmaz.
5. Sadece Babası Müslüman olan erkek; hem Babası
hem de dedesi Müslüman olan kadına denk değildir. Ama Babası ve
dedesi müslüman olduktan sonra, daha ötesine itibar edilmez. Babası
müslüman olmayan bir müslüman erkek de bâbası müslüman olan bir
kadına denk değildir. Çünkü müslümanlar dinî asalete önem verirler.
6. Kabîlecilik ve ölçüde ilkel bir duygu olmakla beraber,
bunun kuvvetle yaşadığı yerlerde düşük itibar edilen
bir etnik gruba mensup bir erkek, kendilerini çok şerefli sayan bir
kadına "denk" değildir: Bu aslında birinin üstün,
diğerinin aşağı olduğundan değil, öyle kabul
edildiğinden ve bunun aile bağını sarsıcı bir
unsur olabileceğinden ötürüdür. Bu yüzden erkeğin
aşağı sayılan kabile den evlenmesi halinde böyle bir
endişe yoktur.
Imdi Islâm hukukuna göre bu konularda bir
kadının velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkeğe
varması halinde, kendisine ve velisine gelecek aşağılanma
endişesinden ötürü velisi bu nikâhı onaylamayabilir ve
onaylamayınca da mahkeme nikâhı fesheder, yani boşama değil
fesih olmuş olur. Kadın da artık o erkekle beraber olamaz. Ama
kadının yakın velisinin, o yoksa eşit velilerinden
birisinin bu evliliği kabul etmesi halinde nikah geçerli olur ve
artık kabul etmeme söz konusu olmaz. Ama kabul edenin uzak veli
olması halinde yakın velisi kabul etmeyebilir ve onun dediği
olur.
Velinin kızı adına mehri alması, çeyiz
hazırlığına başlaması, kocadan nafaka tedarikini
istemesi, kabul demektir. Artık dönüş olmaz. Ama susmuş
olması kabul demek değildir.Görüldüğü gibi "denklik"
sadece kadının lehinedir ve bunda sadece onun onuru ve sosyal
statüsünün korunması hedeflenmiştir. Başka bir deyişle
erkek bu sayılan özelliklerde kendisinden aşağı bir
statüdeki kadınla evlenebilir, ama kadın kendisinden
aşağı statüdeki bir erkekle evlendirilemez.. Çünkü bu kadın
onurunu zedeleyici ve onu aşağılayıcı bir sonuç
doğurabilir: Sosyal kabullenişte "aşağı" bir
erkekle evlenmek kadına ağır geldiği kadar, yine sosyal
kabullenişte "aşağı" bir kadınla evlenmek
erkeğe ağır gelmez: "Sosyal kabullenişte
aşağı"diyoruz, çünkü gerçek üstünlük, sosyal statü ile ve
kadın ya da erkek olmakla değil, "takvâ" iledir. Onu da
ancak Allah bilir. "Kefâet"le ilgili birinci önemli nokta budur.
Ikinci nokta "kefâet"in yine Hanefîlere göre,
nikâhın sahih olmasının şartı değil de, geçerli
olmasının şartı olduğudur. Yani bu "denklik"
itibarıdır, aslında değil de insanların
kabullenişiyle alâkalıdır. Bu yüzden denk kabul edilmeyen
eşlerin evlenmesi halinde bile nikâh sahih olur, ancak kadının
duygularına mağlup olabileceği hesaba katılarak
geçerliliği velisinin iznine bağlı bulunur.
"Kefâet"in aslında değil de itibari
olduğundan ötürüdür ki, bazı fıkıhçılar nikâhta
denklik diye bir şeyin zaten olmadığı kanaatindedirler.
Sevri, Hasan Basrî, Mâlik ve Hanefîlerden Ebûbekr Râzî ve Kerhî bu
görüştedirler ve tutundukları delilleri de vardır:
Meselâ : 1. Allah "Biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık (yani hepiniz aynı kökendensiniz)... Allah
katında en değerliniz en takvâlı
olanınızdır." buyurur (Hücürât 49/13)
2. Rasûlüllah Efendimiz: "Hiç bir Arabın Arap
olmayana, takvâlı olması hariç, bir üstünlüğü
yoktur"(Zuhayrî, el-Fıkhu'I-Islâmî VI/232 vd.) "Insanlar
tarağın dişleri gibidir. Hiç bir Arabın Arap olmayana
üstünlüğü yoktur. Üstünlük tâkvâ ile dir" buyurmuştur.
3. Aslen köle olan Bilâl, Ensar'dan bir kadına talip
olmuş, onlar kabul etmeyince Rasûllüllah da vermelerini emretmiştir.
Bunun başka örnekleri de vardır. (Örnekler için bk: Zuhayıî,
el-Fıkhu'I-Ilslâmî VN/230-31; Mavsilî, Ihtiyâr Nl/144)
4. Insanların insan olmaları
bakımından kanları eşittir. Asil birisi,
aşağı birisi için, âlim için öldürülür. Demek ki insanlar
arasında fark yoktur.
Ama dört mezhebin fıkıhçılar
çoğunluğu (cumhur), denkliği nikâhın geçerli
olmasının şartı olarak görürler. Onların delilleri de
şunlardır:
1. Rasûllüllah Efendimiz: "Üç şey geciktirmeye
gelmez.. Dengi bulunduğunda kız", "Kadınları
ancak dengi olanlarla evlendirin", "nutfeniz için seçme yapın ve
denk olanları birbirleriyle evlendirin" "soylu
kadınları, denklerinden başkasıyla evlenmeye
bırakmam", "Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz
bir erkek geldiğinde kızınızı onunla evlendirin. Böyle
yapmazsanız (yani bu konularda denklik aramazsanız) yeryüzünde fitne
ve büyük fesat çıkar" (Hadîslerin kâynagi için bk. Zuhayıî age VN/232-33)
buyurmuştur. Ibn Hümâm'ın dediği gibi, bu hadisler zayıf
olsalar da, birçok kanaldan gelmiş olunca manaları birbirini
güçlendirmiştir. (Fethu'I-Kabîr N/417 vd.)
2. Makul olan da evlilikte denkliğin gözetilmesidir.
Çünkü uyumlu bir aile ancak böyle kurulabilir. Kadının,kendi
statüsüne göre aşağı bir erkekle evlenmesi halinde,
kadınlık onuru rahatsızlık duyabilir,
başkaldırabilir. Böyle bir erkekle evlendiği için ailesinin ve
kendisinin aşağılandığı duygusuna
kapılıp, huzursuzluk çıkarabilir. Çünkü kadın genellikle
edilgendir, bekleyen ve alan durumundadır. Kocasını herhangi bir
yönden eksik olarak görmesi, onu hedefine ulaşamamış kılar.
Böylece aralarındaki sevgi bağları kopar, aile yuvası
dağılır. Âdeten kadının ailesi de bu konuda
erkeğin ailesinden daha duyarlıdır ve daha çabuk etkilenir.
Kısaca erkeği, belli konularda kendisinden daha aşağı
itibar edilen bir kadınla evlenmiş olmak, genellikle etkilemez ama
bu, kadın için çok etkileyici olabilir. Bu yüzden "denklik",
sağlam ve kalıcı aileler kurmakta gerçekten ilginç ve etkili bir
çaredir. Bunu etrafımıza bakarak da hemen farkedebiliriz. Nice büyük
siyaset adamları, bakanlar, üst düzey bürokratlar, doktorlar, profesörler
tanırız; hanımları ilkokul mezunudur, hatta
bazıları ilkokul mezunu bile değildir. Sadece ev
hanımıdırlar, bir sosyal statüleri yoktur. Ama buna rağmen
huzurlu, sıcak ve verimli bir aile yapısına sahiptirler. Bunun
aksini düşünmek, genellikle mümkün değildir. Bir bayân profesör, bir
doktor, bir yüksek bürokrat, kültürsüz ve ıssız bir erkekle, bir
ayakkabı boyacısı ile evlenmez. Evlenmiş olsa da bu evlilik
yürümez; kadın bunu kendisine yakıştıramaz ve bu tür
evlilikler nadiren olsa dahi boşanma ile sonuçlanır. Tamamen
değilde genellikle böyle oldûgu için, Islâmda denkliğin
olmaması, nikâhın sıhhatine zarar vermez.
Türkiye'de yürürlükte bulunan Medeni kanunun Aile. Hukuku,
Islâm Hukukunu kabul etmediğine göre, ülkemizde bu konuda
inandığımı yaşamak istiyorum diyecek fertler
açısından durum ne olur?
1. Önce "denklik" meselesi aslı ve tam
objektif bir mesele değildir. Itibaridir. Onun için velinin izni
alınmadan yapılan evliliklerde, "denklik"
açısından yapılacak itirazları, kişilerin kendileri
değil, güvenilen ilim ehlinin tesbiti gerekir. Evlenen kadının
rızası ve velinin izni olursa zaten mesele kalmaz.
2. Böyle bir durumda, denksizliğin tesbit edilmesi
halinde, müracaat mercii mahkemedir. Nikâhı fesh ve eşleri
ayırma hâkimin elindedir. Bugün böyle bir şey istenemeyeceğine,
hakem tayinini de taraflardan biri büyük ihtimalle kabul etmeyeceğine
göre, böyle nikâhların dinen sabit olduğu ve artık
bozulamayacağı sonucu ortaya çıkar.
3. Bu tür olumsuzluklara meydan vermemek için, günümüz
şartlarında dinî nikâh yapmak isteyen müslümanların, resmî nikâh
yapmadan bunu yaptırmamaları akıllıca bir hareket olur.
4.Imam Ebû Hanîfe'den bir nakle göre de,
kadının dengi olmayanla evlenmesi zaten câiz değildir. Serahsî
bunun daha ihtiyatli bir yol olduğunu söyler. Çünkü herkes mahkemeye
başvuruyu iyi bilmiyor, kadıların hepsi de adil olmuyor, der. Bu
gün için böyle bir mahkemeye başvurmak hiç mümkün olmayacağından
güvenilir âlimlerin denksizliğin bulunduğunu tesbit etmeleri halinde,
veliler yapılan nikâhın hiç olmadığını kabul
ederek ona göre davranabilirler. (Allahu a'lem). Ancak denkliğin bulunup bulunmamasına
karar verecek olan, velilerin kendileri değildir. Yanlış bir
adım atılması durumunda da birisiyle nikâhlı bulunan
kadın, bir başkasına nikahlamak gibi bir durum ortaya çıkar
ki, bu zinaya sebep olan bir birleşmedir. Meseleye Islâm hukuku açısından
bakıldığında durum budur. Bugünkü medeni hukuk
açısından meselenin değerlendirilmesi ise ayrı bir konudur.
İSLAMDA EVLENMENİN HÜKMÜ NEDİR?
İslamda evlenmenin hükmü üç kısımdır: Vacip, sünnet ve mübahtır.
1- Bir kimsenin şehveti galebe çalıp günaha girmekten endişe ederse evlenmesi vaciptir.
2- Bir kimse şehvet hissine sahip olur, fakat iradesi kuvvetli olduğundan günaha girmesi söz konusu olmazsa maddi durumu müsaid olduğu takdirde evlenmesi sünnettir. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Ey gençler cemaatı! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan en çok çevirici ve ırzı en ziyade koruyucudur. Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç onun için şehvet kırıcıdır" (Buhari, Müslim). İmam-ı Şafii (ra) şöyle diyor: "İradesi kuvvetli olduğundan harama girmekten endişesi olmayan kimsenin evlenmeyip ibadetle meşgul olması daha iyidir. Çünkü Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yahya'yı "Hasun" kadınlara karışmayan- kelimesiyle meth ve sena ediyor."
3- Bir kimse yaşlı veya cinsi iktidarı zayıf olursa evlenmesi mübah ise de, evlenmemesi daha iyidir. Çünkü evlenme gereği olmadığı halde ağır bir yük altına girmiş olur (al-Müğni li ibn Kudame).
"Istimnâ" Arapça'da, "istihâ bi'l-yed" ve "hadhada" olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir "fıtrat" dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: "...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır..." (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, "bunun ötesine geçenler"e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)
Bir hadîste: "elini nikâhlayan met'undur" (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, "meşâyihin rivayeti" diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: "Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir" Atâ'nin bir rivayetinde: "Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum" demiştir.
Ayrıca Allah (c.c.), evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: "Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır." (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)
Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da "haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur" der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: "Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür" denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: "Zina yapmaktansa bu iyidir" (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; "iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir", "zaruretler haram şeyleri mubah kılar" kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır. Hanımının eli vs. azaları ile yapılması ise her halûkârda câizdir, helâldir.
İzar daha çok hadis ve fıkıh kitaplarında geçer. Eskiden takım elbise "izar" ve "rida"dan ibaretti. Belden aşağı bağlanana izar; ihram gibi omuza atılana da rida denirdi. Rida yeteri büyüklükte olunca, sağ ucunu sol omzundan geçirip ve sol ucunu sağ kolunun altından çıkarıp iki ucunu ya göğüs tarafından, ya da arkadan bağlayarak örtü yapmak suretiyle namaz kılmak mümkün ve caizdir. Ashab-ı Kirâm'dan Amr b. Seleme, Hz. Peygamber'in böyle bir rida ile namaz kıldığını nakleder (Buhârî, .Salât, 4; Müslim, Salât, 279, MiŞâfirîn, 83, 196; İbn Mâce, Tahâre, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 239, 257, 281, 351).
Tek parça halindeki kumaşın iki ucunun bağlanması, rükû sırasında bunun düşmemesi ve namaz kılanın kendi avret yerine gözünün takılmaması içindir (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 28).
Günümüzde hacca gidenlerin ihram niyetiyle belden aşağıya bağladıkları büyücek havlu izar, omuza alman üst havlu ise rida yerindedir. Bu giysiler erkekle ilgilidir.
Kadının ise namaz kılarken ve yabancı erkeklerin yanında, ya da ev dışına çıktığında yüz, el ve ayaklar dışında tüm bedeninin örtülmesi gerekir. Kur'an-ı Kerîm'de kadının tesettürü için iki parça giysiden söz edilir. Birincisi yanlara serbest salıverilen başörtüsü (hımâr, çoğulu humur), diğeri bedeni aşağıya kadar örten dış elbise (cilbâp, çoğulu celâbîb)'dir (bk. en-Nûr, 24/31; el-Ahzâb, 33/59).
Kadınların hac'ta normal tesettürleri ihram yerine geçer. Onlar için ayrıca ihram giysisi söz konusu değildir.