| 
        PADİŞAHIN
          OĞLU
           Bir
          padişahın yiğit bir oğlu vardı. Zahiri de, batını da hünerlerle
          bezenmişti. Bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü. İçi
          o kadar yandı , o kadar dertlendi ki; hiç bir şeyden tad almaz hale
          geldi. Ne dünyanın zevki, çekiciliği kalmıştı gözünde, ne yaşama
          isteği. Derdinden ah etmeye mecali dahi kalmamışken, uyandı. Öyle
          bir sevinç duydu ki içinde, şimdiye kadar 
          böylesini hissetmemişti. Ölüm ile hayat arasındaki gidip
          gelme, bayram sevinci yaşatmıştı adeta. Kendi kendine dedi ki: 
          -
          “ Bu neşeye sebep, o gamdı!.. Ne şaşılacak şey!... Bir olay;
          bir yönden ölüm, 
          öbür yönden
          dirim ve sevinç!..  Bir yönden tatlıdır, zevk verir... diğer yönden acıdır,
          azap verir!.. Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... âhirete
          göre noksanlık ve zevaldir!..  Rüzgar
          şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da, onun
          ışığından bir ışık daha yakayım...” dedi içinden, bunun için
          de, şehzadesine kız aramaya başladı , ki; şu âlemden giderse mânası
          , oğlunda bâki kalsın!... 
          -
          “Çocuk babanın sırrıdır...” diyor yüce Resul. Ben de soyumun
          devamı için oğluma mezhebi, meşrebi düzgün iyi bir kız alacağım.
          Temiz bir kişinin soyundan olmalıdır alacağımız kız... diye düşündü
          padişah , ve bir zâhidin kızını beğendi. Lakin haremde
          bulunanlar itiraz ettiler: 
          -
          Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur.
          Halbuki sen; nekesliğinden ve cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu
          bir yoksulla  akraba
          ediyorsun. 
          Padişah
          dedi ki: 
          -
          Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır. Çünki onun kalbi ganidir.
          Bu da Allah vergisidir. Bu adam takvasından kanaat eder, yoksul gibi;
          nekesliğinden veya tembelliğinden değil. Kanaattan meydana gelen darlık , takvadandır!... Bu
          yoksulluktan, darlıktan apayrı bir şeydir. Nekes bir habbe bulsa başını
          verir, fakat, onlar altın hazinesine dahi dönüp bakmazlar. 
          Kadın
          dedi ki: 
          -
          Peki... nerede onlarda çeyiz olarak verecek şehirler ve kaleler?...
          Yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar, pullar!... 
          -
          Yürü git işine yahu!... dedi padişah. Kim, din gamına düşerse,
          Allah ondan öbür dertleri alır. 
          Nihayet
          padişah üstün geldi, yaratılışı güzel ve temiz 
          bir kişinin soyundan o kızı aldılar.  Güzellikte eşi yoktu. Yüzü kuşluk güneşinden daha
          parlak, boyu, huyu o kadar güzeldi ki... anlatmaya imkan yoktur. 
          Dini
          avlamaya bak!... Ki ; onunla beraber güzellik, mal, mevki ve  fayda verecek baht da senin olur. Bil ki, ahiret deve katarına
          benzer. Dünya malı da, devenin yünü ve tüyü... 
          Katara sahip oldun mu; yünü, tüyü de beraber gelir. Fakat;
          yünü alırsan, deve senin olmaz ki!... Deve senin olursa, yünün ne
          değeri kalır?..  
          Padişah,
          temiz ve riyasız bir soydan gelen o kızı oğluna nikahladı. Fakat
          kaza ve kader bu ya!... O güzelim şehzadeye bir ihtiyar büyücü de
          âşık olmuştu. Öyle bir büyü yaptı ki , Babil büyücüleri
          bile haset ederlerdi o büyüye. Şehzade, o çirkin kocakarıya âşık
          oldu. Ne güveyiliği kaldı aklında, ne de gelin. Zavallıda konuşacak
          mecal dahi kalmamıştı. Tam bir yıl esiri oldu, o kokmuş kocakarının
          ayakkabısının tasmasını öpüp durdu. Kocakarının sohbeti; şehzadeyi
          kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... adeta yarı canlı hale
          getirmişti.  Dünya padişaha
          zindan kesilmişken, şehzade ise gülüp eğlenmekteydi. Padişah çaresiz,
          gece gündüz dualar etmekte, kurbanlar kesmekte, sadakalar dağıtmaktaydı. 
          Ne çare varsa hepsine baş vurdu, ne tedbir söyledilerse
          yerine getirdi, fakat oğlan; kocakarıya gün geçtikçe daha da
          fazla âşık oluyordu. Mutlaka bunda bir hikmet, bir sır olduğunu
          fark eden padişah, ancak yalvarıp, yakarmakla bir çare bulunabileceğini
          sezdi, bu yolu bırakmamaya, daha da şevkle sarılmaya devam etti. 
          -
          “Ya Rabbim... fermanın yürür!... Mülkünde başka kimin hükmü
          geçer ki?... Fakat bu yoksul çocuk ödağacı gibi yanıp
          duruyor!... Ey merhametli Allah’ım... Elini tut!... “ diye
          yalvardı durdu padişah. Nihayet onun yakarmaları makbule geçti,
          yoldan usta bir büyücü çıktı geldi. Şehzadenin kocakarıya esir
          olduğunu duymuştu. Ayrıca o kocakarının büyüde eşsiz olduğunu
          da söylemişlerdi. 
          Yiğidim;
          el elin üstündedir!. Hünerde de, kuvvette de arşa kadar, el elin
          üstündedir!.. Ellerin sonu Allah’ın elidir!.. Şüphe yok ki ;
          deniz , sellerin varıp döküldüğü son yerdir!... Bulutlar da suyu
          denizden alır , seller de akıp gider ,
          nihayet ona varır!.. 
          -
          Şehzade elden gidiyor, diye inledi adeta padişah. 
          Adam: 
          -
          İşte, ulu bir derman olarak geldim ya!.. Bu büyücülerden hiç
          kimse o kocakarıya eşit olamaz, ancak ben, o yandan geldim. Büyüde
          bilgim çoktur, ancak ben başa çıkabilirim onunla. Musa’nın eli
          gibi, Allah’ın iziniyle onun büyüsünü kökünden yıkar,
          mahvederim. Çünki bana bu bilgi Allah tarafından verildi. Hor ve
          hakir olan büyücülerin  talebeleri
          olarak öğrenmedim. Onun büyüsünü bozmak, şehzadeyi bu durumdan
          kurtarmak için geldim. Seher çağında mezarlığa git, duvarın yanında,
          kireçle boyanmış bir ak mezar var, orasını kıble tarafına doğru
          kaz; o zaman Allah’ın kuvvetine, kudretine bak!.. 
          Bu
          kıssa pek uzundur cancağızım. Sen de usandın, bari tamamını
          yazmayalım da kısa keselim... Fazlasını bırakıp, hülasasını söyleyelim: 
          O
          sıkı düğümleri çözdü, şehzadeyi mihnetten kurtardı. Çocuk
          kendisine gelince, koşarak babasının tahtına vardı, yüz sürdü,
          secdeye kapandı. Koltuğunun altında bir kılıç , bir de kefen
          vardı. Padişah şenlikler yaptırdı, şehir halkı sevindi , o ümidini
          kesmiş gelin de muradına erdi. Padişah öyle bir düğün yaptı
          ki, köpeklerin önüne bile gülsuyu şerbeti kondu. Büyücü
          kocakarı kederinden geberdi, çirkin yüzünü de, çirkin huyunu da
          cehennem Mâlikine verdi. 
          Şehzade: 
          -
          O kocakarı benim aklımı nasıl oldu da çeldi, diye hayretlere düşmüştü.
          Güzellikte aya benzeyen ve güzellerin güzellik yolunu kesip vuran
          gelini görünce, aklı başından gitti, düşüp bayıldı. Tam üç
          gün, üç gece öylece kaldı . Gül suları ve ilaçlarla ayıldı,
          yavaş yavaş açıldı, iyiyi kötüyü anlamaya başladı. 
          Bir
          yıl sonra söz arasında padişah ona dedi ki: 
          -
          Oğlum, hele o eski sevgiliyi hatırla bakalım!.. O seninle beraber
          yatanı, o yatağı bir hatırla da , bu derece vefasız ve acı sözlü
          olma!.. 
          Şehzade
          dedi ki: 
          -
          Bırak baba. Ben neşe yurdunu buldum. Gurur yurdunun, aldanma
          yurdunun, aldanma diyarının kuyusundan kurtuldum. 
          Mü’min,
          yol buldu da, karanlıktan Hakk nurunun bulunduğu tarafa yüz çevirdi
          mi, öyle olur işte!... 
          Kardeş;
          bil ki, şehzade sensin, “Adem’e ruhumdan üfürdüm!..”
          denilensin!... 
          Kâbil’li
          büyücü, o kocakarı; Dünyadır!... Erleri bile rengine, kokusuna
          esir etmiştir!... “Kul euzü...” leri oku, kendine üfür de , bu
          bulanık ırmağın ıstırabından , büyüsünden kurtul !...
          Allah’a sığın, O’ndan yardım iste !... 
          Mesnevi:4.Cilt
          - Sayfa:247-....-257  |