Bu bölümde Zafer Dergisi ve Gerçeğe Doğru Ciltlerinden derlenen değişik konulardaki yazılar yer almaktadır ve Zafer Yayınlarınca çıkarılan gerek Zafer Dergisi, gerekse Gerçeğe Doğru Ciltleri herkesin kitaplığında bulunması gereken birer başvuru kaynağı niteliğini taşımaktadır, dolayısı ile herkese tavsiye ederim...
Ruh ile beden arasındaki münasebet bir bakıma, sesle
mana arasındaki münasebete benzer. Söz mananın bedeni, mana sesin ruhudur. Bu
ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda; ne içindedir ne dışında... Mana,
hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir... O, hafızada sessiz
olarak durur, dimağda sessizce yaşar, kalbde kelimesiz olarak bulunabilir.
Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese müracaat eder... Ses,
muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar... Mana ise, ondan sonra da
hayatiyetini sürdürür. Mana, sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü,
sesten sonra da varlığını devam ettirmekte... Bir başka açıdan; bedeni kafese,
ruhu ise kuşa teşbih ederler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler var.
Hemen aklıma gelenler şunlardır;
Beden ruh içindir, ruh beden için değil...
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati
de ruhun olgunluğuna delil olamaz...
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun
büyüme yolu daha başkadır...
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes
değildir; "göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder"
Bediüzzaman
Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En
yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz?..
Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra
da varlığını devam ettirir...
Şu koca kainat sarayı ruh için bir oda gibi... Beden
ise kafes... Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar, gider... Daha geniş
alemlere kavuşmak üzere... Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini
unutmayan ruhlara müjdeler olsun!.. {Alaaddin Başar}
Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi
açlıktan ölenlere benzerler...
Fakire yardım etmez. Az mal bırakıp da mirasçılarını
ağlatsın mı arkasından!..
Kazanç hırsı gözlerinde alev alev yanardı. Şimdi de
kendisi yanıyor!..
Tuhaf adamdı. Ömrü, eğrileri doğrultmakla, doğruları
eğriltmekle geçti. Mezarına eğri bir yoldan götürdüler, ama o dosdoğru
"kimbilir nereye" gitti...
Ahirette insan kendi kendisinin şahididir. Başkasına
ne hacet!..
Bir pazar yeri gördüm. Vicdan alınıp vicdan
satılıyordu. Nerde olduğunu bir hatırlayabilsem!..
Mirasımız kendimize kalacak. Gün gelecek,
günahlarımızı yiyeceğiz...
Allah dostu için ateş yaktılar. Alevler güle döndü.
Aradan asırlar geçti, bize mirasları kaldı. Ateş size, gül bize... {Emre
Kevser}
"Yoksa siz, gökte olanın üzerinize taş yağdıran
{bir fırtına} göndermeyeceğinden emin mi oldunuz?" {Mülk, 17} Ayet,
göktaşı yağmurundan bahsediyor. Bunlardan bir kısmı kuyruklu yıldız
kalıntılarıdır. 33 yılda bir, Arz onların içinden geçerken bu durum vuku bulur.
Mesela 30 haziran 1868'de Polonya'da Pultuska'ya düşen göktaşları 100 binden
fazlaydı... {Hüseyin Bayram}
Önemli Olan Nedir?
"Yaşamak" kelimesi, yanlış anlaşılmakta ve
"hayvan gibi olmaya çalışmak"la karıştırılmaktadır. İnsan için
"hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamak"tır. Hayatının gayesini ve
hakikatını bulup ona göre yaşamaktır. Hakikatı aramak, insanın asli vazifesidir.
Ondan kaçmak veya akılsızca gözlerini kapamak, ancak bir sarhoşluk, gaflet veya
uyku halidir. Hakikati kendimize uydurmaya değil, kendimizi hakikate uydurmaya
mecburuz... {Mustafa Nutku}
Şevk
Ümitsizlik adına ne varsa, sileceğim;
Benim de bahtıma gün doğacak.. güleceğim!
Rızık
Gülsün yüzü güneşin her sabah penceremde;
Az olsun, helal lokma kaynasın tenceremde!
Namaz
Seherlerde uyuyan gafilleri uyandır:
"Bak, herşey senin için.. şükretmemek
isyandır!"
Çile
Kevser'inden sunmuş "iç!" diye tas tas
kuluna...
Yaradan dert verirmiş sevdiği has kuluna!
Yakarış
Geçtim candan, canandan; geçtim "dünya"
çulundan;
İlahi!.. Razı mısın bu biçare kulundan?
Hodri Meydan!
Nefsine zor gelenden hoşlanmaya var mısın?
Ömrünün yirmisinde yaşlanmaya var mısın? {Servet
Yüksel}
"Ve yıldızla da onlar yol doğrulturlar"
{16/16} Bir geminin bulunduğu yer, yıldız gözlemi yoluyla astronomik olarak
tespit edilebilir. Resimde görüldüğü gibi, gemi, her iki yıldızın yeryüzündeki
izdüşüm noktaları etrafına çizilen dairelerin kesişme noktasında
bulunmaktadır...
Gece karanlığı herşeyi bürüdüğünde, gökyüzünün
ziynetleri olan yıldızlar ortaya çıkar. Rabbimiz ibretli nazarın, ne derece
ehemmiyetli olduğunu beyan eden ayet-i kerimesinde, yıldızlardan bahsederek,
şöyle buyurmaktadur; "Biz gökyüzünde burçlar {yıldızlar} yarattık ve orayı
nazar edenler için ziynetledik"
Bu ayet-i kerimede gökyüzünde süs olarak yaratılan
yıldızların, onları tefekkür eden ve ibret alanlar için var edildiği bildirilmektedir
ki, bu, ibret ile nazar etmenin ne derece ulvi bir fiil olduğunu göstermesi
yanında, insanoğlunun kainat içindeki üstün makamına da işaret etmektedir.
Şüphesiz ki yıldızlar, sadece süs olarak yaratılmamıştır. En'am suresinin 97.
ayetinde, Cenab-ı Hak kendini tanıtarak şöyle buyurmaktadır; "O öyle
Allah'tır ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu doğrultasınız diye
sizin için yıldızları yaratmıştır..."
Evet, gerek karada ve gerekse denizde olsun,
karanlık gecede yol alanlar, nerede bulunduklarını ve rotalarının doğru olup
olmadığını bilmek zorundadır. Bu husus, bilhassa deniz seyahatlerinde büyük
önem kazanır. Ve özellikle açık deniz yolculuklarında, rotadan ufak bir sapma,
yüzlerce millik yol kaybına sebeb olur. Hiç şüphe yok ki insanlar yıldızlara
muhtaç oldukları gibi küfür, şirk, cehalet, dalalet gibi manevi karanlıklarda
dahi, manevi yıldızlara muhtaçtırlar.
Sevgili Peygamberimiz "sav" bu yıldızlara
işaret eden bir mübarek sözünde şöyle buyurmaktadır; "Benim ashabım,
gökteki yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, doğru yolu
bulursunuz" {Kemal Çinel}
Meryem suresini her dinleyişimde gerçekleşen şey,
bir kez daha vuku buluyor. Hayret... Hayranlık... Mest oluş... Bu sure, daha
ilk ayetlerinden başlayarak, beni her daim belagatına hayran kılar. Gerçi
surenin adı Meryem'dir, ama "Rabbinin kulu Zekeriya üzerindeki
rahmeti"ni anarak başlar. Hz.Zekeriya bir peygamber, ve de çok yaşlı bir
peygamberdir. Hanımı da kısırdır, çocukları yoktur. Zekeriya gizli gizli Rabbinden
bir evlat için duacı olmaktadır.
Bir gün, Cebrail gelir ve Hz.Zekeriya'yı bir çocukla
müjdeler. Hayy-ı Kayyum olan Zatın hayat vermek için sebeplere mahkum
olmadığını göstereceği için de, bebeğin adı "Yahya" olacaktır.
Zekeriya sevinir ve şaşırır. "Hanımım kısır" der, "Ben ise
ihtiyarlığın son haddine varmış bulunuyorum" Cebrail "Dediğin
gibidir" der. Ardından ekler; "Rabbin buyurdu ki: Bu işi yapmak bana
kolaydır" Yahya doğar. Güzel bir kul ve bir peygamber olarak yaşar.
Meryem suresi, işte Zekeriya'nın bu duası ve
Yahya'nın hayat serüveni ile başlar. Bu, ilk anda "Meryem" kıssası
ile ilgisiz gibidir. Oysa, bu kıssayla, zihinler bir yerlere hazırlanır. Kısır
bir anne ve çok yaşlı bir babanın çocuk sahibi oluşu anlatılırken, Rabbimizin
mutlak irade ve kudret sahibi olduğu, sebeplere mahkum olmadığı, sebepler
dairesinde bize imkansız gibi görünen şeylerin Onun kudretine ağır gelmediği
ders verilmektedir.
Zihinler bu hakikate hazırlandıktan sonra, sıra
Meryem kıssasına gelir. Kısır bir anne ve yaşlı bir babadan bir evlat yaratan
Hayy-ı Kayyum, kulu Meryem'i de "babasız bir çocuk"la müjdeler. Ve
Cebrail, Zekeriya'ya söylediği şeyi, Meryem'e de söyler; "Rabbin buyurdu
ki: Bu işi yapmak bana kolaydır" Ve İsa da doğar.
Ne var ki, dünyayı "daire-i esbab"dan
ibaret sananlar, bu mucizeyi anlamaz, inanmazlar. Rableri önce Hz.Meryem'in
kısır ablası ve yaşlı eniştesine bir evlat göndererek kavimlerini
"sebepler perdesi"ni yırtmaya hazırlamıştır. Ama, Yahya'nın bu
mucizevi doğuşundan, kavimleri ders ve ibret almamış; bunu, esbabperest
tavırlarını gözden geçirme vesilesi kılmamıştır. Bu yüzden, Hz.İsa'nın babasız
doğuşunu da anlayamazlar. Bilakis, bu doğumu "esbab dairesi" içinde
izaha kalkarlar. Allah'ı bir insan yaratmak için sebeplere, mesela bir
"baba"ya mahkum gördükleri için, Hz.Meryem'i kötü bir fiil işlemekle
suçlarlar...
Rabbimiz Meryem'e, bu olayı esbab dairesi içinde
izaha kalkışarak kendisine soru yöneltecek olanlara karşı "susmasını
emretmiştir". Bu susmanın Kur'an'da "savm" diye,
"oruç" diye ifade edilişi, bize orucun sadece yeme-içmeyle sınırlı
olmadığını ders verir... Onun yerine, beşikteki bebek konuştu. Bebek,
"muhakkak ki, ben Allah'ın kuluyum" dedi... {Metin Karabaşoğlu}
Öylelerine, iman ve İslamiyet'in lezzetlerinden söz
etmek, fare peşinde koşan bir kediyi kulağından yakalayıp ona gelinciklerle
süslü bir dağ yamacını seyrettirmeye çalışmak kadar beyhude bir gayrettir. Fare
peşindeki kedinin hayat seviyesiyle bir kafirin hayat seviyesi arasındaki
benzerlik, inanılmayacak kadar şaşırtıcı ve gerçektir. Delil mi? İşte, ömrünün
sonlarına doğru yazdığı bir mektupta "en muhteşem manzaralar karşısında
bile hiçbirşey hissetmediğini" söyleyen Darwin'in itirafı! İnkar
cereyanlarının insanlığı kainat dolusu nimet ve saadetten mahrum bıraktığı, kafirin
itirafıyla bizzat sabittir... Kafirin gözü güzelliği görmez veya görse de
güzellik olarak görmez... {Ümit Şimşek}
Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.
Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar
ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan
azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından
kurtulamayacaklar, tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından
kurtulamayacaklar! {Sezai Karakoç}
Görüldüğü gibi madde enerjiye dönüşmekle maddi alemi
terkeder. Enerji de karadelikler vasıtasıyla yutulup bu alemi terkeder ve
yokolur. Böylece hem maddeci görüş hem de Lavosier'in "hiçbirşey yok
olmaz" kanunu, büyük bir darbe yemiş ve yürürlükten kalkmıştır...
{Abdurrahman Eroğlu}
Her değişen, bir değişmeyene dayar sırtını.
Değişmeyen olmasaydı, değişmek olur muydu? Değişen problemler, değişmeyen
formüllerle çözülür. Değişen duygu ve düşüncelerimizi, değişmeyen prensipler
disiplin altına alır. Değişmeyen, değişeni kararsızlıktan ve başıboşluktan
kurtarır. Ona istikrar kazandırır. Yol gösterir, yön tayin eder. Çünkü yönü
yanlış bir değişme, felakete yol açar. Dolayısıyla değişmeyenin, değişeni
dışladığı söylenemez. Çünkü değişmeyen, bütün zamanı kuşatmıştır. Değişmek ise
bugün içindir. Yani değişmeyenin, değişen üzerinde bir makamı vardır. Akılüstü
bir fikrin, aklı dışlamayışına benzer bu. Neticede; değişmeyen sayesinde zamana
ve mekana uygun şekle giren değişen, artık değişmeden kalabilmeyi arzular. Ve
hakikat, işte bu değişenden değişmeyene doğru uzanan çizgi üzerinde tecelli
eder... {Engin Gündoğar}
Zamanın yaratılmış olması, aynı zamanda, kaderin
varlığını da açık seçik gözlerimizin önüne serer. Çünkü gözümüzün önündeki
herşey harikulade bir planla yaratılmıştır. Herşey planlı yaratılırken herşeyi
hükmü altına alan zaman nasıl plansız kalabilir? İncir çekirdeğinde nasıl incir
ağacının programı saklıysa, zaman denen çekirdekte de tesiri altındaki herşeyin
programı saklanmıştır... {Ümit Şimşek}
İnanç gönül işidir, kalp işi, sevgi işidir...
Zorbalık din konusunda netice verebilseydi, 70 yılda 70 milyon insanı katleden
küfür rejimi {komünizm}, kökü "şamanlık"tı diye iddia ettiği Orta
Asya milletlerini kendi "dinsizlik dini"ne döndürürdü...
Osmanlı Devleti'nde Roma İmparatorluğu'ndaki gibi
bir asil-köle ayırması olmadığına göre "sömürme" dediğimiz o zorla
servetini alma işi nasıl gerçekleşecek? Asker, subay, paşa, alim, talebe,
tüccar, sanatkar, çiftçi; hepsi memleketin öz ve tek sınıf ahalisi içinden
gelmekteydi...
Köylüler köye hapsedilmiş!.. "Zorla"
demiyor, zaten diyemez... İktisadi sistem öyle kurulmuş demek istiyor... Demek
çiftçiler, hayvancılar yerini yurdunu terkedip şehirlere akmaya mecbur
kalmıyormuş... Şaşkınlığından, bilmeyerek ecdadımızı methetmiş oluyor...
"Kul" tabiri, "Türk" hitabı vs
ise o günün halk dilinde teb'a yerine kullanılan kelimeler; bugünkü manaları
farklı elbette... {İbrahim Erdinç Şumnu}
***
Zeynelabidin hazretleri abdest alırken sapsarı
kesiliyor, sebebini sorduklarında şu cevabı veriyor; kimin huzurunda durduğumu
düşünürseniz, sebebini anlarsınız...
***
Lokman Hekim'e; Bilgeliğini kimlerden aldın? diye
sorduklarında "Körlerden" cevabını vermiş, "çünkü onlar,
yoklamadan adım atmazlar"
***
Kendisine; "Artık evlenmeniz iyi olacak.
Zamanınız geçiyor" diyenlere Davud Bin Nusayr şu cevabı vermiş;
- Kendi derdini çekemeyen bir gönüle bir de
başkasının derdini yüklemek akıl karı mıdır?
Cehennemi tasvir eden ayetlerde, inanmayanların daha
dünyada iken büyük bir azaba düçar oldukları belirtilir ki, batı dünyasının
intihar olayları ile dolu olan bunalımlı dünyası buna şahittir...
Kur'an-ı Kerim'in davetine dikkati çekme yollarından
birisi de yemindir. Yemin 15 surede başlangıç cümlesi olarak kullanılmıştır.
Yemin, dinleyiciyi neden bahsedildiğini öğrenmeye psikolojik olarak hazırlar.
Yeminle başlanması söylenecek şeyin çok önemli olduğuna işaret eder. Bu yolla
insanlar münakaşa etme veya tartışma yerine, dinlemeye daha yatkın hale
gelirler... {M. Osman Nagaty}
İster sağ, ister sol olsunlar, ideolojiler dünyaya
yıkımlar, felaketler ve katliamlardan başka birşey getirmemiştir. Bu bir
vebadır. Modern zamanların vebası. Sürekli entellektüel çakırkeyiflik halinde
bulunan birtakım düşünürlerin yaydıkları bir veba. Bu öldürücü hastalık, daha
önce hiçbir salgın hastalığın alamadığından çok daha fazla can almıştır. Artık
bir tabipler heyetinin acilen toplanmasının tam zamanıdır. Belki bu heyet,
hastalığı önleyemeyecektir. Fakat en azından, beyinleri buna yakalanmaktan
kesinlikle koruyabilecek şekilde hastalığın sebep ve tesirlerini gözler önüne
sermek zorundadır. Şimdi tabipler heyetinin önünde, hastalıkların daha iyi
teşhis edilmesi ve tedbir alınması için Lenin, Stalin, Pol Pot, Hitler ve Mao
gibi kadavralar var. Bunun için aslında uzman olmaya da gerek yok. Çünkü
ideolojiler kokularından tanınırlar. {Andre Frossard}
Almando Valladares
Kim bu adam?
Hemen herşeyi alınan ama hala gülümseyen, ruhunun
bahçesinde sonsuza dek güller açacak bu insan kim?
Bir şair işte...
Kübalı. Kastro'nun kızıl zindanında yirmiiki yıl
çile çekmiş. Hem de ne çile; kemikleri kırılıncaya kadar dayak, felç olana dek
işkence, iflas etmiş bir solunum sistemi...
Bunları herhalde insanlar yapamazdı!
Sebep?
Komünizme karşı çıkmak!
Karşı çıkmanın asaleti var burada. İnsan birtakım
idealler uğruna ölümü göze alabiliyorsa, kıymetli bir insandır. Hele hele
kıpkızıl bir haksızlık olan komünizme karşı çıkıyorsa, daha da kıymetlidir.
"Böylesi korkunç bir hayata nasıl
dayandın?" diyorlar.
O; "Allah'a imanım sayesinde" diye cevap
veriyor. Ardından da, hapishane duvarına kanı ile yazdığı şiirini okuyor;
"Herşeyimi aldılar
Hemen herşeyimi
Ama gülümsüyorum hala
Çünkü hür bir insan olmanın gururu içindeyim
Ve ruhumun bahçesinde
Sonsuza dek çiçekler açacak" İbrahim Erşahin
Bir damla deniz suyunda milyonlarca canlı
bulunduğunu ve dolayısıyla okyanusların ağzına kadar hayat dolu olduğunu
unutmayın. Sakın bir damla sudaki canlıları vazifesiz zannetmeyin. Yeryüzündeki
mevcut oksijenin yaklaşık yüzde sekseni bunlar vasıtasıyla üretilir. Aynı
zamanda da yediğimiz balıkların besin kaynağıdır onlar... {Adem Tatlı}
İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır;
hakikatin, hayrın, güzelliğin...
İnsan ruhunda bu üç şeye götüren üç kabiliyet
vardır; zeka, duygu, irade...
Zeka üç yerde kullanılır; kazanmada, hilede,
ilimde...
Kalb, üç şeyin mahfazasıdır; aşkın, ümidin ve
imanın...
Üç şeyi sevmeyen ruh, ölü odaları gibi karanlıktır;
çocuğu, Allah'ı, zalimle kaviden başkasına itaati...
Üç nesneden her yerde kaçmalıyız; yersiz şiddetten,
açlık bırakmayan tatminden, kendimize çevrilmeyen tehditten...
Üç kişiden korkunuz; merhametsizden, müraiden,
mürtekipten...
Üç musibetten uzaklaşınız; zulümden, küfürden,
cehaletten...
Üç kişiye el uzatınız; hastaya, garibe, muhitinde
anlaşılmayan bedbahta...
Üç türlü davranış kaba ve sahtedir; kendini belli
eden sanat, nümayişçi ahlak, kendine güvenen dindarlık...
Üç şey saadetin sırrıdır; tevazu, kanaat ve ölümün
eşiğinde sık sık dinlenme zevki...
Dünya üç şeyle cennet olur; elden, dilden ve
gönülden vermekle, affetmekle, hidayet yolunu göstermekle...
Üç kişi karanlıkta kalmıştır; aşkından çok
talakatını kullanan, imanını iddia yapan, aklın meyvasından lezzet almayan...
Üç hakimin hükmünde hata aranmaz; kalbin, kaderin,
ölümün...
Üç yerde insan kendini tanır; tövbede, zalimin kahrı
altında, son nefesinde...
Hayatın manası üç yerde hakkiyle anlaşılır; aşk ile
birleşen ümidde, vecd ile yapılan ibadette, yeri yurdu unutturan seyahatte...
Gözyaşının üç yerde lezzetine doyulmaz; vuslatta,
mağfirette, merhamette...
Üç yerde insan Allah sohbetindedir; kalabalıktan
incinmeyen yalnızlıkta, bir ümidsizin yüzünü ümidle güldürdüğü yerde, zalimin
zulmü kendinden şükür taşırdığı anda...
İnsanlat içinde kendini bilenler şu üç kişidir;
rüzgarı bile incitemiyenler, kendi adlarını söylemekten utananlar, Allah
emaneti olan insanlara katı katı gözlerle bakamıyanlar...
Üç türlü insan Allah'tan uzaktır; rahatlarını
hesaplayarak hizmetten kaçanlar, duygulu olduklarını ileri sürüp de sefalet
sahnelerinden uzak duranlar, sefil ruhlarda feyz arayanlar...
Üç türlü insan Allah'ı görmekle müjdelenmiştir; saf
kalbler, gecenin karanlığında güneşi bulanlar, hayattayken ölümle birlikte
yaşayanlar...
Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir; isteklerin,
aklın, hayatın...
Üç şeyden ayrılınca diğer üç şeye geçmede acele
etmelidir; insanlardan ayrılınca ibadete, hareketten çıkınca huzura, dünyaya
vedalaşınca uhraya... {Nurettin Topçu}
"Müminler muhakkak felah bulmuşlardır"
Felah bulmak, kurtuluşa ermek müminin vasfı...
Mümin felah buldu... Kurtuldu... Neden yahut nelerden?..
Evvela, bizzat iman nimetine nazar ettiğimizde müminin, küfürden ve şirkten
felah bulduğunu anlarız. Bu en büyük kurtuluş... Zira, aksi en büyük felaket ve
ebedi hüsran...
Dünün körünün bugün gözü açılsa, onun kurtulduğunu
söyleriz... Neden kurtuldu?
Karanlıktan... Gözü önündeki eşyayı fark
edememekten...
Renk, şekil, güzellik ve daha nice mefhumların
cahili olmaktan...
Sadece elinin ulaştığına erişebilme esaretinden...
Artık nazarını güneşe gönderebiliyor. Yıldızlarla bir
manada musafaha halinde...
Körlük büyük esaret...
Gören kurtulmuştur...
İman en büyük nimet, imansızlık en ileri körlük...
Ve imana kavuşmak, görmeye kavuşmaktan çok büyük bir
felah, çok ileri bir mazhariyet!..
Esere bakıp müessiri görememek bedbahtlığından
kurtuluş...
Nimette, nakışta boğulup, Münimi, Nakkaşı bilememe
zindanından halas!..
"Bu alemin bir sahibi var" deyip,
kendisini O'na teslim ederek sahipsizlikten, hamisizlikten necat!..
Kainatı gerilerde bırakan bir ulviyete çıkmakla
süfliyetten kurtuluş...
Bu alemin sahibi kim? Beni bu dünyaya kim getirdi?
Elimi bileğime, gözümü yüzüme kim taktı? Damarlarımı kim döşedi? Sinir
sistemimi kim kurdu?.. Ve daha nice mühim soruların cevabını bilememekten
halas... Cehaletten kurtuluş...
Bir sonraki ayeti kerimede müminlerin en önemli
sıfatı zikrediliyor;
"Ki onlar namazlarında huşu içindedirler"
Bu da bir başka kurtuluş müjdesi... Başıboşluktan,
itaatsızlıktan kurtuluş... Enaniyetten, kibirden necat... Gafletten teberri...
Bundan sonra müminin çok önemli iki vasfı;
"faydasız şeylerden yüz çevirme" ve "zekat verme"
zikrediliyor ve bir diğer sıfata geçiliyor;
"Onlar ırzlarını korurlar"
İman ve ibadetin takipçisi olan güzel ahlakın en
önemli sebebi böylece nazara veriliyor.
Irzlarını, namuslarını korumak... Yani,
iffetsizlikten, hayasızlıktan kurtuluş...
İffetsizliğini teşhir eden insan, bunu inançsızlık
adına ve belli bir ideoloji namına yapıyorsa; o bu haliyle "cehennem
dilekçesi" yazıyor demektir... Bizim onunla bir işimiz olamaz. Zira,
"zarara bilerek razı olana merhamet edilmez"
Biz ancak onun şerrinden diğer gençleri kurtarmaya
gayret gösteririz...
Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, bu gibi
gayretlerimizden ancak kendi fiil, hal ve kal alemlerimizi İslam'a
uydurabildiğimiz nisbette netice alabiliriz.
Felaha ermiyenin iflahta başarılı olması mümkün mü?
Kendini taşıyamayan kimi yüklenebilir?
Benliğini yıkamayan kimi alt edebilir?
Kolsuz adam kimin elinden tutabilir?
Nefsine söz geçiremeyen, kimin nefsini yola
getirebilir?
Dünya kendini çeviriyor da, sırtına milyarlarca yük
atmış... O bunun yolunu Güneşe bağlanmakta bulmuş.
Biz de herşeyden önce Güneşimizi bulacağız... Onun
cazibesine kapılacak, etrafında döneceğiz... {Alaaddin Başar}
Yunan ile İslam arasında bir parametre farkına dikkat
çekmek istiyoruz. Yunan mitolojisine göre, insan yücelmek için tanrılara karşı
başkaldırmak zorundaydı ve başkaldırarak hem yabancılaşmayı aştı, hem de
hümanizmi gerçekleştirdi. İslam'a göre ise Allah, meleklerden de üstün tuttuğu
insanı kendine halife seçerek onu bizzat yüceltti. Bu nokta, İslam kültüründe
felsefi anlamda hümanizmin niçin ortaya çıkmadığını açıklamada bir fikir
verebilir... {Ali Bulaç}
Kişi önce "Hacc ne demektir?" diye
sormalı. Hacc, temelde kişinin Allah'a doğru yükselmesidir. Hz.Adem'in
yaratılış felsefesinin sembolik bir gösterisidir. Biraz daha açıklayacak
olursak, hacc ibadeti pek çok şeylerin aynı anda gösterilmesidir, bir
"yaratılış gösterisi", bir "tarih gösterisi", "birlik
gösterisi", "İslami düzen gösterisi" ve bir "cemaat
gösterisi"dir... Hacc, Kabe'ye doğru değil, Allah'a doğru sonsuz bir
harekettir... {Ali Şeriati, s209}
Kabe çevresine öyle bir hava oluşturmuş ki, üstüne
gece inmiyor. Hayat Kabe'de sürekli. Şiddetin, kavganın yok olduğu, otların
koparılmadığı, ağaçların kesilmediği, hayvanların öldürülmediği bu yörede hayat
bir değişik. İşte şehirciliğin ve tabiatı korumanın özü. Tabiatı ve onun
içindeki canlıları korumak istiyorsak, yeryüzünü aynen burada olduğu gibi,
harem bölgesi ilan etmemiz gerekir {Ersin Gürdoğan}
Dikkat edilirse insanın hiçbir yönünü ihmal etmeyen
İslamiyet, beş vakit namazın cemaatle kılınmasını istiyor. Mutlaka haftada bir
büyük topluluklar halinde bir araya gelmemizi şart kılarak cuma namazını apayrı
bir farz olarak ele alıyor. Senede iki defa bayram namazlarında müslümanları
daha geniş biçimde yan yana bir çizgide topluyor. Hacda ise bu durum zirve
noktaya yükseliyor. {Safvet Senih}
"Eğer Kur'an Tevrat'tan nakledilmiş ise,
Tevrat'ta görülen ve modern ilimlerle bağdaşmayan noktalara neden Kur'an'da
rastlanmıyor? Kur'an-ı Kerim modern ilimleri çoktan geride bırakmış ve ilmin
yeni keşfettiği gerçekleri, asırlar öncesinden ilan etmiştir" Maurice
Bucaille
İtikad, amel, ahkam ve ahlak esaslarını tayin eden
ayetler muhkem, yani açık oldukları halde, kevni {varlıkla ilgili} meselelerden
bahseden bu kabil ayetlerin ekseriya müteşabih, yani geniş ve değişik
anlayışlara imkan veren bir üslupta olması da, Kur'an'ın mucizevi
hususiyetlerindendir. {Suat Yıldırım}
"Suçlu, ayağa kalk!.."
Bademcik savunma sisteminin kilit noktasıdır...
Apandis bağırsağının görevinin bağırsakları korumak olduğu artık kesin olarak
bilinmektedir... {Haluk Nurbaki}
"Acıkmak varsa, doymak da var. Arzusu varsa,
sonsuzluk da...",
"Filmleri kaçırmayalım derken, hayatı kaçırmak
da var",
"Gazetedeki çocuk resminin altında, hayat
kavgasına hazırlık!, yazıyordu; hayatı kavgaya dönüştürenler değil miydi zaten,
anarşist nesiller yetiştirenler?!..",
"Zaman bizimledir... Ama bizim midir?"
"Hayatın siyah rengidir keder"
"Yolumuzu beddualar keser..." (İbrahim
Erşahin)
İnsan kendi hür iradesiyle yaptığı fiillerde kaderin
zorlamasıyla değil, bilerek, isteyerek hareket etmektedir... Bir zat değerli
bir hocaefendiye der; "Hocam, benim kaderimde namaz kılmamak var"
Hoca efendi çeşmeyi gösterir ve der; "Kollarını sıvayıp şu çeşmede abdest
al. Sonra şurada iki rekat namaz kıl. O zaman kaderinde namaz kılmak
olacak"
Evet, Cuma günü ezan okunurken camiye koşanlarla
aynı esnada meyhaneye doğru gidenler, kendi iradeleriyle bu işi yapmaktadırlar.
"Kader beni bağlamış" diyenlere bir tokat atsalar veya eşyasını
çalsalar, "Ne yapayım, benim kaderimde tokat yemek, soyulmak; onun
kaderinde tokat atmak ve soymak varmış" dememeleri gösteriyor ki, bu inançlarında
samimi değiller. Sırf ibadetten kaçmak, günahlara rahatça dalmak için böyle
söylüyorlar.
Böyle utanmaz kimselerin "kader utansın"
demeleri, haddi aşmaktan başka birşey değildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor;
"Biz insana doğruyolu gösterdik. İster şükreder, isterse küfreder"
{İnsan, 3}
"Allah cennete davet ediyor" {Bakara, 221}
Evet, cehenneme davet yok. Zira bu insan, cehennem için yaratılmamıştır. Fakat
oraya gidenler de olacaktır. Mesela devlet, okulları insanlar yetişsin diye
açar. Fakat sınıfta kalanlar da olur, anarşistler de çıkar. {Şadi Eren}
Mr.Baker, bir gün bahçesindeki havuzun kenarına
nefis renkli bir kuşun konduğunu gördü. Kuşun ağzında kurt ve solucanlar vardı.
Onun geldiğini gören, kırmızı havuz balıkları, hemen yanına doğru yüzdüler.
Kuş, ağzında getirdiği yemleri balıklara tek tek yediriyor ve yem bittikten
sonra bir süre kaybolup, ağzında solucanlarla birlikte tekrar dönüyordu. Kuşun
balıkları bir anne gibi beslemesi, uzun süre devam etti ve Mr.Baker, sonunda
yukarıdaki fotoğrafı çekmeye muvaffak oldu. Bu fotoğraf "hayat bir
mücadeledir" diyen ve İlahi Rahmeti görmezlikten gelenlere verilecek en
güzel cevaplardan biri olsa gerek. {Özkan Öze}
Kesime götürülen hayvanların, her şeyden habersiz
olarak bir parça ot için verdikleri mücadeleye bilmem hiç şahit oldunuz mu?
Ölüme sırt çevirip, haram-helal gözetmeden menfaat kavgası verenlerin halini ne
güzel sergilerler
"Ben de mi?" diyorsunuz. Evet, evet siz
de!
Sahip olduğunuz inanılmaz nimetlere biraz olsun
dikkat eder ve onlar üzerinde düşünecek olursanız, masallardaki Ali Baba'nın
hazinelerinden çok daha fazlasının elinizde bulunduğunu hayretle göreceksiniz.
İki gözünüzü bir milyar dolara satar mısınız?
Veya ayaklarınızı kaç milyara verirsiniz?
Ya ellerinizi? İşitmenizi? Çocuklarınızı? Ailenizi?
Bütün mevcudunuzu toplarsanız göreceksiniz ki
onları, Rockfeller'in veya Fordların edindikleri altınların toplamına
değişmeyeceksiniz.
Fakat bunları takdir edip şükrediyor muyuz?
Maalesef hayır!
Schopenhaur'in dediği gibi, "Elimizde olan
şeyleri çok seyrek düşünürüz, eksik olanları ise daima"
Şükredecek bu kadar nimete sahipken, acaba neden hep
sızlanıyoruz? {Dale Carneige}
* Hikmet Pırıltıları'ndan *
Hatırlanması Gereken Kim?
İnsan bir heykele bakınca hemen ustasını hatırlıyor.
Buna karşılık aynada kendisine bakınca, sadece kendisiyle alakadar oluyor.
Oysa, bu halde kendisinin yaratıcısı olan Yüce Allah'ı hatırlaması gerekmez mi?
Arıya Hürmet!
Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı
halde, odamızdan içeriye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve
ne de ayağa kalkıyoruz. Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi,
maneviyatı unutarak sadece dünyevi bir meslekte terakki etmek de, bir kimsenin
insaniyetini tekamül ettirmemektedir. Madde ile manayı, akıl ile kalbi beraber
götürenler bahsimizden hariçtir.
İş Odunda Değil
İnsanlar Cenab-ı Hakk'ın yarattığı odundan ancak
tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadir-i Mutlak
ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil,
ustadadır.
Dünya
Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne
gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar,
ona yüz vermemişler...
İsyan
İnsanın sofrasıyla kedinin sofrasını mukayese
ediniz. Buna rağmen, ikincisi büyük bir memnuniyet gösterirken, birincisi isyan
etmekte...
İsteyen İnsan
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın
"ben ahirete gitmem" demesi ne kadar ahmakanedir. Bu gemi ahirete
gitmektedir. Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin...
Görmek ve İnanmak
Bir adam bize hitaben, "ben senin varlığına
inanıyorum; çünkü, seni görüyorum" dese, asabımız bozulur ve ona şöyle bir
soru sorarız; senin gözlerin şu anda kör olsa, benim bu dünyadaki varlığım sona
mı erecek?
İşte melekleri görmediği için inkar eden adam,
hakikat nazarında olduğu gibi, melekler katında da böyle maskara olmaktadır...
{Mehmed Kırkıncı}
Ateşten Kelimeler
Ders kitapları, cansız toprağın, suyun ve
minerallerin bitkilerin yardımına, bitkilerin hayvanların imdadına, hayvanların
da insanın yardımına koşturulduğu şu yardımlaşma dünyasını bir mücadele dünyası
olarak görür. O yüzden de şefkat, merhamet, ihsan sahibi bir Rabb-ı Rahimi
reddeder... {Metin Karabaşoğlu}
Determinizm
Sebeplere tesir veren bir felsefe. Bizim tefekkür
dünyamızda icabiye diye bilinir. Bunlar, neticeleri sebeplerin, yani vesile ve
vasıtaların yaptığını söylüyorlar. Kalemi yazar, fırçayı ressam ve çiviyi
marangoz zannediyorlar. O aletleri kullanan sanatkarı unutuyorlar... {Ömer
Sevinçgül}
Yahudinin biri, imtihan etmek gayesiyle Efendimizin
"sav" yanına gelmiş ve elindeki yiyeceği göstererek;
- Ey İslam Peygamberi, diye sormuştu. Bu benim
rızkım mıdır?
Yahudi, evet cevabını alsa elindekileri yemeyerek
atacak, hayır cevabında ise onu yiyerek sözde akıllılık etmiş olacaktı.
Yahudinin bu düşünce ile sorduğu soruya, Efendimiz hiç tereddüt etmeden cevap
verdi;
- Yersen, rızkındır...
"Yüksel ki yerin bu yer değildir, dünyaya geliş
hüner değildir..."
* Dünya Atasözleri *
Gök gürleyince, hırsız namuslu olur...
Kuyunun içine oturup göğe bakan, pek az şey görür...
Geleceğin çiçekleri, bugünün tohumları içindedir...
İşsize, şeytan iş bulur...
Fethedilecek İstanbul yok diye niçin üzülüyorsunuz?
Dünyadaki beş milyar gönül, beş milyar
İstanbul'dur...
Yeter ki sevmeyi bilin. Keşfetmeyi bilin... Fetih
sizindir.
Gözyaşını tanıyın... Ellerinizi uzatın. Boş
kalmayacaktır...
Ve o beş milyar İstanbul ki, fethedeni hem Yaradan'dan,
hem de sevgilisinden müjdeli...
Müjdeye koşun...
İnsanlara...
Ağlamayı keşfedin...
Beş milyar İstanbul, surlarının kapılarını size
açacaktır...
Dünya arkanızdan koşacaktır... {Murat Başaran}
Biz, Mesnevi isimli kitabın mutlaka bir yazarının
olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz, ama yazarın isminin Mevlana
olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zatın Mevlana olduğunu
söyler, biz de inanırız; nitekim inanıyoruz. Pek tabii bu söz her söylenene
körü körüne inanacağız anlamına gelmez. Eğer "görmediğime inanmam"
diyorsak, o zaman ne Mesnevi'nin bir yazarı olması gerektiğine inanabiliriz, ne
de isminin Mevlana olduğuna.
Akıl "her eserin bir ustası vardır, kainatın da
bir sanatkarı olmalı" hükmünü verirken; nasil "o sanatkar zat
Allah'tır" derken; göz, şaşkınlık içinde, "nerde, ben
göremiyorum" diye sızlanmakta. Hangisine güveneceğiz? Benzeri hayvanlarda
da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı? İşte
konunun can alıcı noktası! "Görmediğime inanmam" demekle, "ben
gözlerimle düşünürüm" demek arasında fark yok. Şu halde akıl ne işe
yarayacak?.. {Ömer Sevinçgül}
"Allah'a dönüş başladı;
* Kaybettiklerimizi kazanmak için,
* Mutlu bir gelecek için,
* Hayatımıza mana kazandırmak için,
* Çocuklarımıza sahip çıkmak için,
* Gerçek barışı bulmak için,
* Nikahı korumak için,
dine dönüyoruz..." Howard Means
Herşey payına düşeni alacak. Rüzgar sesimizi, güneş
gölgemizi, toprak bedenimizi; ama ruhumuz ebedi. İşte mühim olan da bu. En
kıymetli malımız o değil mi? Onu bu davetin bir çiçeği, bir hediyesi olarak
Rabbimize, yani verene götürüyoruz. Ölmemek için ölüyoruz. Hangi davete eli boş
gidilir? Ahiret gibi saadete, cennet gibi bir davete, böyle bir hediye gerekir.
Peygamberimiz Efendimiz "Ölüm, kulun canını Rabbine hediye etmesidir"
buyurmuyor mu? Al Rabbim emanetini, verdiğin günkü gibi lekesiz olsun. Benim
baharımın hediyesi de bu, yeter ki gül koksun... {Selim Güzdüzalp}
Bu ülkenin okullarında çok şey öğrendim...
Eklembacaklıları bile!
Solon'un kanunları için, kaç gecemi feda ettim...
Ve kilolarca kitabın seneler süren hamallığı...
Hesapta eğittiler bizi.
Ama eğemediler.
***
Yıllar geçti...
Çok şeyin hesabını yaptım inceden inceye...
Sinüsler, polinomlar hiç işime yaramadı.
Ben birşeyler arıyordum.
Gerçeği arıyordum.
Gerçek O'ndan ibaretti.
O'nu öğretmediler.
***
Sonra...
Bir aydınlık...
Bindörtyüzküsur sene evvel.
Buldum.
Gerçek sevgilinin sevgilisi...
Birden...
Bir cesaret, bir cesaret...
Dedim ki kendime;
"O'nun çektiği sıkıntının bir zerresine
katlansak, dünya dize gelir..."
***
Ve sonra...
Ya Allah, Bismillah...
O'nun sevdasına tutunup çıktık meydana.
Biz kaç asırdır hep galip başlamışız mücadeleye...
Şuurumuzun hakim edasından korkmuşlar meğer...
***
O'nu öğretmediler...
İnsanların Efendisinden, bahsetmediler hiç, bu
ülkenin okullarında...
Ama öğrendim... {Murat Başaran}
Farklı mahlukların güzellikleri de farklılık
arzediyor... Dağın güzelliği bağın güzelliğine benzemiyor. Rengin güzelliği
başka, sesin güzelliği başka... Ruhun güzelliği bedenin güzelliğinden apayrı...
Meleğin güzelliği de insanın güzelliği cinsinden değil... Elbette, bütün bu
farklı güzellikleri yaratan Allah'ın mukaddes cemali, mahluk güzelliğine
benzemekten münezzeh!..
İnsan nefsi, güzel şeylere bakmaya düşkündür.
Göz, kalbin elçisidir. O'nun tarafından
vazifelendirilir. Güzel ve manzaralı bir şey bulmuşsa, memnuniyet duyar.
Fakat göz, çoğu defa kalbin başını belaya sokar.
Zira öyle güzellikleri haber verir ki; ne hepsini elde etmeye, ne de
ayrılıklarına tahammüle kalbin gücü yeter.
Bakışlarını Allah'ın izni haricine salıverenlerin
hasretleri devamlı olur. Çünkü bakmak, sevgiyi netice verir. Ve kalb, bir
alakaya sahib olur. Sonra bu alaka kuvvetlenir; vurgunluk derecesine varır ve
kalbi kaplar. Göz, bakmaya devam ettikçe, vurgunluk hali kalbden ayrılmayacak
bir sevgi halini alır. Artık kalb, köle olmuştur ve layık olmayana kulluk
yapmaya başlar. Bütün bunlar, bakmanın cinayetleridir. Bir emir {sultan} iken,
şimdi bir esirdir o.
Kalb, düştüğü haller için gözden dert yanar. Göz
ise, "Ben senin memurundum, der; bana vazife veren, sen değil
miydin?"
Bütün bunlar, Allah'ın sevgi ve bağlılığından boş
kalan kalblerin belasıdır. Kalb Allah'ı sevmek için yaratılmıştır. Bu yüzden
sevgilisi "O" değilse, kulluğu başkasınadır {İbni Cevzi}
Sadi, Gülistan'ında anlatır; Bir adam, yıkılan
evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim!
Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye
söylenip duruyormuş.
Birden o harebeden bir ses yükselmiş; "Be
adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla
çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile
çıkageliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma
tıkıyordun"
Hadise manidardır.
Çünkü bizim hayat apartmanlarımız da süratle tahrip
olmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir.
Ve çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice elçiler
gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o elçilerin bembeyaz ikazlarına...
Kaç keşif kolu yollamaktadır ölüm, hayat
topraklarımıza... Lakin biz, "hastalıktır geçer" der, ehemmiyet
vermeyiz...
Günbe gün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür,
bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; herşeyin bir sona mahkum olduğuna
inanmak istemeyiz.
Zannederiz ki, ancak böyle mutlu olunabilir ve
saadet denilen Anka Kuşu, sadece böyle bir vehmin semasında kanat çırpabilir.
Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza...
Şaşırır ve endişeli soruveririz; "Neden haber
vermedin ki?"
Cevap vermek zorunda değildir ölüm... Çünkü o,
haberini çoktan vermiştir...
Yumurtanın çatlamasıyla civciv nasıl dünyaya adım
atıyorsa, dünyamızın parçalanmasıyla da bizim "ahiret yurdu"na
geçeceğimize iyice inansınlar. Dünya da bir yumurtaya benzemiyor mu;
"sayılı günler"imizi tamamlamadıkça, biz de etrafımızı sımsıkı saran
kabuğa mahkum değil miyiz? Çocuklarımıza "kabuktan öze" geçmeyi
öğretelim. "Ölüleri dirilten, sonra öldüren ve ardından bir daha
diriltecek olan"ı tanımak, onların da hakkı. Ne olur, çocuklar
yumurtaların kanatlanıp kuş olduğunu göremeden, üstünde düşünemeden ve
"yumurtaya can veren"i bilemeden büyümesinler! {Emre Kevser}
Kur'an-ı Kerim, kendine has diliyle ve yine çok
hususi harfleriyle tam bir bütündür. Gül gibi... Kokusu, rengi ve biçimi
birbirinden ayrılamaz bir bütün!.. Onu başka dillere çevirme hevesleri, papatya
içinde gül kokusu aramak kadar abes... Latin yazısıyla seslerini taklide
çalışmak ise, kargadan bülbül nağmesi beklemekten farksız. Mealini anlamak
isteyen, geniş ve mükemmel tefsirlere müracaat etmeli!.. Esasen, dini ilimleri
meslek edinmemiş olanların kendi akıllarınca Kur'an'dan hüküm çıkarmaları
yasaktır! Tıp Kitabını heceleyip ilaç reçetesi yazan bakkal gibi... Biri dünya,
diğeri ahiret hayatımızı zehirleyebilir! {Neslihan Baydemir}
Namaz, benliği en fazla kıran ve insana kul olduğunu
en güzel ders veren kudsi bir ibadet... Önce kıbleye dönülür, nefsin değil
Hakk'ın dilediği yöne teveccüh edilir. Tekbir ile başlanır, "en büyük ve
mutlak büyük ancak Allah'dır" denilir, nefse haddi bildirilir. Huzurda el
bağlanır, itaatın ancak O'na olması gerektiği nefse ders verilir, benlik yerini
taate bırakır. Allah'ın Sübhan olduğu beyan edilir. O'nun noksan sıfatlardan
münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğu zikredilir; nefse naks ve kusuru hatırlatılır.
Hamd ile sürdürülür, medih ve senanın ancak Allah'a ait olduğu ilan edilir,
nefis perişan olur. Yine tekbir ve rüku... Benliğin beli bükülür... Yine tekbir
ve secde... Benlik yere sürtülür... Benlik ezildikçe kulluk inkişaf eder. Ve
insan enaniyetten uzaklaştığı nisbette Hakk'a yakın olur...
Cemiyet hayatı güzel şey... İnsan nevine bir İlahi
armağan... Ama her insan şunu da hatırından çıkarmamalı; ben bu dünyaya şu hem
cinslerimle tanışmak, onlarla medeni münasebetlerde bulunmak ve onları
kendimden razı etmek için gelmedim... Bütün bunları yapacağım, lakin sadece
bunun için yaratılmış olmadığımı da unutmayacağım... O rızalarını celbe
çalıştığım insanlar da, benim gibi dünya misafiri ahiret yolcusu... Hepimiz bir
başka gaye ve bir ayrı alem içiniz...
Bize sorulsa ki, yüz kiloluk şu taşı sırtına alsan,
dünyanın yükü hafifler mi? Soruyu saçma bulur ve "ne farkeder ki?"
diye karşılık veririz. Demek ki bizim kuvvetimiz öyle övünülecek kadar önemli
değilmiş. Bu defa bir başka soruya muhatap olsak ve denilse ki, bütün astronomi
bilginleri bir anda ölseler, sema aleminin hangi işi yarım kalır? Bu soruyu da
en az birincisi kadar saçma bulur ve aynı şekilde cevaplandırırız; ne farkeder
ki?O halde bizim ilmimiz de o kadar önemli değilmiş...Biz birbirimize nisbeten
alim, birbirimize göre kuvvetliyiz... Bütün varlık alemi, İlahi ilim ve
kudretle faaliyetini sürdürmekte... Herkes ve bütün eşya, kendisine bahşedilen
ilme göre bilmede, kuvvete göre iş görmede... Ve Allah'ın bir ismi de Muhit...
Yani, sıfatları bütün mahlukatı ihata etmiş... İnsan bu gerçeği hatırdan
çıkarmasa, gurur belasından ve haddi tecavüz afetinden salim kalır...
Papazlardan birisi, Şekspir'in eserlerini
değiştirerek bir eser! yazmış ve incelemesi için tiyatro münekkidlerinden
Şeridan'a göndermiş. Şeridan işi kavrayınca, papaza şunları yazmış; Sizin
hissenize Tevrat ve İncil düşmüştür efendim. Onları istediğiniz gibi yazıp
bozuyorsunuz. Tiyatro eserlerini de bırakın biz tahrif edelim...
Yaşadığımı Sanırken
"Hayatta büyük sıkıntıları olanlarla,
aşılamayacak gibi görünen felaketlere düşenler, camiye mutlaka uğramalıdır.
Orada herşeyin geçiciliği hemen anlaşılıyor. Hemen herşey, kubbeler,
pencereler, içeriye sinen hava ile değişiveriyor. Bütün ıstıraplar ve yakamızı
bırakmayacak gibi görünen bütün dertler, bizim için yabancı oluveriyor"
Pablo Neruda
İki Yorum
Kur'an, edebiyat değil hayattır. Dolayısıyla ona bir
düşünce tarzı olarak bakmaya başlanır başlanmaz güçlük ortadan kalkar.
Kur'an'ın yegane hakiki tefsiri hayat olabilir ve bildiğimiz gibi
Hz.Muhammed'in hayatı tam buydu...
Ahlaklı ateist olabilir, ama ahlaklı ateizm olamaz.
Dindışı insanın ahlaklı olmasının kaynağı da dindir. Ancak geçmişteki eski bir
dindir bu. Ve insanın ondan haberi bile yoktur. {Ali İzzet Begoviç}
O gelmeden önce Dünya garipti, güneş garipti, gökler
ve yer garipti.
Çünkü onların ve içindeki varlıkların anlattığını
anlayıp öğretecek kimse yoktu.
O gelmeden önce insanlık garipti. Çünkü nereden
gelip nereye gittiğini bilen yoktu.
O gelmeden önce mazlumun elinden tutan yoktu.
Yetimin yüzüne bakan yoktu. Zayıfa acıyan yoktu. Kadını insan yerine koyan
yoktu.
O gelmeden önce ahlaktan ve faziletten eser yoktu.
O geldi.
Bizden biri gibi yaşadı.
Ve, bizden biri gibi yaşarken meydan okudu dünyaya.
Onun 23 senede yaptıklarının binde birini tarih
boyunca hiç kimse yapamadı.
Çünkü hiç kimse, Onun anlattıklarını Onun gibi
öğretmedi insanlığa.
Hiç kimse Onun gibi hükmetmedi kalblere.
Hiç kimse Onun gibi sevmedi insanları.
Ve hiç kimse Onun gibi sevilmedi.
O bizden biri gibi yaşadı, ama alemlerde Onun gibisi
yoktu.
Çünkü alemlere rahmet olarak gelen Oydu.
Onun gelişiyle ruh üflendi kainata {Ümit Şimşek}
Görünmez yaratıkların varlığı, görünenler kadar
katidir ve zaruridir. Nasıl bir kitap, göz ile görülüp el ile tutulabilen kağıt
ve harflerin yanında bir de "mana" unsuru ile doluysa, şu
"kainat kitabı" da maddenin ötesinde bir manevi alemi ihtiva eder.
Kainatı sadece maddeden ibaret sanmak, kitabı yalnız
kağıttan ve harflerden ibaret sanmak kadar akıl dışıdır. Kitaptaki kelime
sembollerinin ifade ettikleri manalara bedel, şu alemde de ruhlar, cinler ve
melekler vardır.
Kainat, insan bedenine benzer. Nasıl insan vücudunun
her noktası "hayat nurundan" nasib almışsa, bir büyük vücut
diyebileceğimiz kainatın da her yeri hayattan pay almıştır. Samanyolunda bir
toz zerresi kadar bile yer tutmayan dünyamızı sayılamayacak kadar çok hayat ve
şuur sahibi varlıklarla doldurup boşaltan Allah'ın, şu uçsuz bucaksız fezayı
bomboş bırakması mümkün mü?
Küçücük dünya kulübesi canlılarla dolu olsun da
muhteşem "yıldız sarayları" idrak sahibi yaratıklardan mahrum
bırakılsın, bunu hangi akıl kabul eder! Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i
Şeriflerde melek, cin ve ruhların varlığı açıkça anlatılmıştır. Surelerden
birine de "Cin" adı verilmiştir.
Toprak gibi kesif bir maddeden insan bedenini
yaratan Allah Teala'nın esir, hava, ziya, nur, koku ve manalardan da bir kısım
latif mahlukatı yaratması gayet makuldür ve vakidir. Görünmemeleri ise,
olmamalarına delil olamaz.
Bu latif yaratıklar maddi olmadıkları için, madde
onların hareketlerine mani değildir. Mesela, mor ötesi ışınlardan, röntgen
şualarından ve "esir" maddesinden yaratılan varlıklar, insan
bedeninden rahatça geçebilirler. Bunlar aynı mekanı, aynı anda işgal etseler
bile yer darlığı olmaz. Söz gelişi, bunlar bir sandalyeye otursa, sonra bir
insan da oraya yerleşse en küçük bir müzaheme olmaz.
İşte, kainat o sandalyeye benzer. Sıcaklık ve
elektrik nasıl demirden ve bakırdan rahatlıkla geçebiliyorsa, nasıl cam ışığa,
su balığa engel olmuyorsa, öyle de melaike, cin ve sair ruhanilere de madde
mani olamaz. {Ömer Sevinçgül}
Asla! Yaratmak bir ihtiyaçtan ileri gelmez. Allah'ın değil kainata, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, her ihtiyacı karşılayan, fakat asla muhtaç olmayandır. Soruyu soran kişi, sonsuz acz içinde bulunan insanla, yine sonsuz kudret sahibi olan yaratıcıyı mukayese etmektedir. Bu kıyas en büyük mantık hatasıdır. Çünkü, karşılaştırma benzer varlıklar arasında yapılır. Allah ise, hiçbir yönden yarattıklarına benzemez.
Meşhur kaidedir; "Her cemal ve kemal sahibi
kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister" Bu hakikat, mahir
sanatkarlarda daha açıktır. Mesela, usta bir ressam, çeşitli resimler yapar.
Eserlerini önce kendisi seyreder, onlarda sanatının güzelliğini görür. Tarifsiz
bir lezzet alır. Sonra sergiler açar, sanatını seyircilere gösterir. Takdir ve
tebriklerinden memnun olur.
Değerli bilgilere sahip bir alim, faydalı kitaplar
yazar. İlminden başkalarının da faydalanmasını ister. Bu faaliyetinden dolayı
mesud olur. Okuyucularının istifade ettiğini görüp, teşekkürlerini işittikçe
saadeti daha da artar.
Allah'ın kainatı yaratmasındaki hikmetlere bu
örneklerin dürbünüyle bakılabilir. Fakat nasıl Allah, yarattıklarına asla
benzemezse, "görmek ve görülmek" arzusu da insanlarınkine benzemez.
Muhabbeti, şefkati, süruru, lezzeti ve memnuniyeti bizim bildiğimiz cinsden
değildir. İsimleri ve sıfatları gibi bunlar da İlahidir. Allah, kainata
isimleri ve sıfatlarıyla tecelli etmiştir. Bu tecellinin zaman zaman yanlış
anlaşıldığını da hemen kaydedelim. Yaradan'ı, denize, varlıkları dalgaya
benzeten ve "dalga ayrı gibi görünürse de aslında denizdendir" diye misal
veren anlayış, yanlış manalara kapı açmaktadır. Allah'ın kainattaki tecellisi,
bir sanatkarın eseriyle münasebeti gibidir. Resim, ressamını gösterir, sanatına
şahitlik eder, lakin ressamın vücudundan bir parça değildir. Rabbimizin de
kainatla alakası yaratıcılıktır. Usta eserin içinde olamaz. Kainat, Allah'ın
varlığına delildir, isimlerini gösterir, fakat O'ndan bir parça değildir.
Kainat manalı bir kitaba benzer. Kelimeleri
cisimlenmiş bir kitap! Dünya bir sayfa! İnsan, akıllı bir kelime! Cansız taşlara,
ruhsuz bitkilere ve akılsız hayvanlara kıyasla ne kadar mükemmel! Alemin
sultanı, Allah'ın muhatabı!
Biz, "inanmak" için değil,
"inandığımız" için tevhidden bahsediyoruz...
Kainatı yalnız maddeden ibaret sanmak, kitabı yalnız
kağıttan ve harflerden ibaret sanmak kadar akıl dışıdır. Kitaptaki kelime
sembollerinin ifade ettikleri manalara bedel, şu alemde de ruhlar var, cinler
ve melekler vardır...
Şeytan kötüdür, ama nice iyiliklere basamak
olmuştur. İblise her itaat alçalış, her isyan yükseliştir. Ondan kaçan, Rabbe
koşmaktadır...
Hayaline gelen her ne olursa olsun, o Allah
değildir. Çünkü senin hayalin sınırlı. Sınırlı olan sınırsızı içine alamaz. Sen
ancak yaratılanları tasavvur edebilirsin. Allah ise, yarattıklarına benzemez...
Gül bir nebi değil, ama Rabbimden haber veriyor...
"Tuhaf Şey"
Melekler, "yemekle yaşamanın ne alakası
var?" diye hayrette kalırken, insanlar, "yemeden de yaşanır
mıymış" diye dudak bükerler. Balık için uçmak, kuş için de yüzmek akıl
alacak işlerden değil... Sinek ipek örmeyi, yılan da bal vermeyi aklına
sığıştıramaz... Bütün bu hayat çeşitlerinin yaratıcısı olan Allah'ın hayatı,
yarattığı hayatlara benzemekten münezzeh... Henüz birbirini anlamaktan aciz
olan bu hayat sahiplerinin, Allah'ın mukaddes hayatını anlamak davası gütmeleri
tuhaf şey!..
"Nispet"
Arslan için ceylan güzel bir sofra... Ceylana göre
arslan korkunç bir mahluk... Bu iki farklı değerlendirmede insan kendi aklınca,
ceylana hak verir gibi olur. Ama ne var ki, bu hükmünü verirken, az önce kesip
pişirdiği bir tavuğu yemekle meşguldur...
"Terslik"
Kapısını kilitleyen hırsız... Sigara içen oğluna
kızan sarhoş... Aldatılmaya köpüren sahtekar... Arkasından konuşanlara
öfkelenen dedikoducu... Bütün bunlar bize şu dersi veriyor; demek ki manevi hastalıkları
muhatablarında görünce rahatsız oluyor, kendi ruhi ve kalbi bozukluklarını ise
görmezden geliyor...
"Üç Cümle"; "Bugün hava çok
soğuk...", "İçimde bir sıkıntı var", "Başım çok
ağrıyor"
Birincisi insanın harici alem karşısındaki aczini
sergilerken, ikincisi kendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hakim olamadığını
ilan eder. İşte hariçte ve dahilde böyle mahkum ve aciz olan insanın gurura
kapılması ve Allah'a isyan etmesi ne kadar tuhaf, değil mi?
"İkisi De Hoş"
Bir hocanın öğrencisini teşviki de hoştur, tehdidi
de... Birincisi ilme koştururken, ikincisi cehaletten uzaklaştırır... Her
ikisinin de sonu aynı noktaya varır...
Rabia-i Adeviye'ye soruldu; Bir kulun Allah'ın
takdirine razı olup olmadığı nasıl bilinir? Cevaben şöyle buyurdu; Gelen
nimetlerden sevinç duyduğu gibi, gelen musibetlerden de üzüntü duymadığı,
bilakis ders ve ibret aldığı zaman...
*
Mehmed Kırkıncı Hoca, "Hocam namaz kılmamla
Allah'a ne menfaatim oluyor?" diye soran birine şöyle cevap verir;
- Sen kılmamakla kendine ne menfaatin oluyor?
*
Niyazi Bekki Hoca, "Allah beni yaratırken bana
niye sormadı?" diyen birine şu cevabı verir; Sen yoktun ki kardeşim, sana
sorsun!..
*
İki küçük çocuk konuşuyorlardı. Biri diğerine;
"Ağaçların yaprakları niye düşüyor? dedi. Diğeri filozofca cevap verdi;
- Allah, bize kışın yaklaştığını haber veriyor...
*
Bir kitap fuarında arının bal peteğine yazdığı Allah
lafzını gösteren bir arkadaşımıza biri yaklaşıp;
- Arıya Arapça yazmayı kim öğretti? diye takılır.
Arkadaşımızın cevabı hazırdır;
- Bal yapmasını kim öğretmişse yazıyı da öğreten
aynı Zattır...
*
Alaaddin Başar'a, "Materyalistler, evrimde
niçin propaganda yolunu seçmişlerdi?" diye sorulunca;
- Cevabı gayet açık der. İspat yolunun kapalı
olduğunu çok iyi bildiklerinden...
Hayatının son dakikalarını yaşadığını bilen bir
kimseye, "bütün servetini verdiği takdirde ömrünün bir ay daha
uzayabileceği" söylense, elbette ki hiç tereddüt etmeden bütün servetini
verecektir. Demek ki bir ömür boyu kazanılan servet, bir ay ömre mukabil
gelmiyor
O halde, hayatımızın kıymetini bu misale göre ölçüp,
ona göre değerlendireceğiz. Bir günü dünyalara değen ve göz, kulak, dil, akıl
gibi küçük bir organı bile kainatla değişilmeyen insan hayatı, elbette ki ebedi
saadetin kazanılması için verilmiştir. Dünyevi işlerimiz ise beşeriyet
itibarıyla ferdi veya içtimai hayatımızın devamı için gereken birtakım
faaliyetlerdir. Bu faaliyetler hayatın gayesi olamaz...
Bir kimyager büyük bir itina ve çalışma sonucu her
yaprağı on milyon lira kıymetinde olan gayet güzel ve eşsiz çiçekler yapsa ve
sonra bunları adi bir saman çöpüymüş gibi keçilere yedirse ne kadar abes olur.
O halde, her bir organı milyarlara değişilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanları,
elbette ki Hakim-i Zülkemal olan Allah sadece ve sadece toprak altındaki kurt
ve böceklere yedirtmek için yaratmamıştır. İşte ahiret olmasa insanın akıbeti
ve sonu bu tarzda olur...
"Beynimiz, bir ceviz gibi iki yarım küreden
oluşuyor. Sol yarım küremizde dil ve rakamların üretimi ve idraki bulunuyor. Bu
taraf mantıklı düşünmenin merkezidir. Sağ yarım küremiz ise, sanat ve sezginin
merkezidir. Burası sembollerin doğduğu yerdir. Allah'a iman, bu yarım küre ile
hissediliyor"
"Yani Allah'a inanma, beynimizin sağ yarım
küresinin işi mi?"
"Beynimizin sağ yarım küresi, Allah'a inanmaya
programlanmıştır. Onun için tarihin ta ilk zamanlarından başlayarak her
döneminde ve her ırk ve millette Allah inancına, din gerçeğine rastlanır"
"İlim bugün, bizi Allah'tan uzaklaştırmak şöyle
dursun, bizi Allah'a daha çok yaklaştırmaktadır. İman ile aklın birbiriyle
tamamen ahenk içine girdiği ve tam olarak uyuştuğu bir çağda yaşıyoruz.
Beynimizin sağ yarım küresi ile sol yarım küresi bugün gerçek bir barışı
yaşıyorlar" {Prof.Jean-Marie Pelt, Paris Match}
Atom-altı alemde, büyük alemde alıştığımız gibi
belli şartlar, belli sonuçları getirmiyor. Dolayısıyla olayları sebep-sonuç
münasebetleri ile açıklamak mümkün değildir. Çünkü sebep-sonuç alakası
kurabilmek için gerekli kesinlik yok
Mesela, "Fotonun şu şekilde ortaya çıkmasına şu
yol açtı" diyebileceğimiz bir şey yok. Birşey bulsak bile, foton bazen o
şey olmadan da ortaya çıkıyor. Yani "hiç sebepsiz", "yoktan
yere" ortaya çıkıyor...
"Bir şey hakkında verilen karar kader demektir.
O kararın infazı kaza demektir. O kararın iptaliyle, hükmü kazadan affetmek,
ata demektir.
Herşey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı
ol ki, rahat edesin" Mesnevi
Bir iş yaparken, aniden bırakıp başka bir iş yapmaya
başlayarak, "işte kaderimi
değiştirdim" diyenleri gördüm. Her defasında güldüm ve dedim ki, "
Sen kaderi değil, yaptığın işi değiştiriyorsun. Kader okyanusunda yüzen bir
gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir, yine okyanusun içindesin",
"Belalar ya hatalarımızın sonucudur veya imtihan sorusudur" {Ömer
Sevinçgül}
Sanatkarın eserden daha mükemmel olması lazımdır, ta
ki eser vücud bulabilsin... Akılsız, şuursuz ve hayatsız olan yumurtanın civciv
yapması muhal olduğu gibi, kainatın da insan yapması imkan haricidir... O halde
yumurta, civcivin yaratılmasında pek çok sebeplerden sadece bir sebep oluyor
Amerika'yı keşfeden adamın, o kıtayı kendisinin
vücuda getirdiğinden bahsedilemediği gibi; aynı şekilde elektriği keşfedenin de
elektriği icat ettiği iddia edilemez... Bütün ilimler bu kainatta mevcut olup,
alimlerin vazifesi sadece bu ilimler üzerindeki perdeyi kaldırmaktan ibarettir
Felsefeciler, bir kazığa bağlanmış on tane at ile
karşılaşsalar, derhal atları tetkike, kazığı incelemeye ve iplerle meşgul
olmaya başlarlar. Bu atları bu kazığa kimin ve niçin bağladığını ise hiç
hatırlarından geçirmezler
İşte, güneş bir kazık, gezegenler birer at, çekme ve
itme yasaları ise birer ip derecesindedir. Dinsiz felsefenin kainata ve ondaki
hadiselere bakış tarzının isabetsizliğine bu misalle bakılırsa bir derece
anlaşılabilir
Nasıl Oluyor Da!..
Ağzından çıkan tek kelimeye dahi manasız denilmesine
razı olmayan insan, nasıl oluyor da ahireti inkar etmek suretiyle koca kainatı
manasızlıkla itham edebiliyor?
Mutlak eşitlikle düzen arasında çelişki vardır. Bir
bedende mutlak eşitlik olabilmesi için organların ya tamamının beyin olması
veya hepsinin ciğer olması veya kemik olması vb lazım gelir. Bu takdirde ise
insan vücuda gelmez. Elde, mutlak eşitlik olması halinde, bütün parmakların baş
parmak veya şehadet parmağı olması icab eder. O zaman el bir iş yapamaz
Aynı şekilde bütün kainatın, ya güneş, veya ay veya
toprak vb olması lazım gelir. Bu takdirde de kainat neticesiz kalır
Bu durum bir atom içerisindeki çekirdekle
elektronlar için de söz konusudur
Mutlak eşitliğin bir ailede dahi tatbiki mümkün
değildir. Bir ailede mutlak eşitlik olabilmesi için, ya bütün aile fertlerinin
baba olması veya anne olması veya evlat olması icabeder. Böyle bir ailenin ise
meydana gelmesi dahi düşünülemez. Aynı şekilde büyük bir aile olan devlette de
bütün fertlerin mutlak manada eşit olmaları mümkün değildir
Eşitlik ancak hukukta olur. Baba da, evlat da, anne
de hukuk karşısında eşit olmanın yollarını arasınlar. Zira, bunun yolunu
bulamadıkları takdirde bir gün merkepler boykot ederek onların kapılarına
dayanıp: "Yeter, şimdiye kadar siz insan oldunuz, bundan sonra da biz
olacağız" diyebilirler...
Kainatta eşitlik yok, ama adalet vardır...
İnsanlar, Yüce Allah'ın yarattığı odundan ancak
tahta, tahtadan masa ve oturacak gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadir-i Mutlak
ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil,
ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çanak-çömlek yapmakta, Allah ise
topraktan insan yapmaktadır, örnekler çoğaltılabilir...
20-30 kuzuyu idare etmek için birkaç kişi gerekirken
yüz koyunu idare etmek için bir çoban kafi gelir. Ve yine ilkokulda, her 30-40
öğrenciye bir öğretmen icab ederken, üniversitede 500 kişi bir hocadan ders
alabilir. İşte, beşerin tufuliyet devrinde, muhtelif kavimlere aynı zamanda
ayrı ayrı peygamberler gönderildiği halde, beşeriyet tekamül edip tek bir
muallimden ders alacak seviyeye gelince Mütekellim-i Ezeli, Peygamber
Efendimiz'i "sav" bütün beşeriyete muallim olarak göndermiştir. Onun
okuduğu Hutbe-i Ezeliye, Devr-i Saadet'i tenvir ve tatmin ettiği gibi bütün
asırları da nurlandırmıştır ve kıyamete kadar da nurlandıracaktır... {Mehmed
Kırkıncı}
Servetine, makamına, rütbesine başkasını
imrendirmekten zevk duyan insanlar, Allah'ın kendilerine bahşettiği bu
nimetleri, O'nun kullarını parçalamakta kullanan vahşi ruhlulardır... Bunlar,
gerçek insanlığın şuuruna varabilselerdi, kulları kıskandırmaktan alacakları
lezzetin kat kat fazlasını onlara yardımda bulacaklardı...