| 
        
          EYAZ
           Padişahın;
          aklına güvendiği, samimiyetinden, bağlılığından asla şüphe
          duymadığı kölelerinden biri idi Eyaz. Bir çok meziyetinin yanında,
          geçmişte yaşadığı yoksul günlerini unutmaz, gurura kapılıp,
          vehminin esiri olmamak için o günlerinin yadigarı olan postu ile çarığını
          koyduğu bir odayı her gün ziyaret eder, karşılarında durarak
          uzun uzun seyreder, kavuştuğu nimetlere şükrederken, bütün
          bunlara ulaşmasının sebebi olan velinimeti padişahına daha içtenlikle
          hizmette bulunurdu. Mutat ziyaretler başkalarının da dikkatini celp
          eder, özellikle onu çekemeyenler, zanlarını önlerine koyarak;
          padişaha, hakkında söylemedikleri şey, yapmadıkları iftira
          kalmazdı. Hele odadan çıkarken kapısını sıkı sıkı
          kilitleyip, anahtarını dikkatle kuşağına sokması, takipçilerini
          iyice işkillendirir, saklı olduklarını düşündükleri Eyaz’ın
          hazinesi hayallerinde günden güne artar, padişahın hazinesini dahi
          gölgede bırakacak duruma geldiği sanırlardı. Dedikodunun ayyuka
          çıkmasına dayanamayan padişah, bir kuşku duymamasına rağmen, koğucuların
          önüne geçmek için, duygularını da kimseye belli etmeden: 
          -
          Tuhaf şey!.. O kölenin bizden gizlediği nedir ki? Gidin, kapısını
          açın, bulduklarınızı yağmalayın!.. İçeride bulacaklarınızı
          da her kese gösterin ki, ibret olsun!.. Bizden bu kadar ikramlar gördüğü,
          sayısız lütuflarımıza nail olmasına rağmen, hasisliğinden altın,
          gümüş biriktirir ha!.. Vefa göstermede, seviyorum deyip, coşup, köpürmede!..
          Hey gidi buğday gösterip, arpa satan hey!.. Sevgide dirilik bulana,
          kulluktan başka her şey haramdır!.. Dedi. 
          Gece
          yarısı o bey otuz kadar adam aldı yanına, Eyaz’ın odasını açmaya
          gittiler. Her birinin kafasında değişik
          hayaller vardı. 
          - Odayı açacağız, altınlara, gümüşlere
          ulaşacağız, diyordu biri.. 
          - Altın, gümüş nedir ki? Akik, lâ’l, inci... 
          Daha neler, neler?!.. Çünki padişah mahzeninin has kulu,
          hatta padişaha can mesabesinde!.. Yakutun, akikin, incinin lafı
          mı olur, diyordu bir başkası. 
          Kapının önüne geldiler, hazinelere kavuşmak ümidi ile kilite el
          attılar, pek sağlam, doğrusu şimdiye kadar karşılaşmadıkları
          bir türden idi. Çırpınarak yüzlerce hüner sergilediler ama
          nafile, başaramadılar. Kötü zanları arttıkça artmış; Eyaz’ın,
          sırrını halktan gizlemek için bu açılmayacak kilidi yaptırdığını,
          muhkemliğinin, içinde saklanandan kaynaklandığını düşünerek,
          kapıyı açmak yerine kırmak yolunu tuttular. Yüzlerce hırsla, yüzlerce
          hevesle yüklendikçe yüklendiler. Sonunda tazyike dayanamayan kapı
          ardına kadar açılıverdi önlerinde. İşte hayallerini kurdukları,
          rüyalarını süsleyen, zanlarının biricik meyvesi önlerine
          serilmiş, “girin içeri, beni alın...”   diye
          göz kırpıyordu adeta!.. 
          Kokmuş
          ayrana üşüşen sinekler misali, birbirlerini çiğneyerek doluştular
          odaya!.. Sağa sola bakındılar.. O da ne?.. Yırtık bir çarıkla,
          eski bir kürkten başka bir şey yoktu odada. 
          - "Allah Allah!... Olamaz!... Bu çarık işi gizlemek için
          olmalı!... Yoksa başka izahı olabilir mi?... Mutlaka bir taraflara
          gömülmüştür!..." Diye homurdanırken: 
          "Keskin kazmalar getirelim arkadaşlar, her tarafı kazalım!..
          Mutlaka bir yerlerde olmalı!.." dediler. 
          Her tarafı kazdılar. Kazma sesleri sarayda yankılanırken, çıkan
          tozdan göz gözü görmüyordu. Çukurlar
          kazdılar, delikler açtılar.. Her seferinde ki umutsuzluk, “acaba
          şurada mıdır?” sorusuyla yeni bir umuda terk etti yerini. 
          Netice;
          iştiyakla sallanan kazmalar yerini “Lâ Havle...” lere bırakırken,
          utanç ve pişmanlık dolmaya başladı kalplere. Pes ettiler, elleri
          böğürlerinde kala kaldılar öylece. Ne diyeceklerdi şimdi?..
          Duvarların, kapıların yarıkları, tabanın delikleri ; Eyaz’ın
          huzurunda, aleyhlerinde birer tanık, kendileri için birer utanç
          vesilesi idi. 
          Hasılı üstleri , başları toz toprak içinde, yüzleri sararmış,
          utanmaktan başları önlerine eğik olduğu halde sultanın huzuruna
          çıktılar. 
          Padişah,
          mahsustan fikrini gizleyerek onlara: 
          - Hayrola?.. Koltuklarınızın altında ne altın torbaları, ne de
          kumaşlar var!.. Eğer bunları gizlediyseniz, yüzünüzde neşe göremiyorum!..
          Ne oldu, dedi. 
          Adamlar; padişahın önünde eğildiler yerlere kadar, yalvararak
          dediler ki: 
          - Ey Cihan Padişahı: Kanımızı da döksen helaldir sana. Canımızı
          bağışlarsan bu da bir nimet, lütuf ve ihsandır. Biz bize layık
          olanı işledik. Sen ise ne buyruk edersen yerine gelir. Suçumuzu bağışlamazsan
          da haklısın, bağışlarsan da lütfunu izhar edersin. 
          Padişah dedi ki: 
          - Bu yalvarıp yakarmaları ben istemem. Bu; Eyaz’ın hakkıdır.
          Yapılan kötülük; bana değil, onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin
          damarlarına vurulmuştur. Can bakımından biriz ama, gerçekte ben;
          bu kârdan da, zarardan da uzağım !.. Dedi. 
          Padişahı
          gafil sanma. O, her kesin yaptığını bilir. Bilir de; bildiğini dışarı
          vurmasına “HİLM”i mani olur. Zaten suç, önce onun Hilm’i yüzünden
          meydana gelir. Yoksa, onun korkusu, kimde suç işlemek için takat bırakır
          ki?.. Hilm sakisinin şarabı olmasaydı; Şeytan, Adem’le kavga
          edebilir miydi? 
          -
          Ey Eyaz, ey tertemiz olan ve kötülüklerden yüzlerce defa sakınıp,
          çekinen !.. Yüzlerce defa sınasam seni yine bir hile bulamam. Halk
          sınanmadan utanırken; sen, herkesi utandırıyorsun!.. Diye devam
          etti padişah. 
          Eyaz dedi ki: 
          - Padişahım: Bu lütuf ve ihsan senindir. Bunu böyle bilirim ben.
          Yoksa o çarıkla, posttan ibaretim. Onun için Resul: “Kim kendini
          bilirse Rabbini de bilir” demiştir. 
          Padişah: 
          - Ey Eyaz!.. Şimdi gel de ceza ver. Alemde görülmemiş adaletin
          temelini at. Suçluların ölüme müstahaktır. Yalnız onları
          meyli, senin affın ve hilminden yanadır. Bakalım merhametin mi üstün
          çıkacak, öfken mi?. Halkı avlamak için elest ahdından beri hilm
          dalı da vardır, hışım dalı da. İstersen bu anlatış kalsın.
          Hasların kasesini halkın önüne koyma. Ey Eyaz, bu işi çabuk
          bitir. Çünki bu öç alma beklenmektedir... Dedi. 
          Eyaz: 
          - Padişahım, dedi, bütün ferman senin. Güneş varken yıldız görünmez.
          Hırkamla, postumdan geçebilseydim hiç böyle kınama tohumu
          eker miydim?.. Bu suçluların gafletleri, küstahlıkları; ey af
          madeni padişah, senin affının çokluğundan meydana gelir. Yağma
          zamanı halkın uykusu gelmez. Hırkamı çalmasınlar diye uyumaz. Hırka
          korkusuyla bile uyku kaçarsa, artık can korkusundan kim uyuyabilir
          ki?.. Kendi hatalarını ve suçlarını anladılar. Onlar senin
          hususiyetinden sarhoşturlar. Ey affeden Allah; kendi sarhoşunu
          affet!.. 
          Mesnevi:5.Cilt-Sayfa:153-............-343
          
          
          |