TAADDÜD (ÇOK EVLiLiK)

Bir müslüman bu konuda herhalde şöyle düşünür:

"Taaddüdü-zevcat" erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesi anlâmına gelen Islâmî bir terimdir. Batılılar buna daha geniş anlamı ile "poligami" derler. Dolayısı ile "taaddüd-i zevcât" tamıtamına "poligami" değildir.

Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlardan sözeden sûrenin başında, insanları bir "nefis"ten yarattıgını hatırlattıktan sonra: "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekte onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil de hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız, ya da sahibi olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. Sapmamanız için en uygun olan budur..." (Nisâ (4) 3 ) buyurur. Aynı sûrenin daha sonraki bir âyet-i kerimesinde de yine adalet emredilerek "Siz uğraşsanız da adaleti hakkıyla uygulayamayacaksınız, bari büsbütün birine meyledip te öbürünü askıya almayın..." (Nisâ (4) 129) buyurur. Işin münakaşasına girmeden önce bu âyetlerden neyin anlaşıldıgını görelim:

1- Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. Yani her ikisi de Allah'ındır. Onlara diledigi gibi hükmetmesine kimsenin müdahale etme hakkı yoktur.

2- Bir takım adaletsizlikler ve zaruretler sözkonusu olduğunda, insanı yaratan Allah, erkeğin dört kadına kadar evlenmesine izin vermiştir.

3- Birden fazla kadınla evlenmesi halinde, aralarında adaleti göstermeyeceğini bilen erkek, bir tane ile yetinecektir.

4- Insanın kadınları arasında fiili ve kalbi ile denklik yapıp, tam adil olması mümkün değildir.

5- Bu takdirde kalbi birisine meyletse bile, fiili ile aralarını ayırıp birini terkedilmiş bırakmayacaktır.

Imdi; Allah'ın varlığına, gücüne, bilgisine ve adaletli olduğuna kesinkes inanan bir insan, ilk bakışta normal değil gibi görülen bu uygulamanın, Allah'ın emri olduktan sonra, hiç te anormal bir tarafının olmadığını anlayacak ve düşünmeye gerek duymadan bile, bunu olduğu gibi kabullenecektir. Çünkü Allah Hakîm'dir, yani her yaptığı yerli yerindedir ve en uygun olanıdır. Eğer inanmasına rağmen kalbinde hâlâ bir "acaba!" dolaşıyorsa, işin başına dönmesi ve Allah'ı yeni baştan tanıması gerekir. Çünkü tanımada bir hatâ var demektir. Yani insan Allah'ı eleştirme gücüne sahip değildir ki, kendinde böyle bir hak görebilsin. Nasıl davranması gerektiğini, 0 mu yarattığı insana soracaktır, yoksa yarattığı insan mı ona soracaktır? Yine insan, Allah'ın her yaptığı işin hikmetini anlayabilecek güçte de değildir ki, bunun isabetsiz olduğunu görebilsin.

Görüldüğü gibi müslüman için problem yoktur. Mesele Allah'ın uygulamasıdır, deyince herşey biter.

Ya insan Allah'a inanmıyorsa, ya da bulanık biçimde inanıyorsa ne olacaktır? Ona da, bu meseleden önce Allah tanıtılır. Allah'ı iyi tanıyabilirse, onun durumu da aynı olacaktır.

Konunun bir yönü budur, ama bir de öbür yönü vardır: Müslüman Allah'ın hükmüne inanmakla beraber, Hz. Ibrahim Peygamber gibi, kalbinin O'nun söylediklerini tırmalanmadan kabul etmesini ve doğruluğuna, gözüyle görmüş gibi inanmasını ister. (Hz. Ibrahim'le ilgili kıssa için bk. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara (2) 260.) Işte düşünme gücü sağlam olan ve ön yargılar taşımayanlar, aklen de bunun isabetliliğini bulabilirler:

Bundan önceki başlıkaltında kadınla erkeğin eşit oldukları ve olmadıkları yönleri anlatmış ve farklı oluşlarının onlara farklı görevler yükleyeceğini söylemiştik. Pozitif elektrik taşıyan kablo bir naylon elbise ile izole edilir, çünkü onun tabiatı onu gerektirir. "Efendim, elektrik enerjisinin oluşmasında artı ve eksi (pozitif ve negatif) elektrikler arasında hiçbir fark yoktur, çünkü hiçbiri öbürsüz olamaz. Öyleyse ikisine de eşit davranılsın ve ikisi de açık, ya da ikisi de kapalı kablo ile taşınsın." demenin akıllılık olmayacağını herkes anlar. Çünkü elektriklerin tabiatı, yani niteliklerindeki temel espri bunun, öbür türlü olmasını gerektirir. Demek ki, mesele bir tabiilik ve yaratılış, yani "fıtrat" meselisidir. Öyleyse bunu gerektiren fıtratı biraz daha açmaya çalışalım:

1- Doğum istatistikleri genel olarak kadınların erkeklerden fazla olduğunu gösterir. (%52'ye %48, yaklaşık olarak.) Hattâ bu farkın değişik zamanlarda daha çok arttığı da görülmüştür. Bunlar bir tarafa genel olarak yüzde üç dört fazla olan kadınlar kocasız mı kalsın, yoksa fuhşa mı düşsünler? Bu,.normal zamanlara ait bir durumdur. Dünyanın harpsiz yaşadığı çok az görülmüştür. Meselâ Istiklâl Harbimiz'de Doğuda Allahüekber Daglarında üç gün içerisinde sadece soğuktan yetmişbin gencimiz ölmüştü, bir o kadarı Çanakkale'de şehit olmuştu. Hepsi kadar da harbin diğer cephelerinde kaybetmiştik. Bunlara düşecek kadınlar, yalnız başlarına hayatın zorluklarına mı terkedilmeli idiler, fahîşe mi olmalı idiler (çünkü cinsel ilişki de fitrî bir ihtiyaçtır), yoksa bir başka kadınla beraber bir erkeğin himayesine mi girmeli idiler? Aynı şeyi bugün Iran ve Irak'in zavallı kadınları için soralım. Her iki taraftan bir milyona yakın evlenme çağındaki insanın boşluğunu dolduracak hangi formülü teklif edebilirsiniz? Irak arkasından bir o kadar genç erkeğini de Kuveyt'te kaybetti. Demek ki zaruretler bazan mahzurlu olan şeyleri de normal kılar.

2- Kadının, cinsel isteklere cevap verebilme zamanı, erkeğe göre dörtte bir oranında azdır. Çünkü kadının her ayının bir haftası âdetle geçer. Buna bir de hamile ve lohusalık dönemindeki elverişsizliği eklensin. Şimdi tabiî durum bu iken, kadınlarda çokça görüldüğü gibi, kadın bir de müzmin bir hastalığa yakalanmış ve erkeğin ihtiyacını göremiyor bir durumda ise, tersine, erkek de cinsel gücü fazla birisi ise:

a) Bu hasta kadını boşayıp hepten yalnız ve himayesiz mi bıraksın,

b) Cinsel ihtiyacını kaldırım yosmasıyla giderip, cabası olarak bir de sağlıgını tehlikeye mi atsın? (AIDS günümüz insanına çok şey öğreteceğe benziyor),

c) Yoksa hem hasta hanımına yardımcı olacak, hem de kendi ihtiyacını giderecek ikinci bir hanım mı alsın?

Fıtratın gereği yapılmadığında, doğacak sonuçlar her zaman daha tehlikeli ve zararlı olmuştur. Birden çok kadınla evlenmenin yasak edildiği her devirde erkekler, başka kadınlarla daha yüksek oranlarda ilişkide bulunmaktan geri durmamışlardır. Bir ilim adamımızın deyimiyle, "Teaddüdü zevcata engel olunmuş, ama teaddüdü firasa engel olunamamıştır." (Musa Kâzim Efendi, Dinî, Ictimaî, Makaleler, Mustafa Sabri Efendi, Mes'eleler.) Yani, eşlerin çok olması önlenmiş ama, yatakların çok olması önlenememiştir. Çünkü, bu fıtratın gereğidir. Öyleyse bunun meşru mu, gayrı meşru mu yapılması daha iyidir?

Türkiye için bir örnek vermeye çalışalım.1983 emniyet raporlanna göre. (Kaynak Hürriyet Gazetesi) Türkiye'de bilinen 338 bin hayat kadını, iş olarak kendini satmayı seçmis ve bu yolda çalışmaktadır. (bk. Cumhuriyet 7.1.1988 son sayfa).) Her biri günde en az iki iş gördüğünü ve bir erkeğin ortalama haftada bir hayat kadın aradığını düşünürsek, bir kadın haftada ondört ayrı erkekle yatıyor ve 14x338= 4.732.000 erkek gayri meşru ilişkide bulunuyor demektir. Bu ilişkilerden doğan fiziksel ve psikolojik hastalıklar, yıkılan yuvalar, emniyetin tesbit edemediği gayrı meşru ilişkiler, bu yüzden kendilerini suçlu hisseden erkeklerin yuvalarında sebep olacakları huzursuzluklar ve benzeri olumsuzluklar da ayrıca hesaplanmalıdır.

3- Kadın huysuz birisi ise ve boşanmak her iki tarafı perişan edecekse, onu kapı dışarı atıp, onun da bir başka erkeğin de başını belâya koyma yerine, bir başka kadınla evlenip, kıskançlık duygularını harekete getirerek bir rekabet ortamı doğurmak ve onu da yola getirmek daha elverişli olamaz mı!

4-Zamanın ve şartların değişmesine göre işi, çoğunlukla evinin dışında olan ve işi gereği uzak memleketlerde bulunan erkek, ihtiyacını gidermek zorunda olduğuna göre, orada dostlar mı edinmelidir, yoksa bir nikâhlısı mı olmalıdır? Bu konularda erkeklerin, kadınlara göre çok sabırsız oldukları da yine "fitrî bir olaydır.

Konunun bir başka yönü daha vardır: Kadın haklarını düşündüklerini iddia ederek "taaddüd"e karşı çıkanlar, vücudunu satarak geçinen binlerce, hattâ yüzbinlerce kadını insan saymıyorlar mı?.Insanın değerine (keramet) hiç önem vermeden, ahlâk ve sağlık kurallarını da çiğneyerek icrayı faaliyet eden bu ten tâciri kadınlar, acınmaya muhtaç değil mi? "Taaddüd" olsaydı onların en fazla dörtte biri bir kocanın ikinci karısı olacaklardı ve hergün bir sürü kirli, paslı, hastalıklı ve ne idüğü belirsiz erkeklerle değil, istediği zaman ve biçimde, psikolojik tatmin de duyarak bir erkekle yatacaklardı. Bu ikisi arasındaki farkı görmemek için geri zekâlı ya da kör inatçı olmak lâzım.

Bunlar da konunun üçüncü yönüdür. Konunun bir dördüncü yönü daha vardır, o da: gerçekçi olma zorunluluğumuzdur: Islâm, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini emretmemiş, tersine bunun zor bir iş olduğunu duyurmuştur. Birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek, her ikisine de nafaka vermek zorundadır. Çünkü kadın çalışmak zorunda değildir. Ayrı istemeleri halinde, her ikisine de müstakil ev almak, ya da tutmak zorundadır. Yani birden fazla kadınla evlenmek zevkli bir şarap değil, bir derde derman olacak acı bir ilâçtir. Acı olduğu için ilâcı terketmek, akıllılık olmasa gerektir. Bu şartlar altında, varsayılacak bir Islâm toplumunda, teorik olarak erkeklerin yüzde kaçı birden fazla kadınla evlenebilecektir? Matematiksel hesaba dayanarak söylersek, iki kadınla evlenmesi halinde, erkeklerin ancak yüzde üçü-dördü birden çok kadınla evlenebilecek, bunların bir kısmının da ikiden çok kadın alacağı düşünülürse, o takdirde erkeklerin ancak yüzde biri, ya da ikisi ikinci ya da üçüncü bir kadın alabilecek, geri kalan yüzde doksan sekizya da doksandokuzu bir kadınla yetinmek zorunda kalacaktır. Kadın da zaten istemediği bir evliliğe zorlanamayacak, bu sonuca, isterse katlanacaktır. Kadınların sayısının erkeklere oranla bu kadar fazla olduğunu daha önce söylemiştik. Demek ki, matematiksel gerçekler de fitrîliği doğruluyor.

Gayri meşru hayat yaşayanlar bir yana, bu gün acaba, yasak olmasına rağmen, birden çok evlilik yapan erkekler bu oranın altında mıdır? Demek ki, "fitrî"liğe, avamca ifadesi ile, yasak sökmüyor.

Nitekim bu fitrî gerekliliği, zaman zaman birçok batılı düşünür kavramış ve uygulanmasını önermiştir. Kaldı ki, bu sadece Islâm'da olan bir uygulama değildir. Tarihin her döneminde, şöyle ya da böyle uygulanmış ve uygulanmaktadır. İslam'ın yaptığı, bu sistemi islah etmek, sınırlamak ve bir düzen içerisinde meşru kılmaktan ibarettir.


TALAK VE RESMÎ BOŞAMA

Kadın, resmî nikahını başkası ile evlenebilmesi için kocasına verirse ondan şer'an da boşanmış mı olur?

Önce biz; Islâm hukukunun müeyyidesi bulunmayan böyle bir ortamda ne resmî nikâh olmadan asıl nikâhın (dini nikahın) yapılmasını, ne de çok özel durumlar olmadıkça, birden çok evlenilmesini uygun görüyoruz. Bunu gerekçeleri ile daha önce belirttik. Ikinci olarak; nikâhın ve talakın (boşamanın) şakasının dahi ciddi sayılacağını ve hüküm ifade edeceğini hatırlatalım. Bir diğer ifade eli rol icabi dahi karısını boşadığını söylese yine boş olur. Bunun insaniliği, hikmet ve felsefesi ise ayrı bir konudur. Buna göre, birinci karısının resmî nikâhını diğerine vermesinin, yani resmen boşanmış olmasının ne şekilde cereyan ettiğini de bilmemiz gerekir. Eğer hakim huzurunda ve sözlü olarak olmuş ve meselâ hakimin: "Boşanmayı kabul ediyor musun?" gibi bir sorusuna, "evet", ediyorum, boşadım boşuyorum" gibi sözlü bir cevap vemişse karısını gerçekten boşamış olur. Ancak sözle ifadesi mümkün olan bir yerde kalben boşamadığı halde bir evraka boşadığını yazsa, ya da yazılı bir evrakı imzalasa (diyaneten) boşanmış olmaz.(bk. Ibni Abidîn, N/42I, 428-429) Ne var ki, sözlü olan ifadesinde de başkasına niyet etmiş olmadıktan sonra, bir ric'î (dönüşlü) talakla boşamış olacağından, yeni bir nikâha gerek kalmadan karısıyla yine beraber olabilir.


TÜP BEBEK

Kadının çeşitli sebeplerle gebe kalamaması halinde, doktorların erkek ve kadından alınan eşey hücreleri (sperm ve yumurta) laboratuarda dölleyerek oluşturdukları cenini, kadının döl yatağına (rahim) zerk etmeleri işlemine halk arasında tüp bebek denir. Bu işlem tıpta yapay dölleme ya da tüpte dölleme olarak anılmaktadır.

Nikâhlı eşler arasında sun'î tohumlama yoluyla çocuk sahibi olmak mümkün ve caizdir. Nitekim eş-Şirbînî, bu konuda şöyle der: "Bir kadın ihtilam olmuş kocasının menisini cinsel organına yerleştirmek suretiyle gebe kalsa, doğan çocuk meşrûdur ve kadın bu işlemden dolayı günahkâr olmaz" (eş-Şirbînî, Muğnî'I-Muhtâc, III, 384). Aşılama ve ceninin gelişmesi aşamalarında tıbbî usullerden yararlanarak çocuk sahibi olmak da bu niteliktedir. Ancak spermin evli olmayan kimselerden alınıp aşılama yapılması veya doğumu gerçekleştirmede aracı bir kadın kullanılması bir çeşit zina olur. Bu durumda çocuğun annesi doğuran kadın, nesebini reddetmediği sürece bu kadının nikâhlı kocası da babası olur.

Kısaca sun'î âşılama veya tüp bebek uygulaması tıbbî bir tedavi yöntemi olup, yalnız karı-koca arasında olmak şartıyla caizdir. Çünkü vücuttaki organların normal fonksiyonlarını yerine getirememesi halinde, tedavi olma hakkı ve görevi vardır. Hz. Peygamber, "Tedavi olunuz" buyurmuştur. Bir erkek veya kadının çocuk sahibi olmaya çalışması hem vazgeçilmez bir hak, hem de bir zarurettir. Çünkü evliliğin en önemli amaçlarından birisi neslin devamıdır. "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar" kaidesince, erkek veya kadın tedavi imkânlarını kullanır (bk. eş-Şirbînî, a.g.e., III, 384, IV, 306; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Ilmihali, Istanbul 1991, s. 640; Halil Güvenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, Istanbul 1990, II, 153-156).


TÜY DÖKÜCÜ KREM KULLANMAK

Giderilmesi gereken tüyleri kazımak için tüy dökücü kremler kullanmanın hükmü nedir?

Tibben sağlıga zararlı olmayan kremlerle ya da "hamam otu" denen Kalsiyum+Baryum karışımı müstahzarla (nevra) kıl temizlemekte bir sakınca yoktur. ( Bk. Sevkânî, Neylü'I evtâr I/131; Ibn Âbidin VI/406; Alâuddîn Abidîn, el-Hediyye'I-Alâiyye 255) Ancak fıtrat hadîsinde geçtiği gibi, ( Hadis için bk. Buhârî, libas 5l, 63, 64; Müslim, tehâret 49, 50; Ebû Dâvud, teraccul 16; Tirmizî, edep 14) güzel olan, güç yetirebiliyorsa, koltuk altını yolmak, kasıkları ise traş etmektir. Hatta sözü edilen hadîsde "demir kullanmak" ifadesi geçtiğinden, kasıklar için sünnet olan, yolmak değil traş etmektir. Kasıklarını yolarak temizlerse, istenilen temizliği yerine getirmiş ancak sünnet olan şekli terketmiştir, diyenler vardır. ( Hâmid Mirza el-Feganî, el-Fethu'r-Rahmânî N/205 (Serhu'I Mesârik'ten naklen)Fakat kadınlar için sünnet olan, kasıklarını traş etmek değil, yolmaktır diyenler de vardır. 4 Alâuddin Atbidîn age. 255) Ama hem koltuk altı, hem de kasıklar, traşla, yolma ile ve kremle de temizlenebilir.( Bk. ibn Abidin, VI/406-407) Kısaca bu konuda sözbirliği edilen nokta, koltukaltı ve kasıklarda biten fazlalık kılların temizlenmesidir. Çünkü Rasûlullah Efendimiz, yukarıda işaret edilen hadîslerinde bunu fıtrattan, yani Allah'ın görmek istediği yaratılış biçiminden saymıştır: Uygun olan, bu temizliğin onbeş günde bir yapılmasıdır. Kırk günü geçirilmesi, harama yakın derecede (tahrimen) mekruhtur.


TÜY TEMIZLIĞI VE GUSÜL

Koltukaltı ve kasık tüyleri temizlendikten sonra gusül abdesti almak gerekir mi? Fıkıh ve ilmihal kitaplarımızda guslü gerektiren haller etraflıca belirtilmiştir. Bunların içinde böyle birşey yoktur. Tüy temizlemekle guslün ne alakası olabilir? O da bir temizlik değil midir? Temizlik temizliği niçin gerektirsin? Hattâ bu temizlikler yapılırken kan çıkmayacak olsa bunlar abdesti dahi gerektirmezler. Tırnak kesme de öyledir. Abdesti bozmadığı gibi, kesilen yerlerin yıkanması da şart değildir. Ancak açılan kısmın kirli olacağı hesaba katılarak ellerin yıkanması müstehab (aklen güzel) bir davranış olur.


TÜYLERI ALMAK İÇİN EPILÂSYON CÂIZ MIDIR?

Epilâsyon, iğne vb. ile tüy diplerinin yakılması ve tüylerin tekrar çıkmasını önlenmesi operasyonuna verilen addır. Işin uzmanlarından öğrendiğimize göre, özellikle yüzlerde ve yine özellikle, hormon bozukluğu vs: sebeplerle anormal olarak biten kıllarda uygulanıyor. Ayva tüyü gibi ince ve tabii tüylerde uygulaması hem zor hem de tam isabetli değildir. Buna göre Allah Rasûlü Efendimizin: "...Yüzünden (kaşlarından) tüy yolana (bu işlemi yapana) ve yoldurana Allah lânet etsin.." (Kaynağı için bk. "Zorunlu estetik ameliyat") hadîsini tekrar hatırlayalım. Çünkü bunda da fıtratı bozma anlamı vardır. Işte bu "fıtrat" meselesi ve hadisde bir de "güzellik için" kaydının bulunması fıkıhçılarımızın dikkatini çekmiş ve bu iş, tabiî ve normal olan tüyleri, dolayısı ile kaştaki kılları yolmak için değil de; kadının yüzünde anormal olarak biten, onun tabii görünümünü bozan kılları yolmak ve onu normal fıtratına getirmek için yapılırsa câizdir, hattâ kocanın izni ve isteği varsa bu müstehaptır, demişlerdir. Ama kaşları yada normal ayva tüylerini yolmak ya da yoldurmak kesinlikle haramdır. Meselâ Nevevî, sakalı, bıyığı altdudak altı tüyleri biten kadınları bu tüyleri yolması lânetten müstesnadır. Onun bunları yolması hattâ müstehaptır, der. (Nevevi, Serhu'I-Müslim XIV/353; Münâvî; Feyzu'I-Kadir V/373) Ibn Hacer bunun kocanın iznine bağlı olduğunu da ilâve eder. (Kaşı dışında) ;tüy kazıma, tırnak törpüleme (manikür), tüy yolma (naks), kızıllama (ruj) gibi şeyler kocanın izni ile olursa câizdir, çünkü bunlar zînettirler, der. (Bk. fethu'I-Bârî X/378) Taberî şöyle bir rivayet nakleder: Güzelleşmeyi (makyajı) seven genç bir kadın Hz. Aişe'ye geldi ve kadın kocası için alnındaki tüyleri yoIabilir mi? diye sordu. O da: Beni rahatsız eden şeyleri giderebildiğin kadar gider, dedi. Buna rağmen Taberî bunların hiçbirisinin câiz olmadığı görüşünü de açıklar. (Nevevî age XIV/354; ibn Hacer; age X/378) Ama Nevevi nin dediği gibi kaşlar ve normâl ayva tüyleri dışındakileri yolmakta (Allah'u alem) bir mahzur yoktur.


VÂRIS

Mirasçı, miras hakkıolan kişi. "Verise (mirasçı oldu)" fiilinden ism-i fail ve bir miras terimi. Bir terim olarak anlamı, ölen bir kimsenin mal varlığına mirasçı olan hısımlarını ifade eder.

Mirasın rükünleri üç tanedir. Müris, vâris ve tereke. Müris, vefat edip, geride miras bırakan kimsedir. Vâris, kendisine miras intikat eden, yani terekede payı ve hakkıolan kimsedir. Tereke ise, mirasçılara intikal eden mal ve haklardır. Bu üç unsur olmadıkça miras cereyan etmez.

Mirasçı olmanın sebepleri üçtür:

1- Hısımlık: Mirasçı olma sebeplerinin başında miras bırakanla mirasçı arasında hısımlık bağının bulunması gelir. Bunlar da ana-baba, dede, nine gibi kendi neslinden gelinenlerle; oğul, kız, torun gibi kendi neslinden gelenler, kardeş, amcalar veya bunların çocukları gibi nesep bağı yukarıda birleşen kimselerdir. Bu hısımlardan miras bırakana araya kadın girmeksizin bağlanan erkeklere "asabe" denir. Oğul, oğlun oğlu, baba, babanın babası gibi. Bir de payları belirli miktarda olan mirasçılar vardır ki, bunlara "ashâbü'l-ferâiz", denir. Bunların alacakları paylar ½, 1/3, ¼, 2/3,1/6 ve 1/8 olmak üzere âyet veya Hadislerde belirlenmiştir. Prensip olarak mirasçılar arasında önce ashâbü'l-ferâizin payları verilir, kalan da yakınlık derecesine göre asabeye intikal eder. Belirli pay sahipleri veya asabeden hiç hısım yoksa, bunların dışında kalan ve miras bırakanın uzaktan kan hısımı olan kimselere mirasçılık sırası gelir ki, bunlara "zevî'lerhâm" denir. Kızın kızı, annenin babası, ana bir amca, dayı ve teyze gibi. Ancak sağl kalan eş nesep hısımı olmadığı için, bunlardan kalan mirası alacak farz sahibi veya asabe yoksa, zevi'l-erhâma sıra gelir. Çünkü eşe, red yoluyla artan miras verilmez.

2- Nikâh akdi: Evlilik akdi de bir miras sebebidir. Evli eşlerden birisi ölünce diğerinin ona mirasçı olması ve miras payları âyetle belirlenmiştir. Kocanın miras payı şu âyette açıklanmıştır: "Karılarınızın çocuğu yoksa miras bıraktığının yarısı sizindir. Eğer onları çocuğu varsa, size terekesinden düşecek pay dörtte birdir" (en-Nisâ, I/'2). Kadının mirası da şöyle belirlenmiştir " Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onların (karılarınızın) dır. Eğer çocuğunuz varsa terekenizden sekizde biri yine onlardandır" (en-Nisa, 4/12). Diğer yandan sağl kalan eşin diğer farz sahiplerinden ayrıldığı nokta, tek başına mirasçı olunca, koca ise ikide bir, kan ise dörtte bir almakla yetinir. Artan mirası red yoluyla alamaz. Bu, zevı'l-erhâm denilen uzak hısımlara, hatta beytülmale kadar başka hak sahiplerine gider.

Mirasın Şartları:

Mirasın, mirasçıya geçebilmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerekir.

a- Miras bırakanın ölmesi. Bir kimse ölmedikçe malının miras konusu yapılması mümkün değildir. Ağır hastalık, baygınlık, koma veya bitkisel hayata geçmiş olan kimsenin hükmen ölü sayılması caiz olmaz. Ancak kaybolan ve kendisinden uzun zaman haber alınamayan kimsenin ölümüne hakimin karar vermesi halinde "hükmen ölüm" esası ortaya çıkar. Düşman ülkesine sığınan mürted de hükmen ölü sayılır. Kaybolan kişi için belli süreler geçmişse hâkim ölümüne hükmeder. Eşi iddet bekler, serbest kalır. Mirası, hüküm sırasında hak sahibi olan hısımlarına paylaştırır.

b- Miras bırakanın ölümü sırasında mirasçının hayatta olması gerekir. Miras bırakandan daha önce ölmüş olan bir hısım bu kimseye mirasçı olamaz. Miras bırakan vefat ettiği sırada ana karnında bulunan çocuğu (cenîn) da sağl doğmak şartıyla mirasçı olur.

c- Miras engelinin bulunmaması gerekir.

Miras engellerinden birisi bulununca, mirasçı terkeden bir şey alamaz.

Miras engelleri şunlardır:

1- Miras bırakanını öldürmek: Bu prensip, bir an önce, mirasa konmak için mûrısını öldürmeyi düşünecek olan mirasçıları böyle bir kötü düşünceden arındırmak için konulmuştur. Hangi çeşit öldürmelerin miras engeli sayılacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hadiste "Katıl mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Diyât,18; Tirmizî, Ferâiz, 17; Ahmed b. Hanbel, I, 49) buyurulur. Hanefilere göre, kısas veya keffâret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri miras engeli olur. Kasten öldürme, kasta benzer şekilde öldürme ve yanlışlıkla öldürme bu niteliktedir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, XXVI, 59 vd.; el-Kasânî, Bedâyiu's Saneyi ; VII, 234, 254; M. Cevat Akşit, Islam Ceza Hukuku ve Insanı Esasları, 55, 56).

2- Din Ayrılığı: Her iki taraf için de miras engelıdır. Bir Müslüman bir gayrı müslime ve bir gayrı müslim de Müslümana mirasçı olamaz. Hadiste şöyle buyurulur: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" (Buhâri, Hacc, II, Meğazî, 48, Feraiz, 26; Müslim, Feraiz, l; Ebu Davud, Feraiz, 10; Tirmizi; Feraiz, 15). Bu duruma göre, Müslüman bir erkekle gayrı müslim olan karısı arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da babaya tabi olarak Müslüman sayılacaklarından onlarla gayrı müslim olan anneleri arasında da mirasçılık söz konusu olmaz. Çoğunluğun görüşü budur.

Diğer yandan ashab-ı kiramdan Muaz b. Cebel ve Muaviye ile tâbiilerden Mesrûk b. el-Ecdâ', Saîd b. el-Müseyyeb, Ibrahim en-Nahaî gibi bazı müctehitler aksi görüştedir. Bunlar, "Müslüman kâfirlerden miras alır, fakat kâfir müslümandan miras alamaz" prensibini benimsemişlerdir. Dayandıkları delil bazı hadislerdir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Islam arttırır, eksiltmez" (Ebû Dâvud, Ferâiz,10, Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236). "Islâm yücedir, onun üzerine yücelinmez" (Buhârî, Cenâiz, 79). Sahabe devrinde görülen şu uygulama da bu ikinci görüşü desteklemektedir. Bir yahudi ölünce, biri yahudi, diğeri Müslüman iki oğlu kalınıştı. Yahudi olan oğul yukarıdaki ilk prensibe göre bütün mirası almıştı. Bunun üzerine, Müslüman olan oğul mahkemeye başvurup hak istedi. Davaya bakan Muaz b. Cebel (r.a) Müslümanı da Yahudi olan babasını mirasçı yaptı (el-Askalânî, Bülügu'l-Merâm, terc. ve Şerh A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 206). Ancak çoğunluk fakihler, yukarıda verdiğimiz ilk hadisi bu konuyu düzenleyen ana delil saymış, "Islâm arttırır, eksiltmez" gibi hadisleri ise doğrudan mirasla bağlantılı görmemişlerdir.

Gayrı müslimler tek millet sayıldıkları için, onların kendi aralarında miras cereyan eder.

3- Teb'alık ayrılığı: Müslümanlar hangi ülkede yaşarsa yaşasın, birbirine mirasçı olurlar. Kısaca devlet, sanır ayrılıkları miras engeli meydana getirmez; belki, mirasların intikali, ikili anlaşmaların yapılmaması veya gecikme nedeniyle gecikebilir. Sınır ayrılığı gayrı müslimlerin kendi aralarında ise bir miras engelıdır.

4- Kölelik: Köle efendisine veya nesep hısımlarına mirasçı olamaz. Çünkü köle özel mülk edinemediği gibi, eğer miras kapısı açılırsa, köleye gelecek miras malları, kendiliğinden efendisine geçer, bu da haksız mülk edinmeye yol açar. Ancak köleye, kendini satın almak üzere kazanç sağlama izni verilmişse bu, konunun istisnasını teşkil eder (bk., Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul, 1983, 419 vd.; "Âshabu'l Feraiz", "Âsabe", "Miras" ve "Zevî'l-Erhâm" maddeleri).


VASIYET

Emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama anlamında bir fıkıh terimi. Terim olarak, dinî ilimlerden fıkıhta ve hadis usûlünde ayrı ayrı manalara gelmektedir.

Fıkıh Istılahında Vasiyet Fıkıh ıstılahında vasiyet iki aynı manada kullanılmaktadır.

1- Bir malı veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna karşılıksız olarak bağışlamak (Tehanevî, Keşşafu Istılahati'l Funûn, II,1526; Nasuhî Bilmen, Hukuku Islâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, V, 115).

2- Bir kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklarının mâlî işlerini yürütmekte veya terikesinde tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kılmasıdır (Tehânevî, aynı yer).

Malınıveya bir malının menfaatına ölümüne bağlayarak bir şahsa veya hayır cihetine hibe eden kişiye vasî, kendisine mal veya menfaat bırakılan (vasiyet edilen) kişiye veya hayır cihetine mûsâ leh, vasiyet edilen mala ya da menfaate mûsâ bih, vasiyette bulunma olayında îsa denilir.


VASIYET ÇEŞİTLERİ

Vasiyet bir olay veya zamanla kayıtlı olmazsa, mutlak vasiyet, belirli bir olayla veya zamanla "şu isim olursa", "şu zamana kadar ölürsem." gibi kayıtlı olursa mukayyet vasiyet; mûsâ bihin miktarı, malın üçte biri, dörtte biri gibi bir oranla değil, belirli bir miktarla belli olursa mürsel vasiyet; miktar belli edilmeden terikenin üçte biri dörtte biri gibi bir oran vasiyet edilirse bu vasiyete de gayrı mürsel vasiyet denilir. Vasiyet edilen şeyin mal veya menfaat olması bakımından da vasiyetler, vasiyye bi'l-mal ve vasiyye bil'l-menfaat kısımlarına ayrılırlar (Bilmen, a.g.e., V,115; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletuhu, VIII, 9).


VASIYETIN HUKUKI HÜKÜMLERI

Vasiyet, bütün alimlere göre lâzım (bağlayıcı olmayan) bir akittir. Çünkü bir teberrudur. Vasiyette bulunan vasiyete karşılık bir şey almamaktadır. Dolayısıyle, ister sağlıklı halinde, ister hastalık halinde vasiyet etmiş olsun, istediği zaman vasiyetinin tamamından veya bir kısmından dönebilir (Ibn Kudâme, a.g.e., IV, 518; Zeylaî, Tebyinü'l-Hakaik, VI,186; Meydanî, el-Lilbab Şeriru'l-Kitap IV, 178; Şirbînî; Muğni'l-Muhtâc, III, 71, 72).

Şartlarını haiz olan bir vasiyet sahihtir. Vasiyet mutlaksa, musî öldüğünde ve musa leh kabul ettiği andan itibaren, bir zamana veya şarta bağlı ise şartın tahakkuku ve zamanın gelmesinden itibaren vasiyet edilen mala malık olur. Vasiyetin infazı miras taksiminden önce gelir. Ölünün bıraktığı terikede yapılacak ilk işlem, techiz ve tekfin, sonra borçların ödenmesi, peşinden de vasiyetlerin infazıdır (Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhu Feraizi Siracıyye, 2-5).

Mûsa bih muayyen bir mal ise sadece ona bağlıdır. Dolayısıyla henüz mşa lehin eline geçmeden telef olursa vasiyet de batıl olur. Mûsînin başka malları olsa o mallarla mûsâ lehin hiç bir ilgisi yoktur. Vasiyet, bir mal çeşidinin belirli bir oranı ise, vasiyet edildiği esnada mevcut olan mala taalluk eder.


 VÜCUDUN RENGİNİ GÖSTERECEK ŞEKİLDE NAYLON VEYA ÇOK İNCE BİR ŞEY GİYİP NAMAZ KILMAK VEYA DIŞARDA DOLAŞMAK CAİZ MİDİR?

Vücudun siyah veya beyazlığını gösterecek şekilde naylon veya ince bir kumaşı giyip dışarda gezmek haramdır. Ahlakın bozulmasına vesile olduğu gibi, fitne ve fesada da vesiledir. Namus ve şeref mefhumuna sahip kimse, erkek olsun kadın olsun böyle bir elbise ile gezemez.

Ancak insanlıktan istifa edip hayvan gibi yaşamak arzusunda olan kimse böyle bir kıyafeti tercih edebilir.

Bir gün Ebu Bekir'in kızı (ra) Esma', üzerinde ince bir elbise olduğu halde Peygamber (sav)'in yanına girdi. Bunun üzerine Peygamber(sav) ondan yüz çevirdi, sonra buyurdu ki: "Ey Esma; kadın adet görecek yaşa gelirse (yüz ve ellerine işaret ederek) şundan ve bundan başka bir şeyin görünmesi caiz değildir”.

Aynı zamanda böyle bir elbise ile namaz kılmak caiz değildir. Mesela kadının saç rengini gösteren ince tülbent ile başını örtüp namaz kılması sahih değildir.


VELISI OLMAYAN BIR KADIN HACCA GİDEBİLİR MI?

Şafii mezhebine göre haccın kadına vacipolabilmesi için, kocası veya mahremi veya güvenilir bir kaç kadının bulunması gerekir. Yani kadının kocası veya mahremi varsa onunla birlikte hacca gider, yoksa bir kaç kadın bulunduğu takdirde onların refakatiyle hacca gidebilir. Şayet bunlar da bulunmazsa emniyet olduğu halde hacca gitmeye mecbur değildir. Amma isterse gidebilir (Muğni'l-Muhtaç). Yanlız kadın hacc farızasını edda etmiş, nafile olarak hacca gitmek isterse, ancak kocası veya mahremiyle birlikte gidebilir. Kadınlarla birlikte gitmesi caiz değildir (Muğni'l-Muhtaç).

Hanefi mezhebine gelince, kadın, kocası veya mahremi olmazsa hiç bir surette hacca gidemez. Mutlaka gitmek isterse nafile haccı olmamak şartıyla yolculuk hususunda Şafii mezhebini taklıden gidebilir.


 YABANCI ERKEĞE BAKMAK

Iki çocuklu bir hanımım. Bir erkek bana lâf attı; ben de bir kaç kez baktım ve sonra vazgeçtim. Islâma göre benim durumum nedir? Beyim de genelev kadınları ile ilişki kurmuş. Ayrıca onun durumu ve evliliğimin durumu nasıldır?

Siz, nikâhlı iken bir yabancıya bakmak ve ona, kötü duygularının mümkün olabileceği ihtimalını hissettirmekle bir günah işlemişsiniz. Yapmanız gereken şey, bundan tevbe etmeniz ve bir daha yapmamanızdır. Gerek bu davranışınız ve gerekse kocanızın sözünü ettiğiniz davranışı, günah olmakla beraber, nikahınızı yıkmış olmaz. Ancak burada çok dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Kendisini kocasına ustaca takdim eden, başkalarına göstermemek şartıyla onun arzuladığı şekilde süslenen, kokulanan, temiz ve güzel giyinmeye önem veren, cilve ve davranışlarıyla kocanın gönlünü çelip, onu başkalarıyla bir şey arar duruma düşürmeyen kadın kendisini de, kocasını da kurtarmış olur. Bunu haramdan korumak ya da korunmak niyyetiyle yaparsa, çok büyük de sevap kazanır. Efendimiz bu konuya çok önem vermiş ve erkeklere: Elbisenizi temizleyin... Saçlarınızdan alın, misvak kullanın, süslenin ve temizlenin. Çünkü Benî Israil erkekleri böyle yapmadığı için karıları zinaya düştüler. " (el-Hindî, VI/640 (Ibn Asâkir'den) ) buyurmuştur. Bu durum, hem erkek, hem de kadın için aynıdır. Sizin durumunuz Efendimizin başka bir sözlerini daha doğruluyor. Yine erkeklere hitaben o; "Iffetli olun ki, kadınlarınız da iffetli olsun" (Hâkim IV/154; el-Hindî V/316-317) buyurmuştur. Bunu da özellikle erkeklerin bilmesi gerekir.


YAKIN AKRABA EVLILIĞI

Annem beni bir kuzenimle evlendirmek istiyor ve bunda da çok israr ediyor. Doğrusu kuzenim beğenilmez birisi de değil. Ama ben bunun kötü sonuçlarından endişe ediyorum. Şer'î bir sakıncası var mıdır?

Müslümanların inancına göre normalı, ya da anormalı, yahut mübahla, yani serbest olanla haramı, yani olmayın belirleyen Allah'tır. O Kur'ân-ı Kerîm'de kimlerle evlenilmeyeceğini açıklamış ve "Bunun dışında kalanlarla evlenmemiz helâldir" (Nisâ 4/24) buyurmuştur. Kuzenler yani hala-teyze, amca-dayı çocukları evlenmeleri haram olanlardan sayılmamıştır. Öyleyse onlarla da evlenilebilir. Allah Rasûlü Efendimiz, kızı Fatma annemizi de kendi amcasının oğlu Ali Efendimizle evlendirilmiş ve durumu fiilen açıklığa kavuşturmustur. Ancak yabancı ile evlenmenin bir takım sosyal faydaları olduğu gibi, yakın akrâba ile evlenmenin bazen mahzurları da olabilir. Mesela kan benzerliğinden doğan uyuşmazlığın, yakın akraba arasından daha çok olduğu söylenir. Ancak bu konuda günümüzün tarafsız olmayan tıbbına pek güvenmemek gerekir. Çünkü, sakat doğumlar konusunda süt kardeşliği daha etkili olduğu halde, onlar bundan söz etmiyorlar. Ya, "Dersleri henüz oraya kadar gelmedi" ya da onu Islâm yasakladığı için onlar yasak olmamasını istiyorlar. Şu halde kuzenlerin evlenmesini de Islâm serbest saydığı için mahzurlu göstermek istiyor olabilirler. Ne var ki, evliliğin devamında ve çocukların sağlam ve gürbüz oluşunda karı-kocanın birbirini içten sevmesinin ve birbirlerine karşı çok canlı ve kuvvetli cinsel arzu duymalarının çok büyük etkisi vardır. Ilişki ne kadar içten ve her iki tarafı tatmin edici olursa, çocuk da o kadar gürbüz, düzgün ve zeki olur. Bundan olacak ki, Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.s.) erkeklere, ilişkide aceleci olmamalarını ve karılarını da tatmine ulaştırmalarını şiddetle tavsiye eder. İşte bazen olabilir ki, kuzenler bir çatı altında yetişmişliğin verdiği duyguyla birbirlerini çok yâkın hissederler ve birbirlerine karşı gerekli cinsel uyarılmayı yaşamazlar. Bu gün eğer sakat doğumlar yakın evliliklerde daha çok gözüküyorsa, bence bunun önemli sebebi budur. Ikinci önemli bir sebep de, genellikle yakın akraba arasında emzirme olaylarının çokça olması ve önem verilmediğinden ya da unutulduğunda, bunun hesaba katılmayıp, süt kardeşlerinin birbirleriyle evlendirilmesidir. Sözünü ettiğiniz hadîs, Gazâlî'nin Ihyâ'sındâ da vardır. (Benzer hadisler ve Hz. Ömer'in sözü için bk. el-Hubeysî, el-Berâke 165 vd.; Yakın anlamda bir hadîs için bk. Suyûtî, el-Câmi'us-sağîr (Feyzu'I-Kadîr ile birlikte) VI/351. Burada hadîsin zayıf olduğuna işaret ediliyor. Aynı hadis Kenzu'I-ummâl'da Suyûtî'nin de kaynağı olan Hâtîp Bagdâdî'nin Tarih'inden alınarak verilir. XVI/H. 44564. Sevkanî, el-Fevâid'de yine benzer anlamda bir hadîs verir ve senedinde Hâkim'in yalanci saydığı Sehl vardır, der s.131.) Ama Irâkî güvenilir bir aslının bulunmadığını, bunun hadîs değil de, Ömer Efendimizin Sâib Ogullarına söyledigi bir sözün bir parçası olarak bilindığını söyler. (GazaIî N/42) Nitekim bu hadîs, meşhur dokuz hadîs kitabın hiç birisinde yoktur. Gerçi Ömer Efendimizin sözü olmasının da bir anlamı ve gerçek payı vardır. Ama birbirini seven iki kuzenin evlenmelerinde hiçbir sakınca yoktur. Yeter ki, birbirlerini görmüş ve sevmiş olsunlar. Birbirlerini görerek sevenler, mizaçları uyumlu olduğu için sevmişler demektir. Mizaçları uyumlu olanlar arasında, birbirlerini gördüklerinde sevgi alışverişi ve akımı olacağından" Allah Rasûlü Efendimiz buna çok önem vermiş ve evleneceklerin birbirlerini, şehvetle baksalar dahi, görmelerini emretmiştir. Siz de seviyorsanız evlenmenizde mahzur yoktur.


 YAKIN AKRABA EVLILIKLERI:

Müslümanlar için normal, ya da anormal, helâl ya da haram sınırını koyan Allah'tır. O'nun ve O'nun emriyle elçisinin helâl dediği helâl, haram dediği de haramdır. Çünkü helâl, ya da haram kılma, bir dinin en büyük özelliğidir. Ya da her helâl ve haram kılan, din koyuyor demektir. Bu yüzden Peygamberimiz; büyüklerinin yasak dediğini yasak, yani haram. mübah dediğini de mübah, yani serbest sayan insanları, o yasak ve mübah koyanlara tapan diye nitelemiştir. Yani; Allah bir şeyin helâl ya da haram olduğunu bildirdikten sonra, birisi yetkisine dayanarak O'nun helâl dediğini yasak, haram dediğini de serbest etmişse, yeni bir din koymuş, onun dediklerini kabul eden de onu ilâh edinmiş demektir.

Allah kendisiyle evlenilemeyecek kadınları Kur'ân-ı Kerîm'de bildirmiş. Peygamberimiz de buna açıklık getirmiştir:

1. Anneler, kızlar, kızkardeşler, halalar, teyzeler, kız ve erkek kardeş kızları ile; ister öz, ister üvey, ister nesepten, ister sütten olsunlar, evlenmek ebediyyen haramdır.

2. Babasının ve çocuğunun karısı, karısının annesi ve kızı da bunlara dahildir.

3. Başkasının nikâhlısı onunla nikâhlı olduğu sürece, karısının kızkardeşi, halası ve teyzesi de karısının kendi nikâhında bulunduğu sürece kendisine haramdır.

Bunun dışındaki bütün kadınlarla evlenebileceğini de yine Kur'ân-ı Kerîm bildirmektedir. Artık meselâ amcadayı, hâlâ-teyze çocuklarıyla evlenmeyi. geçici yetkisine dayanarak yasaklamak, işte yeni bir din koymak, onun yasağını kabullenmek de, onun dinine girip, onu ilâh edinmek demektir.

Ne varki, haramlar arasında derece farkı olduğu gibi, helâller arasında da derece farkı vardır. Buna göre yakın akrabası dışındakilerle evlenmek daha güzel bir helâldir. Hz. Ömer de bunu teşvik etmiştir. ("Yakın akraba ile evlenmeyin, çünkü doğacak çocuk zayıf olur" anlamında bir hadis rivayet edilirse de, Ibri Salâh aslının bulunamadığını söylemiştir. Doğrusu Hz. Ömer'in sözü olduğudur. bk. Gazalî, Ihya (Tahriçli) 1l/42.)Çünkü aile yuvasınin ve doğacak nesillerin sağlamlığı, karı-koca arasındaki sevgi ve çekiciligin fazlalığına bağlıdır. Insanlar, fıtratları gereğiyakınlarına karşı cinsel arzu duyamazlar. Halbuki, karı-koca arasında sevgi ve çekiciligi doğuran en büyük etken cinsel arzudur. Bazı insanlarda yakınlarına karşı doğacak bu tür arzusuzluk, evlenmeleri halinde, soğukluğa ve arzusuz ilişkiden kaynaklanan ciliz ve sakat doğumlara sebep o1abilir. Bu yüzden Imam Gazali, evlenilecek kadınla aranılan nitelikler arasında, yakın akrabadan olmama özelliğini de sayar. (Gazâlî, agk.) Buna; çünkü yakınlar arasındaki şehvet azlığından ötürü doğacak çocuklar cılız olur, sebebini gösterir.

Yakın akraba ile evlenmemenin bir faydası daha vardır. Akrabası olmayan birisiyle evlenip, yabancı bir akraba ile hısımlık bağları kuran adam, İslam'ın istediği sevişen ve yardımlaşan toplumun oluşmasına yardımcı olmuş demektir. Çünkü yakınların birbirlerine yardım etmeleri daha kolaydır.

Ancak buna rağmen Islâm'da bu tür evliliğin yasaklanmaması, bu sonuçların istisnaî durumlar olduğunu gösterir. Bu bağlamda Peygamberimizin, evlenecek eşlerin birbirlerini görmelerini, yani severek evlenmelerini tavsiye etmesi çok önemli ve ilgi çekicidir. Hattâ erkek, talip olduğu kadına şehvetle de olsa bakabilir. (Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân V/173; Ibn Rüsd, Bidâye l1/3.) Çünkü insanlar mizaçları itibariyle uyum sağlayabilecekleri ve sağlam nesil yetiştirebilecekleri eşleri daha ilk bakışta sevebilirler. Sevemiyorlarsa mizaçları birbirine uygun değil demektir. Onun için birbirlerini görmeyenlerin ve gördükten sonra da sevemeyenlerin evlenmeleri ya da evlendirilmeleri hoş olmayan bir davranıştır.

Ama, tekrar edersek, birbirlerini seven bir amca-dayı, hala-teyze çocuklarının aralarını ayırmak ve sevgilerine engel olmak da fıtrata ve insanın hamuruna aykırı bir davranış ve bir zulüm olur.. Çünkü cinsî sapıklar dışında teyzesine, halasına ya da dayısına aşık olan kimseye rastlanılmaz ama, kuzenlerine aşık olan bir sürü insan vardır. Öyleyse doğal ve fıtri davranış, böyle olanların birbiriyle evlenebilmeleridir.

Artık bu konuda yapılabilecek şey, akraba evliliklerini yasaklamak değil, Peygamberimizin yaptığı gibi, yabancı ile evlenmeyi teşvik etmektir. Halbuki süt kardeşle evlenmek daha çok sakat doğuma sebep olduğu halde, yakın akraba evliliğinin yasaklanmasını isteyenler onun yasaklanmasını istememektedirler. Demek ki, gayeleri dinî bir kurala karşı çıkmaktan ibarettir.


 YAKINLAR VE MAHREMLIK

Kalabalık bir aileyiz Kayınlarımla aynı evde oturuyoruz. Bu durumda onlarla beraber oturabilir ve beraber yemek yiyebilir miyim? Ya da nasıl davranmalıyım?

Imkân varsa her çiftin ayrı evi olacaktır. Tek evde kalma zorunlulugu varsa, her çiftin en azından yatma yeri müstakil olacak, beraber oturmalarda tesettüre ve konuşmalara azami dikkat edilecektir. Kadın, meselâ kayınları gibilerin bulunduğu bir mecliste, kadınsı bir endam ve nâzu nesve ile konuşmayacak, süsünü ve kokusunu orada kullanmayacak, omuzlarını göğüslerine, kadar örten genişçe, süslemesiz ve koyu renkli bir başörtüsü örtünecektir. Çünkü cilbabın asgari ölçüsü budur. Namahremleriyle; özellikle kayınlarıyla hiçbir zaman başbaşa (halvet) kalmayacaktır. Kadının kaynı gibilerle başbaşa kalması da haram mıdır? diye soran birisine Rasûlüllah Efendimiz: "O zaten ölüm demektir" buyurmuştur. Bize gelen mektuplardan bunun ne kadar isabetli olduğunu yakînen öğrenmiş durumdayız. Bu söylenenler elbette İslamın müslümanlardan istediği hayat biçimidir.


YAKINLARI ZIYARET

Annesi kızının, babaannesine; halasına, amcasına gitmesini istemiyor. "Gidersen sütüm sana hâram olsun" diyor. Bunun bir anlamı var mıdır?

Akraba ile iyi ilişki, onları ziyaret ve gözetme birçok âyet ve hadîsle emredilen bir görevdir ve önem sırası da en yakından en uzaga doğrudur. Anne-baba başta gelir. Sözünü ettiğiniz durumda anne kızını babaannesi, halası... gibi akrabalarına şer'î ölçülere göre haklı bir sebepten ötürü göndermiyorsa kızının gitmesi câiz değildir. Çünkü bu takdirde onların gönlünü yapmak için annesinin, hem de haksız yere kalbini kırmış olur. Ziyaretinde şer'î bir mahzur yoksa, örfen "bizi terketti" denebilecek süreleri geçirmemek üzere, ziyaretine annesi engel olamaz. Çünkü bu durumda annesinin emrini yerine getirirken Allah'ın emrine karşı çıkmış olur. Halbuki, "Allah'a isyan edilerek kula itaat edilemez" (Bu konuda birden çok hadis için bk. el-Hindî N/358, IV/792, 797 VI/67, 77,) Kendini bilen anneler de Allah'ın emriyle çelişen isteklerde bulunmamalıdırlar.


 ZINA CEZASI (HADD-I ZINA):

Evli erkek ve kadın için recm (taşlayarak öldürme), bekâr erkek ve kadın için yüz sopa (celde) vurmaktır: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanan (insan) lar iseniz Allah'ın dini (ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut (up engelle) mesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan, uygulanan cezaya şahid olsun" (en-Nûr. 24/2).

Recm cezası Hz. Peygamber'in uygulamasıyla sabittir: "Cüheyne'den bir kadın zinadan gebe olduğu halde Rasûlullah (s.a.s)'e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Haddi icap eden bir iş yaptım, bana hadd(i şer'îyi) icra et' dedi. Peygamber (s.a.s) kadının velisini çağırdı: Buna iyi bak, çocuğu doğurduğunda bana getir' buyurdu. (Velisi denileni) yaptı. Peygamber (s.a.s) emretti. Kadının elbisesi sıkıca bağlandı, sonra emir verdi, kadın taşlandı. Daha sonra (cenazesi) üzerine namaz kıldı. Bunun üzerine Hz. Ömer; Ey Allah'ın Rasûlü, onun üzerine namaz kıldınız, halbuki o zina etmişti' dedi. Rasûlullah (s.a.s): "O öyle bir tevbe etti ki Medine halkından yetmiş kişiye taksim olunsa hepsine kâfı gelirdi. Allah için canını vermesinden daha faziletli bir şey biliyor musun?' "buyurdu (Müslim Hudûd 28; Ibn Mâce, Diyet, 36' Malık, Müslim, Muvatta" Hudûd, 11).

Zina cezasının tatbik edilebilmesi için dört âdil erkek şahidin hakim huzurunda açıkça şahitlikte bulunması ve zina eden kişinin zinanın haram olduğunu bilmesi gerekir.


ZINA IFTIRASI CEZASI (HADD-I KAZF):

Namuslu (muhsan) kadınlara zina iftirasında bulunmanın cezası Nûr suresinde açıklanmıştır: "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir" (en-Nûr, 24/4).

Namuslu bir erkeğe yapılan zina iftirası da 80 değnekle cezalandırılır. Namuslu olmanın şartları şunlardır.

Hür olmak, akıllı ve ergin olmak, müslüman olmak, iffetli olmak.


ZINA IFTIRASI CEZASINDA (KAZF) ZAMAN AŞIMI

Kazf haddinde zaman aşımı söz konusu değildir. Bu yüzden zina iftirası yapıldığına dair şahitlik, olayın üzerinden uzun süre geçtikten sonra yapılsa bile şahitlikleri kabul edilir. Çünkü diğer hadlerden farklı olarak kazf şahitliği geciktirmede kin ve töhmet ihtimali bulunmaz. Çünkü kazfte önce dava açılması şartı aranır. Buna göre, şahitliği yerine getirmedeki gecikmenin davayı açmadaki gecikmeden kaynaklanması da mümkündür (el-Kâsânî, el-Bedâyi', 1. Baskı, Beyrut 1328/1910, VII, 46).

Diğer yandan zaman aşımı cinayete şahitliğin kabulüne de engel olmaz. Böylece zaman aşımı kazf ve katl dışında diğer hadlerde etkisini gösterir. Şarap içmede zaman aşımının etkili oluşu, şarabın kokusunun yok olması ile ilgilidir. Günümüzde kanda alkol araştırılması yoluyla bu sürenin uzatılabileceği mümkün hale gelmiştir.

Dövme, sövme, çirkin sözler söyleme gibi Islâm Devletinin koyacağı cezanın (ta'zîr)* uygulanacağı konularda suçu inkâr edene yemin teklif edilir ve bu suçlar zaman aşımı ile de düşmez. Bu konularda, diğer hukuk davalarında olduğu gibi kadınların şahitliği de geçerlidir (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 521).

Eş veya Hısımların Nafakasının Zaman Aşımına Uğraması

1-Eşin Nafakasının Düşmesi:

Kadının kocasından alacağı nafaka; ibra, ölüm, kocasına itaatsızlık, dinden çıkma ve evliliğin bir ma'siyet yüzünden kadın tarafından olan bir nedenle sona ermesi gibi sebeplerle düşeceği gibi, bazı durumlarda zamanın geçmesi ile de düşebilir. Nitekim, kadının nafakası kocasına gerekli olduktan sonra hâkim tarafından veya karşılıklı rıza ile miktarı belirlenip, zimmette bir borç halini almadıkça zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim nafakaya hüküm verip bir zimmet borcu halini aldıktan sonra ise artık zamanın geçmesiyle nafaka düşmez. Bu Hanefîlerin görüşüdür.

Mâlikîlere ve geri kalan mezheplere göre, nafaka hiç bir durumda zaman aşımına uğramaz. Eş birikmiş nafakası için kocasına döner. Hısımların nafakası ise bunun aksine olup zaman aşımı ile düşer (bk. el-Kâsânî, el-Bedâyi, IV, 22, 29 vd.; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, III, 332 vd.; Ibn Abidîn, Mısır t.y., II, 889 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır t.y., II, 54; Ibn Kudâme, el-Muğnî, VII, 578, 604, 611 vd.; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 160)


ZINADAN DOĞAN ÇOCUĞUN NE SUÇU VARDIR KI, TAHKIR EDILIYOR VE BAZI HAKLARI KIŞITLANIYOR?

Zinâdan doğan çocuğun tahkir edilecek suçu yoktur; ancak takdir edilecek ve diğerlerine üstün tutulacak yönü ve başarisi da yoktur. Bunu böylece tespit ettikten sonra:Önce şunu bilmek gerekir: Islâmda; hristiyanlıkta olduğu gibi atalardan miras alınan, "Ezeli bir günah" akidesi yoktur."Kimse kimsenin günahını yüklenmez" (K: Isrâ (17/ 15)). "Kim zerre kadar hayır yaptı ise onu görür; kim zerre kadar ser yaptı ise onu görür." (K. Zilzâl (99) 8) Bu önemli kurali hiç akildan çıkarmamak gerekir. Ama ne var ki, özellikle öbür alem için, yani Allah'ın yapacağı muamele için böyledir. Dünyada insanlar elbette bir takım değer yargılarının etkisinde kalacak ve haklı ya da haksız, bazı tavırlar sergileyeceklerdir. Bu yüzden Ibn Abbâs, zinânin esas sıkıntısm ve yükünü "veled-i zinanın" çektiğini söyler. Ama dediğimiz gibi bu, toplumsal açıdan böyledir. Çünkü zinâ her ne kadar büyük ve mahvedici bir suç ise de zina edenler tevbe edebilirler. Allah da onların tevbesini kabul edebilir. Olan çocuğa olur ve annesinin babasının ayıbm ölünceye kadar üzerinde taşır. Babasına nispet edilmez, zinâ çocuğu olarak tanmr ve hakaret görür. Bunun bir yönüyle psikolojik faydası da vardır; zinâyi ve gayr-i meşru çocuk edinmeyi takbih eder, ondan tiksindirir ve sakındırir. Bu yönüyle de günahsiz bir insanı yaralar manen ezer. Ama öbür âlemde kendi amelleriyle muamele görür. İşte yine Ibn Abbâs'in: "Üçün en kötüsü veled-i zinâdir." (Beyhakî, Sünen X/59; Hadîsin manası konusunda ayrıca bk. Alî el-Karı; el-Esrâru'l merfûa 466 vd.) sözünün anlamı budur. Yani annesi Babası tevbe edip kurtulurlar, kendisi ise hep böyle hakaret gürür, binaenaleyh, dünya gözüyle bu üçlünün en bahtsizi, zinâdan doğan çocuktur. Ama tekrar edersek bu, insanların değerlendirmesidir, nesep ve verâset dışında ne dünya ahkm, ne de bütünüyle âhiret ahkâmi konusunda onun diğerlerinden bir farkı vardır.Allah Rasulü Efendimiz (s.a.s.) "Veled-i zînaya annesinin babasının günahından hiç bir şey yoktur" buyurmuştur.(Hâkim, Müstedrek; Münâvi V/372)"Veled-i zinâ cennete giremez" anlamındaki sözün hadis olarak aslı yoktur. Ibnü'1-Cevzi, bu anlamda sahih hiç bir hadisin bulunmadığını söyler.(bk. es Semhûdî, el-Gummâz 232; Sehavî 463 Müslim, radâ 36; Buhârî, vesâyâ 4, buyû 3; Ebû Dâvud, talâk 34; Hadisin değişik rivâyederi ve geniş izahi için bk. Davudoğlu VN/383-88) Veled-i Zinâ ile ilgili hukuki durum (ahkin) ise söyledir:

1- Zinâ nesebi belirlemez. Çocuk "yatağındir, zinâ edene ise mahrumiyet ve hüsran vardır".( Ebû Zehrâ; el-Ah'vâlü's-Şahsıyye 388-89) Yani zinâdan doğan çocuk, nesep için asıl olan babaya nispet edilmez, ona mirasçı olamaz. Babası da ona nafaka vermez. Dogduğu anneye nispet edilir. Miras hukuku annesiyle kendi arasında cereyan eder. Çünkü nesebin sâbit olması bir nimettir. Suç ise nimeti doğurmaz, aksine sahibi için nikmeti (mahrumiyeti) gerektirir. Ancak nesebi sâbit kılmayan zîna; haddi düşüren herhangi bir şüphe taşımayan zinadır. Suç olma vasfm silen, ya da haddi (zina cezasını) düşüren bir şüphe varsa, birinci durumda ittifakla, ikinci durumda da tercih edilen görüşe göre, nesep sâbit olur. Keza birisi yaşları bakımından kendisinin olabilecek bir çocuğun nesebini (kendi çocuğu olduğunu) iddia ederse; çocuğun da başkasından nesebi belli değilse, Hanefilere göre nesebi o adamdan sâbit olur. Ancak bu durumda o adamın, onun zinâdan çocuğu olduğunu söylememiş olması şarttır. Zinâdan çocuğumdur, derse nesep yine sâbit olmaz.(Kasâni, Bedâyi VI/269)

2. Veled-i zinânin şehâdeti - âdil ise, diğer adıl insanlar gibi - makbuldür. Çünkü, yukarıda işaret edilen ayetten anlaşılacağı üzere, annesinin babasının zina etmiş olması onun adâletini zedelemez.(Serahsî, IX/127)

3. Veled-i zinânin kendisine zinâ isnadında (kazf) bulunana iftira cezası (hadd-i kazf) uygulanır.Çünkü o muhsandır (temizdir) ve iffetlıdır. Annesinin babasının suçu onun "muhsan" oluşunu düşürmez.(Kal'acı, Mevsu'ati fikh-i Abdullah b..Abbâs N/31; Ibn Hazm, el-muhallâ IX/430)

4. Dünyaya ait işlerde diğer insanlardan farkı yoktur. Çeşitli görev ve sorumluluklar yüklenebilir. Her kademede idareci ve komutan olabilir. Evlenmede vesair akitlerde diğer insanlardan farkı yoktur.

5. Imam olmasını mekruh görenler vardır, ama buna sebep olarak iki şey zikredilmiştir: a) Ilmi ve takvâsı olmamak. Çünkü Babası belli olmayan (veled-i zinânin) eğitimi, genellikle ihmal edilir, çünkü üstlenecek kimsesi yoktur. Böyle olunca da câhil ve takvâdan uzak kalır. Imam olmasının mekruh olması bundandır. Dolayısı ile bu sebep (illet) bulunmazsa, yani eğitim görmüş, câhillik ve takvâsızlıktan kurulmussa, imamlığı da kerahetsiz câiz olur. Hattâ imamliga, böyle olmayan nikâh,evladından daha lâyık hâle gelir. (Mavsilî, 58) b) Imamligmn mekruh olması, insanların ondan nefret edip, cemaatten uzaklaşacaklarındandır. Bu izaha göre câhil olmasa da veled-i zinânin imamlığı mekrûh olur.( agk; Tahtavî (Merâkil-felâh ile) 245) Ama bu kerahet kendisine değil de insanlara yönelik olduğudan, bilinmediği yerde imamlığı bu izaha göre de mekruh olmaz.


ZINÂDAN DOLAYI BOŞANMAK

Zina ettiğinden şüphelendigi karısını boşamalı mıdır? Ya da zina etmekle kadın kocasından boş olur mu?

Ne hikmetse fıkıh kitaplarımızın talak (boşanma) bahislerinde, boşamayı meşru kılan sebepler arasında kadının ya da erkeğin zinâ veya başka bir günah işlemesi zikredilmez. Hattâ, "fâcir bir kadın kocası boşamak zorunda değildir. Fâcir olması, zinâ yapmaya da şâmildir (onu da kapsar)"(Ibn Âbidîn V/274; Alâuddîn Âbidin, el-Hediyye 273)denmiştir. Kezâ kadının, ya da kocamın zinâ etmesiyle nikâh fesh olmaz. Cumhurun ve bu meyanda Mücâhid, Atâ, Nehaî, Sevri, Şâfiî, Ishak ve rey ashâbmn (Hanefilerin) görüşü budur. Câbir b. Abdillah'a göre ise kadın zinâ ederse (nikâhları fesholmasa dahî) araları ayrılır. Hz. Ali de henüz zifâfa girmeden zinâ eden bir erkeği karısından ayırmış (nikâhlarm feshetmiş) tir.Ahmet b. Hanbel: "Zinâ eden kadın kocanın boşamasının uygun olacağı kanaatindeyim. Böyle bir kadınla beraber olunması uygun olmaz. Çünkü onun yatağını korumasından ve gayr-i meşrû bir çocuk getirmesinden emin olunamaz." demiştir.( Ibn Kudâme, el-Mugnî VI/604) Ama yine de böyle bir kadını elde tutmanın haram olduğunu söyleyebilmenin bir delili yoktur. Fakat Ibn Âbidîn'in dediği gibi, Allah'ın hududuna riâyet edemeyeceklerinden korkarlarsa boşanmalıdırlar.( Ibn Âbidîn V/274)

Bununla beraber karısı namaz kılmamakta israr ederse böyle bir kadın erkek -mecbur olmasa dahî- boşamalıdır, denmiştir. (Bezzâziye VI/353) Fakat bu konu da izaha muhtaçtır.Ayrıca kadın da zinâ eden kocasından ayrılmak zorunda değildir.( Muhammed Sâid el-Burhânî, Ta'likât ale'1-Hediyye, 273)


ZİNA SEBEBİYLE EVLİLİĞİ SONA ERDİRME

 

Liân ve eş anlamlısı mulâane, La'n kökünden "La.a.ne"nin mastarı; Allah'ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zina ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimi. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah'ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehadetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için "kazf" cezası ve kadın için zina cezası yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.

Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zina ithamında bulunursa, bunu dört şahitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zina iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur (en-Nûr, 24/4). Kazif cezası, önceleri, eşine zina isnadında bulunan ve bunu dört şahitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashab-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a), hanımına zina isnadında bulununca Resulüllah (s.a.s); dört şahitle bunu ispat etmesini, aksi halde zina iftirası cezası (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu bir kaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü; bizden birimiz karısını bir erkekle zina halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir" (Buhârî, Şehâdât, 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk, 28; Müslim, Liân, II; Ebû Dâvud, Talâk, 27; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 273, III, 142). Bu olay üzerine aşağıdaki "mulâane ayeti" indi.

"Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah'ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler" (en-Nûr, 24/6-9).

Ayetin ilk uygulaması Hilâl ailesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl'i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah'ı şahit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah'ın elçisi sonra onların arasını ayırdı (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268). Liân ayetinin Uveymir el-Aclânî ve zina isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Ayetin hükmünün, önce Hilâl ailesine ikinci olarak da Uveymir ailesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268).

Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına, yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zina cezası uygulamasını gerektiren zina isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi.

Ebû Hanîfe'ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 79). Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.

Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah'ı şahit gösterme ve her iki eşin lâneti üzerine çekmesidir.

Liânın Şartları üçtür.

1. Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zina isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek, yabancı bir kadına zina isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezası gerekir, Liân uygulanmaz.

2. Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şahitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.

3. Kocanın şahitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez (el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.).

Çocuğun nesebini red edebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:

1. Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.

2. Nesebin, Ebû Hanîfe'ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.

3. Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.

 4.Tefrik sırasında çocuğun hayatta olması şarttır (el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811).

Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. "Yemin etmesi, kadından azabı kaldırır" (en-Nûr, 24/8) ayetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zina cezası uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının yerine geçmiştir.

Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezası verilir (el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808).

Liânın hükümleri:

Eşin zinası sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.

1. Kocadan kazif veya tâzir cezası düşer. Kadın da zina cezasından kurtulur.

2. Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mulâane yapanlar artık sonsuza kadar bir araya gelemez" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271).

3. Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber'in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274). Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre "bâin talâk * " niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi "nikâh akdini fesih" niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.

4. Zina fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü' l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti'z-Zevceyn fi't-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.).