| 
        
           ÜÇ
          OĞUL (1. Bölüm) 
          Bir
          padişahın hepsi bir birinden değerli, cömert, yiğitlikte emsalsiz
          üç oğlu vardı. Babalarının karşısında toplandılar bir gün.
          Evlatlarını sevgiyle süzdü baba padişah. Gönlüne bir sürûr
          doldu, kalbi huzurla çarptı. 
          Babanın
          ağaca benzer vücudu, gizli bir yolla oğlunun gözlerinden sulanır,
          gıdalanır. Oğuldan coşan bu kaynak anne ve babanın bahçelerine
          kadar akar, gider. Onların hayat bahçeleri bu yüzden yeşerir, gözleri
          bu iki ırmak nedeniyle yaşarır. Kaynak
          hastalanıp, kötüleşirse, o ağacın dalları, yaprakları da
          kurur, o ağaç kurumaya başlar. Ey gafiller!.. Böyle nice gizli
          yollar vardır ki sizin canınız sulanmıştır da, vücudun ondan
          semirmiştir. Her şeyin aslı
          olan kaynak coşar da seni bu su yollarına muhtaç etmezse ne
          mutlu!.. Sen nice kaynaklardan sulanmadasın, onlar azalsa, sendeki hoşluk
          ta azalır!. Sulh zamanında kaleye dışarıdan su gelirse iyidir
          ama, kale düşmanlarca muhasara edildiğinde ne olur?
          
           
          İşte
          o zaman kale içindeki bir acı kuyu, dışarıdaki yüz tatlı ırmaktan
          iyidir!.. Sebepleri kesen ecel
          ve ölüm askeri de kış gibi, dalları, yaprakları kesmeye gelir. O
          zaman ağaçlara bahar yardım edemez. Ancak iç alemindeki, yüzü
          bahara benzeyen sevgili yardım eder. Onun için dünyaya: "Gurur
          ve aldanış yurdu.." denmiştir. Çünki, göçme çağına
          gelince senden ayağını çekiverir.. 
          Önceden; sağında, solunda koşar, derdini alırım der,
          senden ben anlarım der... Gamlanma zamanında ise; ağzını kapatır,
          tanımamazlıktan gelir.. 
          Üç
          oğul padişahın elini öperek; ülkelerinde seyahate çıkıp,
          babalarının kalelerini gezmek ve işleri düzene koymak için izin
          istediler. 
          Padişah
          baba: 
          -
          Allah’a emanet olun, varın gönlünüz nereyi dilerse gidin, gezin.
          Yalnız; Hüş-rüba, Akıl kapan derler, nam-ı diğer 
          "Zatissüver=resimli” diye anılan bir kalemiz vardır ki,
          ondan uzak durun!.. Sakının oraya gitmekten!.. O kalenin her tarafı
          resimlerle bezenmiştir, hani; Yusuf baksın diye Züleyha her tarafı
          resimleriyle bezemişti ya!.. Nereye bakarsa resmini görsün diye!..
          İşte öyle.. Olmaya ki heves yolunuzu kessin, ebedi bir kötülüğe
          düşesiniz!.. Tehlikeden sakınmak farzdır .. Sizleri uyarıyorum. O
          kaleden uzak duracak, yönüne bile yönelmeyeceksiniz!.. 
          Babaları
          bu sözleri söylemeseydi, o kaleden çekinin demeseydi, akıllarına
          bile gelmeyecekti orası.. Çünki tanınmış bir kale değildi, yol
          güzergahlarından uzaktı. Issız, kuş uçmaz, kervan geçmez bir
          yerde idi. Bu men edilme yüzünden gönüllerinde bir rağbet uyandı,
          "oranın sırrını mutlaka öğrenmek gerekir" dediler.. İnsan
          men edildiği şeye haristir. Bir şeyi
          yapma demek, iyi ve Allah’tan çekinen insanları o şeye
          yaklaştırmaz ama, heva ve hevesine düşkün olanları o tarafa sürer,
          götürür, azdırır onları. Lakin kalbi uyanık olanları da doğru
          yola iletir. 
          Şehzadeler: 
          -
          Dediğin gibi hareket ederiz, buyruğundan dışarı çıkmayız,
          senin lütuf ve ihsanından şüphe etmek küfürdür, dediler. 
          Fakat
          kendilerine çok güvendiklerinden, Allah’ın adını anmadılar hiç.
          Allah izin verirse demediler . Gururları böyle bir tedbir almaktan
          uzaklaştırdı onları. 
          Yollara
          düştüler. O kaleye gitmek için yöneldiler. Samimi uyarıcıya
          arkalarını dönüp, meyvesini yemeyin denilen yasak ağaca doğru
          yol tuttular. Aklın aydınlığı yerine, hevesin karanlığına daldılar. 
          Bu
          Zatissüver kalesinin beş denize, beş de karaya kapısı vardı. İnsanın
          madde ve mana  ufuklarına
          açılan kapıları gibi. Girdiler kaleden, binlerce resim ve nakışları
          seyre koyuldular, şaşkın ve kendilerinden geçmiş durumda!.. 
          Bu
          suret kadehlerinden pek sarhoş olma ki, put yapıcı ve puta tapıcı
          olmayasın. Suret kadehlerinden geç, kapılma onlara, şarap
          kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir. Ağzını şarap verene
          aç, şarap geldikten sonra, zaten kadeh eksik olmaz!. Ey Adem!.. Gönül
          bağlayan mana, benim; beni ara, kabuğu, buğdayın suretini bırak!.
          Suret, sureti olmayandan meydana gelir. Dumanın ateşten meydana
          geldiği gibi.. Bu suret alemini devamlı görüp durursun, ayıplarını
          görmeye başlar, utanır, bıkarsın. Suretsizlik sana tam bir hayret
          verir. Bak , yüzlerce alet, aletsizlikten meydana çıkar. Allah;
          elsizlik aleminde eller dokur, adam suretini düzer durur!.. 
          Fakat hiç bir eser yapan, esere benzer mi? Feryat ve figan,
          zarara benzer mi hiç? Feryadın sureti vardır, zarar suretsizdir..
          Zarara uğrayanlar kendi ellerini dişlerler ama, zararın eli yoktur. 
          Şehzadeler
          kalede pek güzel, pek alımlı bir resim gördüler. Görmeleriyle de
          derin bir denizin dibine daldılar sanki. Çünki onlara bu görünmez
          kâse içinde afyon verilmişti bir kere. Hüş-rüba kalesi yaptı
          yapacağını, her üçünü de bela kuyusuna attı!.. Suret aşkı şehzadelerin
          gönlüne mızrak gibi battı.  Kanlı yaşlar dökerek gözlerinden: 
          -
          Yazık bizlere, babamızın bildirdiğini şimdi görebildik ancak!.
          Halbuki ne antlar vermiştik kendisine!.. Gencin aynada gördüğünü,
          ihtiyar kerpiçte görür, derler. Vahlar bize!.. Kendi aklımıza güvendik,
          bu hallere düştük!.. Hürlerden zannettik kendimizi, gizli illet şimdi
          çıktı meydana!.. Dövündüler,feryat ettiler. 
          Hasılı:
          Dertler içinde kıvranırken, resmin kime ait olduğunu araştırmaya
          koyuldular. Bir hayli arayıp, sorduktan sonra bir gün yolda, gözü
          açık bir ihtiyara rastladılar. Anlattılar ahvallerini, medet
          dediler. İlhamıyla buldu ihtiyar,sırlar ayan idi ona zaten. 
          -
          Çin padişahının kızının resmidir o gördüğünüz, sarayda
          perdeler ardında gizlidir. Yanına ne erkek çıkabilir, ne kadın.
          Fitnelere uğramaması için gizlemiştir babası. Çok kıskanır.
          Damının üstünden kuş bile uçurtmazlar, dedi.
          
           
          Eyvah
          böyle sevdaya düşen gönüllere!.. 
          O kendi tedbirine güvendi, aklımla elbet bu işi başarırım
          dedi. Halbuki; inayetin bir zerresi bile, yüz aklın tedbirinden üstündür.
          Allah’ın inayetine yürü, orada öl!. Buna hilelerle ulaşılmaz,
          Sen ölmedikçe fayda yok vesselam. 
          Derde
          uğrayan üç şehzadenin zahmeti birdi, derdi bir, elemi bir. Aynı
          sevdaya tutulmuşlar, aynı şeyleri düşünüyorlardı. Tehlikeleri
          de, hastalıkları da aynıydı. Büyük kardeş dedi ki: 
          -
          Ey kardeşler!.. Biz başkalarına er gibi öğütler vermez miydik?
          Kim bize dertten, sıkıntıdan, elemden bahsetse: "Az ağla.
          Sabret. Sabır ferahlığın anahtarıdır!." derdik.
          Şimdi sabır anahtarına ne oldu?. Atların ayaklarını
          kellelere bastığı o savaş meydanlarında "benziniz sararmasın,
          kahredici olarak saldırın.." demez miydik? Sabır gönlün
          ışığıdır demez miydik? Şimdi nöbet bizde!.. 
          Ey
          gönül!.. Her kesi hararetlendirirdin ya, haydi bakalım, şimdi sen
          hararetlen!. 
          Ey
          dil!.. Her kese öğüt verirdin ya; işte şimdi nöbet sana geldi,
          neden susuyorsun? 
          Ey
          akıl!.. Nerede o şekerler çiğneyen öğüdün? Senin çağın şimdi.
          Ne oldu hay hayına? 
          Ey
          gönülden yüzlerce teşvişi gideren! Şimdi senin nöbetin. Oynat
          sakalını. (Hırsızlar ve padişah hikayesini okuyun) 
          
           
          Başkalarına
          öğüt verme vaktinde; hay hay!.. İş başa düşünce; vay vay!..
          Başkalarına akıl verirken, dert sana konuk oldu şimdi. 
          Bu
          sözleri söyledikten sonra sabır yolunu seçtiler. Ana, babalarını
          terk edip Çin’e doğru yola koyuldular. İbrahim Edhem gibi; aşk
          onları tahtlarından etti; yoksul, elsiz, ayaksız bir hale geldiler. 
          Çin
          ülkesinin payitahtında gizli olarak kaldılar hayli zaman . Zira;
          tanınıp, niyetleri sezilip zarara uğramanın yanında, esas tehlike
          aşikar olmaları halinde sevgiliden ebedi uzak kalma ihtimali idi. Seçtikleri
          sabır yolunda hayli sebat ettiler . Nihayetinde büyük kardeş
          dayanamadı: 
          -
          Kardeşlerim; sabrım tükendi, takatim kalmadı, beklemekten canım ağzıma
          geldi! Bu ayrılık yüzünden canımdan bezdim! Ayrılıkta yaşamak
          münafıklıktır! Dinim aşkla yaşamaktır! Bu canla, bu başla diri
          kalmak, bunlarla yaşamak ,benim için ayıptır, ardır bana! Nice
          zamandır "hayatım ölümümdedir"
          diye aşkın davulunu çalarım! Beden tozum kalktı mı, ayım
          parlar, can ayım saf bir hava bulur!. Yüz kerre kellemi kesseler,
          mum gibiyim, daha fazla ışık veririm!.. 
          İki
          küçük kardeş ağabeylerine öğütlerde bulundular: 
          -
          Kendine gel, düşeceğin tehlikelerden bihaber olma, yiğitlik taslayıp
          sonunda hüsrana uğrama!.. Vay o kuşa ki; kanadı bitmeden yücelere
          uçmaya kalkışır!.. İnsanın kolu, kanadı da aklıdır. Kişinin
          aklı kıt olursa başka bir aklı kılavuz eder. Akıl anahtarı
          olmadan bu kapı açılmaz. Bir timsah ağzını açar, dişlerinin
          dipleri önceki yediklerinin artıklarından kalanların kurtlanması
          ile doludur, kuşcağızlar onları rızık, o tabutu da otlak sanırlar.
          Ağzı kuşlarla dolan timsah; ansızın kapatır, içine çeker kuşları!.
          Bu ekmeklerle, azıklarla dolu olan alemi, o timsahın açılmış ağzı
          bil!.. Ey rızık kazanan!.. Kurt ve yeyim derdine düşüp, zaman
          timsahının hilesinden emin olma!. Heva ve heves tadlarının
          hepsinde hile vardır!.. Her tad, etrafı karanlıklarla çevrilmiş
          şimşek ışığına benzer; onunla ne kitap okuyabilirsin, ne de
          konağa at sürebilirsin!.. 
          (DEVAM
          EDECEK)  |