| 
        HASTA-SOFİ-KADI 
         
        Uzun uzun muayene etti hastasını hekim. Hiç bir düzelme ümidi yoktu. Üstelik
        günleri de sayılı idi. 
        - Öyle bir hastalık ki
        senin bu illet, tedavi tamamen sana kalmış. Eğer sabır ve perhizi bırakır, canının
        istediği her şeyi yapmaya başlarsan düzelirsin, hiç bir şeyin kalmaz. Bil ki sabır
        ve perhiz bu hastalığın yegane iki düşmanıdır. Aklına ne gelir, canın ne isterse
        geri durma, yap... dedi. 
        Gözleri parladı, kalbinin
        ritmi hızlandı... Yıllardır yasak dendiği için yapamadıklarını bir bir gözünün
        önünden geçirdi. Ağızı sulandı. Hekime: 
        - Âlâ... Aliyyül âlâ..
        Sen ne güzel hekimmişsin de bizim haberimiz 
        yokmuş, bunları bana yap diyen bir Allah’ın kulu çıkmadı şimdiye kadar. O yasak,
        bu yasak.. Şunu yeme, bunu içme.. Şuraya gitme üşütürsün, nevazil olursun.. Başka
        lakırdı söylemediler... Sağol hekimbaşı. Ömrün bereketli olsun, diyerek
        uğurladı. 
        Hemen çıktı yataktan: 
        - Duydunuz hekimin
        dediklerini, beni giyindirin, gezmeye gideceğim dedi, ev halkına Çıktı. Şura senin,
        bura benim... isteyip de gidemediği yerleri gezdi öncelikle. Dere kıyısını
        özlemişti. Bir de oraya uzanayım, dedi. Gezerken su 
        kenarına oturmuş, kafası kazınmış bir sofi gördü. Gördü ama içi tutuşmaya
        başladı: 
        -"Şu kafaya bir
        vursam, herhalde gönlümde gam, keder kalmaz..." diye içinden geçirirken,
        "Zaten hekim canını istediği her şeyi yap demedi mi? Mutlaka yapmalıyım
        bunu" diye düşünürken iyice yaklaştı. Pekiştirmek için de:" Kendinizi 
        elinizle tehlikeye atmayın" buyurmuyor mu Ulu Rabbim. Şimdi bunu yapmazsam içimde
        kalacak, bu da derdimi artıracak, hastalığımın ilerlemesine sebep olacak.
        Yapmalıyım .. "telkini ile de kalbinin ikilemi gitmiş bir vaziyette sofini
        başına olanca gücü ile bir sille yapıştırdı. 
        Sıçradı sofi, kalktı,
        bir kaç yumrukla mukabelede bulunmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama
        vazgeçti, vuranı görünce. 
        Ey heva ve hevesini hekimlik
        sanıp zayıfları incitmeye kalkışan; sana bu ilaçtır diyen, seninle alay etmiştir.
        O Âdem’e de buğdayda kılavuzluk etmişti, hatırla. "Bunu yerseniz ölümsüz
        olursunuz, ebedi yaşarsınız!.." diyerek ayağını kaydırdığı 
        Âdem; sırtını Hakk’a dayamıştı da, o kovulmuş olan, bunun idrakından
        bîhaberdi. 
        İşin sonunu düşündü
        Sofi.. 
        Tuzağı fark eden yeme
        aldanmaz. Belki bir adım atar ama, devamı olmaz. 
        -"Kafaya yenen bir
        tokat yüzünden; körcesine, kelleyi vermeye değmez, teslim hırkasını giyen bana,
        sille yemek kolay gelir. Adamın âhı gitmiş, vâhı kalmış. Bir tane vursam elimde
        kalacak. Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor. Ölecek, adam
        sayacaklar. Kısas isterlerse bizim kelle gidecek. Akıllı ol, 
        maşa varken elini yakma. En iyisi bunu kadıya götüreyim, o Allah’ın terazisidir.
        Onun kilesine şeytanın hilesi girmez... " diye düşündü, tuttuğu gibi kadının
        huzuruna çıkardı vuranı, olayı anlattı ve ekledi: 
        -Davacıyım Kadı Efendi.
        Bu densizi, bana nahak yere vurduğu için ya eşeğe ters olarak bindirip ahaliye
        sergile, yahut da döverek cezalandır... Takdir sizindir. 
         
        Kadı’nın cezasından ölse, ölür gider, sorucusu da, cezası da olmaz. Çünki o
        kendi nefsi adına değil, Allah vekili olarak verir cezayı. Hatalı dahi olsa karar,
        yine değişmez. 
        Öğretmen çocuğu dövse, bu sebeple ölse, onada ceza olmaz. O da Allah vekilidir. Baba
        çocuğu dövse, bu yüzden çocuk ölse, babaya ceza verilir, çünki ondan menfaatlenmek
        adına açıktır. Evladın babaya hizmeti lüzumludur, lakin hocasına 
        hizmetten yana bir farziyeti yoktur. 
        Bu fıkıh başka bir
        sanattır, başka başka kârı vardır. 
        Mesnevide yokluk dükkanıdır. Kunduracı dükkanında deri vardır, ağaç görürsen
        bil ki ayakkabı kalıbıdır o.  Kumaş dükkanında demir görürsen bil ki
        arşındır o. Mesnevimiz vahdet dükkanıdır, orada Bir’den başka ne görürsen
        puttur. 
         
        Kadı dedi ki: 
        -Oğul; vuran nerede,
        vurduğu yer neresidir? Diye sordu. 
        Gösterilince: 
        -Yahu, bu hastalıktan bir
        hayal olmuş!.. Şeriat diriler içindir!.. Hiç mezarlıktaki ölülere şeriat tatbik
        edildiği duyulmuş mudur?.. 
        Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden daha ölüdürler. Ölü; bir kere
        ölmüş, bu alemden göçüp gitmiştir. Halbuki sofiler yüz taraftan
        ölmüştür.  
        - Ben dirilere hükmederim.
        Mezarlıkta yatan ölülere değil!.. Mezarda ölüyü çok gördük, bir de ölü de
        mezarı gör!.. Bir mezardan, üzerine bir kerpiç düşse, akıllı olan kalkıp mezardan
        davacı olur mu?.. Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünki dirinin 
        reddettiğini Allah ta reddeder. Dirilerin kızgınlığı Allah’ın kızgınlığı,
        O’nun zahmıdır. Allah öldürmüştür onları. Derisini yüzmek için ayağından
        üflemiştir de, sen onu kasapın yaptığıyla karıştırma. Allah’ın yaptığı
        baştan sona lûtuf ve keremdir, kasabın ki ise ar ve ayıp. 
        - Bu eşeğe bindirmenin
        şeriatta yeri yoktur, sopanın resmini eşeğe bindireni duydunuz mu hiç? Onu eşeğe
        değil, belki tabuta bindirmek daha uygundur. 
        Sofi dedi ki: 
        - Peki; hiç bir suçum
        günahım yokken, bana vurmasını nasıl reva görüyorsunuz?.. Kadı, zayıf ve
        hastalıklı adama dönerek: 
        - Az çok bir paran var
        mıdır?. Diye sordu. 
        - Evet Kadı Efendi. Altı
        kuruşum var. 
        - Peki!.. Sen fakir ve
        ihtiyaçlı bir adamsın. Üç kuruşu ile kendine ekmek, katık alırsın. Diğer üç
        kuruşu hiç itiraz etmeden ver bu adama. 
        Hasta adam sevindi ama belli
        etmedi duygusunu. Kesesini çıkardı, düğümünü çözdü, üç kuruşu ayırdı,
        vermek için uzatırken gözü Kadı’nın ensesine ilişti. 
        - "Maşallah, ne ense
        var Kadı Efendide. Pehlivan ensesi mübarek. Nasılda vurulur, ne güzel şaklar!..
        Allah’ım!.. Dayanamayacağım!.. Bunu yapmazsam ölürüm!.. Zaten  
        çok da ucuz!.." diye düşündü, kulağına bir şeyler söyleyecekmiş gibi
        Kadı’nın yanına yaklaştı, bütün gücü ile  şamarı indirdi ense köküne ; 
        - Alın şu altı kuruşu
        paylaşın aranızda. Ben de hırıltıdan, gürültüden kurtulayım ,dedi, kesedeki
        paraları koydu önüne. 
        Kadı kızdı, köpürdü!.. 
        Sofi, Kadıya dönerek: 
        - Ey emin adam, ey din
        şeyhi!.. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl hükmediyorsun,
        "Kim kardeşi için kuyu kazarsa kendi düşer " hadisini duymadın mı?.
        Biliyorsan kendin neden uymazsın?. Ensene sille yemene sebep olan 
        şu hükmün yok mu?.. Eğer diğer hükümlerin de böyleyse vay haline!.. Kimbilir
        başına daha neler gelir?.. Bir zalime harcaması için üç kuruş bırakırsın ha!..
        Acımanın sırası mı?. Zalimin elini kes. Sen kurda süt veren keçi yavrusuna
        benziyorsun, dedi. 
        Kadı: 
        - Kaza ve kaderden gelen her
        cefaya razı olmamız lazım. İçten razıyım. Yüzüm ekşidi ama hoş gör!.. Hak
        acıdır. Gönlüm bağdır, gözüm bulut gibi.. Bulut ağladığı zaman bağ
        neşelenir, niçin sırıtıp duruyorsun?.. Mum gibi göz yaşları dökersen, mum gibi
        aydınlatırsın odayı!.. Ey sersem sersem gülüp duran!.. 
        Gülmenin zevkini gördün, bir de ağlamanın zevkini seyret. O şeker madenidir.
        Cehennem ağlatırsa, onu anmak, sana cennetten daha hoştur. Gülmeler ağlamalarda
        gizlidir. Ey saf ve temiz kişi defineyi yıkık yerlerde ara. 
        Sofi dedi ki: 
        - Mademki altın bir
        madendir. Neden bunda fayda vardır da öbüründe zarar olur?.. Hepsi tek elden geldiği
        halde neden biri ayıktır da diğeri sarhoş?.. Nehirler hep aynı buluttan gelir de;
        neden biri acı, diğeri tatlıdır?.. 
        Nurlar ebedilik
        güneşindendir de, doğru sabah ile yalancı aydınlık nedendir?.. 
        Gözlerdeki sürme hep aynı
        sürmedir de, neden kimi şaşı görür, kimi doğru. Darphanenin sahibi Allah’tır da
        neden kimi paralar düzgün çıkarken, kimileri bozuk oluyor?.. 
        Allah: "Yol benim yolum
        .." dedikten sonra neden kimileri ahde vefa ederken, diğerleri yol kesmede?..
        Binlerce suretlerde görünen birliği kim görmüştür?. Daimi olarak duran bir 
        varlıkta nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?... 
        Kadı dedi ki: 
        - Ey Sofi şaşırma. Bunu
        bir misalle anlatacağım sana: Bütün bu keyfiyetler köpük gibi denizin üstünde
        oynar durur. Denizin zatında da zıttı, ortağı, benzeri yoktur, işinde de.
        Varlıklar; varlık elbisesini ondan giyerler. Zıt; kendisine zıt olan şeye nasıl olur
        da varlık verir?.. Eş ne demektir?. Emsal .. 
        İyinin, kötünün dengi, benzeri. Emsal, kendine emsal yaratır mı?.  Denizin bu
        zıt görünüşlerini, bu sayısız tecellilerini iyi kötü diye değerlendirmeden
        görmeye bak. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar?.. Can nasıldır, nicedir
        bilebilir misin?. Peki her zerredeki akıl ve can bile bedene bigane olan böyle bir
        deniz; 
        nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık kalıplarına sığar?.. Aklı kül bile orada
        bilmeyenler safındadır. Orada akıl bedene der ki: 
        -Ey cansız şey!.. hiç o dönüp varacağın denizden bir koku aldın mı?. Bir şey
        duydun mu?. 
        Beden der ki: 
        - Ben ancak senin bir
        gölgenim!.. Gölgeden kim yardım ister ki?.. 
        Akıl: 
        - Burası; anlayabilecek
        kişinin, anlayamayacak olandan daha aciz olduğu yerdir. Burası öyle bir hayret
        makamıdır ki; parlak  güneş bile burada, bir zerreye kulluk etmekte, köle gibi
        hizmetlerde bulunmaktadır. Aslan, ceylanın önüne baş koyar burada.. Eğer
        inanmıyorsan, Mustafa niçin yoksullardan dua ister?.. Define yıkık yerlerde olur.
        Sofi, can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum..  Takdir
        sana  bir vuruş yapmışsa, bekle, ondan sana bir ağır elbise giydirilecektir.
        Çünki o padişah silleyi vurduktan sonra taç, taht bağışlamayacak kimse
        değildir.  Boynunu  dünyanın altın boyunduruğundan kurtar da, Allah’tan
        sille satın almaya bak. Peygamberlerde dertlere, musibetlere sabrettikler için en yüce
        oldular. Bak yiğidim; hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun, yoksa geri gider
        ha!.. 
        Sofi dedi ki: 
        - Ne olurdu yani; bu âlem
        insana hep gülseydi, kaşlarını çatmasaydı!.. Değişip durarak insanlara zahmetler
        vermeseydi!.. Gündüz varken, gece olmasaydı, Zevk ve sefalar sürerken, bahçeyi kış
        talan etmeseydi!.. Sıhhat varken onu bozacak şeyler olmasaydı, Hasılı Allah’ın
        nimetinde bir eksilme olmasaydı, cömertliğinden, rahmetinden ne eksilirdi ki?.. 
        Kadı dedi ki: 
        - Sofi pek boş bir
        adammışsın yahu!.. Kûfi yazıdaki  kef harfi gibi, bom boş. Terzinin hikayesini
        duymuşsundur.  Dinleyicisi olmasaydı anlatılır mıydı hikayeler?.. Birisinin
        sözü güzelse dinleyicisindendir. Eğer çocuklar derse iyi sarılırlarsa bu
        öğretmene şevk verir. Dinleyicisi olmayan, en iyi çalgıcı da 
        olsa, çalgısı ona yük olur, aklına söyleyip, çalacak bir şey  gelmez. Eğer
        gaybın haberlerini dinleyecek kulaklar olmasaydı, müjdeci vahiy getirir mi idi
        göklerden?.. "Sen olmasaydın .." sözü, keskin ve görür gözler içindir. 
        Sofi dedi ki: 
        - Yardımı istenen Allah:
        Kârımızı ziyansız vermeye kaadir iken, 
        Ateşi gül haline getiren, bunu ziyansız yapamaz mı? 
        Dertleri, neş’e ye çeviremez mi? Bedene can verip dirilten, dirilttiğini
        öldürmezse ne olurdu? Cömert; kulunun isteğini çalışmadan verse ne olurdu?
        Kullardan nefsin ve şeytanın hilelerinden uzak tutsa ne olurdu?..  
        Kadı dedi ki: 
        - Ölüm olmasaydı,
        dünyada; çirkin, güzel, taş, inci, nefis, şeytan, heva, heves, zahmet, meşakkat,
        savaş olmasaydı; ar perdesi yırtılmış adam, padişah kullarına ne ad verecekti?.
        Kimlere sabırlı, kimlere hilm sahibi, kimlere yiğit, kimlere hikmet sahibi diyecekti?.
        Yol kesen mel’un şeytan olmasaydı; sabırlılar, 
        doğrular ve yoksulları doyuranlar nasıl belli olacaktı?.  Rüstem ve Hamza ile
        namussuz, aynı ve bir olsaydı, bilgi ve hikmet batıl olurdu. Bilgi ve hikmet; doğru
        yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf yoldan ibaret olsaydı; hikmet, abes ve
        boş bir şey olurdu. Sen ise bu acı ve sulu tabiat dükkanı için iki 
        alemin de yıkılmasını hoş görüyorsun. Ama ben biliyorum ki sen paksın, ham
        değilsin. Bunları bilmeyenlerin anlaması için soruyorsun. Devranın cefasıyla
        alemdeki bütün eziyetler, Allah’tan uzak olmaktan ve gafil bulunmaktan daha 
        kolaydır. Çünki bunlar hep geçer de, onlar geçmez. 
         
        Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:107-............-141  |