Evliyânın
büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam,
Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır.
İran'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ
Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu
Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup
seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir.
Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir.
AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti.
TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine
kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye
tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her
tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için
vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
daha
doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler
görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve
sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Peygamber
efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil,
olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve
sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Yine
oğlu hakkında;"On iki imâm dışında bütün velîler doğacak olan oğluna
itâat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek
derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler Allahü teâlâya yakınlık
devletinden mahrûm kalacaklar." diye müjdelendi. Doğduktan sonra yüksek
hâlleri ile dikkatleri çekti. Ramazân-ı şerîfte gün boyunca süt emmez,
iftâr olunca emerdi. Bu hâlini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi,
dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu
herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazân-ı
şerîf ayının
sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp
çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini
sordular. Emmediğini öğrenince, ramazân-ı şerîfin henüz çıkmadığını
anlayıp oruca devâm ettiler.
On yaşında mektebe giderken
etrâfında
meleklerin kendisi ile berâber yürüdüklerini görür, onlardan; "Yer açın
evliyâdan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin
söylediklerini duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden
birisi; "Bu asîl bir âilenin çocuğudur. İlerde büyük bir zât olacak.
Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi kapısından boş çevirmeyecek.
Her gün Allahü teâlâya yakınlığı artacak ve çok yüksek derecelere
ulaşacak." dedi. Çocuklarla berâber oynamak istediğinde; "Bana gel ey
mübârek, bana gel." diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla annesine
koşardı.
Abdülkâdir Geylânî on sekiz
yaşında
Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs,
fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb
Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ ve
diğer fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû
Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr
Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir,
Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû
Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ ve diğer hadîs
âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile
Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.
İlim tahsilini tamamlayıp
yetiştikten
sonra, vâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin
medresesinde verdiği ders ve vâzlarına gelenler medreseye sığmaz
sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave
edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok
yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım
ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalışmasına
saydı. Derslerine devâm edenler arasında pekçok âlim yetişti.
Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri, bir
müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan
sonra, ders ve vâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti.
Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı.
Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve
isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Buyurdu ki:
Irak'ın sahrâ ve
harâbelerinde 25 sene
insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu.
Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını
duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın
üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada;
"Muhakkak
zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber
kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı
âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Şeytanlar çeşitli kılık ve
kıyâfetlere
bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için
uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden
bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin."
derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle
yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ
havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen
yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkâdir Geylânî
şöyle bir ses
işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah,
serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana
helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti.
"Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye
bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile
çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun.
Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan
olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim,
sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu.
Başka bir kere gâyet çirkin
ve pis kokulu
birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni
ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan
uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci
defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu
esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu
mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün
olarak; "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım."
dedi. "Sus ey mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni
onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan
sonra bana pek
lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ
zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı
lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü
teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için
kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yolunda
insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim.
"Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek
için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim.
Kalbimin birçok
şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda
sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir."
denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde
bana gelir,
kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak
isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri
dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele
ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve
isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen,
safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca
ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece
kırk defâ ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde,
hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum;
otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün
gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım.
Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa
ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet
olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı kerîmi hatmedinceye
kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz
matluba,
maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve
zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum.
Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz
hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün
beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi
çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".
Nihâyet bütün varlıklardan
yüz çevirdim.
Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş
olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok
uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra
kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye
daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi
ediyorsun?" dedi.
Sahralarda dolaşırken "Ol"
sözü ile ihsân
olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok
yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma
deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim.
Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
bu uzun
dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp,
şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a
girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl,
yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet
bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu.
Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin
Müslim Debbâs'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi.
Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir!
Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi.
Bir müddetten beri Bağdad'da
bulunan
Abdülkâdir Geylânî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar
sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye
gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti.
"Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar
gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını
bildirmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen
yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi.
Yanına varınca; "Söyle, dün Allahü teâlâdan ne istemiştin?" dedi.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o
zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teâlâdan ne istediğini
düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs
olduğunu hatırladı.
Bundan sonra onun
sohbetlerine gider,
halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona
bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden
onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere
gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh
Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var,
buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz?
Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona
eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle
ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir
dağ gibi görüyorum." derdi.
Yine bir sohbet
toplantısında, Abdülkâdir
Geylânî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor
musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her
velî ona itâat edecek." dedi.
Başka bir gün o gelince ayağa
kalkıp;
"Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allahü teâlâyı tanıyanların
seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak.
Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye
ulaşacağını müjdelerim." dedi.
Zamânındaki diğer evliyâ da
kerâmet
olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa
kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi.
Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz
zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak,
onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun
Bağdad'da cemâatlere vâz ve nasîhat ettiğini, "Ayağım bütün velîlerin
boynundadır." dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona
uzattıklarını, görüyorum." derdi.
Bir defasında da; "Ey
Bağdadlılar! Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda
olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî
hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman
bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti.
Nihayet Abdülkâdir Geylânî
hazretleri
Bağdad'da insanları irşâda, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya
dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını
gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü teâlânın
sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun
git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise
verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık
elbisesidir." buyurdular.
Resûlullah efendimizden
hazret-i Ali
vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan
ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra
gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir
Geylânî hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi.
Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen
feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî
bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim
güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular.
Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun
için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs" denildi. Yalnız İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bu hususda onun vekîlidir.
Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin
evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl
etmişti. Bir gün Bağdad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok âlim ve
velî vardı. Bir ara; "İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir."
buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdîk ettiler.
Şeyh Halîfet-ül-Ekber
anlatır:
Rüyâmda Resûlullah efendimizi
gördüm. "Yâ
Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir,
diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim
himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."
Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü
yalnız o
söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet
denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun,
izinli değildir." der.
Ahmed Rufaî hazretleri; "O bu
sözü mânevî
emirle söyledi." dedi.
İbn-i Hacer-i Askalânî
hazretleri de;
"Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve
doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir." dedi.
Büyük âlim İzzeddîn bin
Abdüsselâm;
"Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti.
Hayat bin Kays hazretleri
buyurur ki:
"Abdülkâdir Geylânî bu sözü
söyleyince,
bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket,
hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun
ayağına doğru uzatmışlardı."
Abdülkâdir Geylânî bu sözü
söylediğinde,
yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu
uzatanlardan biri Ahmed Rufâî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını
sorduklarında şöyle dedi:
"Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da
"Ayağım,
her velînin boynundadır" diyor.
Ebû Medyen Mağribî de; "Evet
ben
Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin
tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti,
dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı anmak,
gönlü Allahü teâlâdan başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
tasavvuf
bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin
bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir
senesi Şevval
ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi
rüyâmda gördüm.
"Ey oğlum, niçin
konuşmuyorsun?" buyurdu.
"Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl
konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ
mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; "İnsanlarla konuş, onları
güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle
namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali
bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana;
"Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam
tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Ağzının
suyundan ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim.
"Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan
sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.
Birgün, minberde oturmuş vâz
ediyordu.
Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne
koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı.
Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu
diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde
durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana
yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bâzan birkaç
kişi coşarak
kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka
vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük
bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Ders ve
fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına
kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı kerîm tegannîsiz gâyet sâde,
tecvide riâyetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar
tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında
yazarlardı. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sâhibi idi. On üç
çeşit ilimde
ders verirdi.
Bir gün birisi huzûrunda
Kur'ân-ı kerîm
okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî hazretleri okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr
etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini
gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve
dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi
kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler
söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti.
Önce lâzım olan din
bilgilerini öğrenmeyi
tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır:
Evliyânın hayâtından ve
sözlerinden
bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden
dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle
meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz
kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek
istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber
zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra
inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin
bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın."
buyurdu.
Sabah ve ikindiden sonra
tefsîr, hadîs ve
fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersleri okuturdu.
Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi.
Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşâb der ki:
Gençken nahiv okuyordum. Bana
bir gün
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu
söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz
verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni
Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din
bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok
istifâde ettim. O kadar kavâid (kâideler) öğrendim ki, başkalarından
öğrendiklerimi unuttum."
Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin şöhreti
her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir
mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık
olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti.
Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına
kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi
suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını
aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda
oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca
unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar
aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Ebû Sa'îd Kilevî şöyle
anlatmıştır:
Ben, Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin
meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyâyı gördüm. Melekler
onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir
defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa
ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm
etsin!" buyurmuştu.
İbn-i Kudâme şöyle
söylemiştir:
"1166 (H.561) yılında
Bağdad'a
girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin zirvesine
yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin
sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün
vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık."
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
felsefe ile
meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı
akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat,
yaratılış, dünyâ rûh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına
dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların
Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu
sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu
bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen
filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yâhut
tamâmen değişir. Bu îtibârla sonra gelenler önce gelenleri dâimâ tenkid
etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız
başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa
sapıtır. Bunun için din büyükleri îtikâdın bozulabileceğini bildikleri
için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sînâ ve
Fârâbî gibi zâtlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl
olduklarından sapıtmışlardır.
Şeyh Muzaffer Mansur der ki:
Birkaç kişi ile Abdülkâdir
Geylânî
hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar
vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne
kötü bir arkadaştır." buyurdu. Bu esnâda oradan ayrılıp kitabı bir yere
koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum.
İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli
dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. "Şu kitabı bana
versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın
sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine
verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. "İşte
İbn-i Dâris'in Fedâil-ul-Kur'ân (Kur'ân-ı kerîmin fazîletleri)
kitabı." buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir
nüshası idi. Bana; "Kalb ile tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet."
dedim. "Öyleyse kalk!" dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün
öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.
Dîne uygun olmayan bir şeye
müsâade
etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile
meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus
aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke
eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip
baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefâtından sonra o şahıs rüyâda
neşeli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye sorulduğunda; "Şeyh Abdülkâdir
hem Allahü teâlânın, hem Yûnus aleyhisselâmın yanında bana şefâatçı
olduğu için, Allahü teâlâ beni affetti. Yûnus aleyhisselâm hakkında
söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi." dedi.
Çok sabırlı idi.
Talebelerinin suallerini
kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey
isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders
sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle
hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra
hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Bir hafta
daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir
hafta sonunda vefât etti.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri
heybetli
idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net
konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi.
Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu.
İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene
verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse
olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan
haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü
davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ
onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği
sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden
kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve
halka şöyle seslenirdi:
"Yemek isteyen, ekmek
isteyen, yatmak
isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse,
yanındakilere
dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık
verirdi.
Fakîrlerin ve dervişlerin
nafakasını
satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yâhut
hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize
sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın
alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi
eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir,
hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir,
tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk,
ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline
koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip,
istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini
hoş etti.
Sıkıntısı ve dileği olanlar
onu vesîle
ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ ettiklerinde dileklerine
kavuşurlardı. Buyururdu ki:
"Sıkıntıda olan bir kimse
beni vesîle
edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında her
kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan
dilekte bulunursa, derhâl işi görülür."
Bir kere de; "Her kim her
rekatında
Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa,
selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip
benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla
derhâl işi görülür." buyurdu.
Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i
Geylânî
hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya
girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi.
Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak
bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş,
imdâd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı,
yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid
Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest
alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara
tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına
ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübârek nalınları
alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.
Müridlerinin, talebelerinin
tövbesiz
vefât etmemeleri için duâ etti:
"Allah'ım! Ceddim, Habîbin
Muhammed
aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç bir
mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.
Bir defâsında; "İyi
müridlerin hâli
mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar
kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları
kurtarmak için adadık." buyurdular.
Bir kere de; "Bana gözün
alabileceği
kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar talebelerimin isimlerini
gördüm." buyurmuştur.
Cinler de kendisinden
çekinir, itâat edip
sözünü dinlerlerdi.
Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed
isminde
birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hâlini, Seyyid Abdülkâdir
Geylânî hazretlerine arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin
reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hâlini anlatırsın. O
sana yardımcı olur." buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini
Abdülkâdir Geylânî'nin gönderdiğini ve kızının durumunu anlattı.
Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezâlandırdı. Ebû Saîd
cinlerin reisine;"Bugüne kadar senin kadar Abdülkâdir'in emrine cân u
gönülden itâat eden görmedim." deyince; "Abdülkâdir Geylânî hazretleri
her gece evinden bakar, cinleri seyreder. Cinler onu görünce
korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü teâlâ sevdiği kulun emrine
birçok insan ve cin verir." dedi.
Duâsı makbûl idi. Bağdad
halkından biri
ona gelerek; "Babamı rüyâda azâb içerisinde gördüm. Bana Şeyh
Abdülkâdir'e git, bana duâ etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan
kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama duâ ediverin de azaptan
kurtulsun." dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey
söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyâsında yeşil bir cübbe
içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azâb
içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası;
"Şeyh Abdülkâdir bana duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsı hürmetine beni
azaptan kurtardı." dedi.
Tabiblerin tedâvî edemediği
hastalar ona
gelirler, duâsı bereketiyle şifâ bulup giderlerdi. Bir defâsında Halîfe
Mustencid'in akrabâsından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini
sürüp, duâ ettiğinde Allahü teâlânın izni ile iyileşti.
Halk sıkıntıları olunca ona
gelirdi. Bir
seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdad sokaklarına kadar gelmişti.
Herkes korku ile Abdülkâdir Geylanî hazretlerine baş vurdu. Abdülkâdir
Geylâni hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. "Daha
ileri gitme!" dedi. Allahü teâlânın izni ile nehrin suyu o andan
îtibâren azalmaya başladı.
Muhammed Ezher şöyle anlatır:
Bir sene Allahü teâlâdan
devamlı bana
evliyâsından birini göstermesini istedim. Bir gece rüyâmda İmâm-ı Ahmed
bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun
evliyâdan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine
koştum. Rüyâda gördüğüm zât orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye
doğru gitti. Ziyâretimi acele yapıp onu tâkib ettim. Dicle Nehrinin iki
tarafı, bir adımlık mesâfe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak
geçiverdi. Sonra o zât medresesine gittiğinde rüyâda ve uyanık iken
gördüğü zatın Abdülkâdir Geylânî hazretleri olduğunu anladı.
Onu gören tesiri altında
kalır, mübârek
biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cumâ günleri câmiye
giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük
düşünene
merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Gavs-ül-âzam, Medîne-i
münevvereden
Bağdad-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı.
Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-âzam ona; "Sen kimsin?" buyurdu.
Hırsız; "Ben çölde yaşıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-âzam ona, isminin
mâsiyet, günah mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın
kalbinden, bu heybet ve azamet sâhibi kişinin Gavs-ül-âzam olması
muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni kendisine
söyledi ve; "Evet, ben Abdülkâdir'im." buyurdu. Hırsız, derhal mübârek
ayaklarına kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Allah için bana
bir ihsânda bulun!" sözleri çıktı. Gavs-ül-âzam, hâline acıdı ve
kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitab geldi; "Ey
Gavs-ül-âzam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidâyetine
irşâd eyle, onu kutublardan biri eyle!" Hırsız, eşsiz teveccühleri ile
kutublardan oldu.
Meclisi müslüman olmak için
gelenlerden
boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlatır:
Ben Yemenliyim. İçimden
müslüman olmak
geldi. Bunun için Yemen'deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek
istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı
gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun
huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür."
buyurdu.
Yine on üç kişilik bir
hıristiyan cemâati
müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını
düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin.
Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun
bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında
böyle olmaz." diyordu.
Bu hâdiseler, Abdülkâdir
Geylânî
hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir.
Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve
formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip
mânâsına inanınca müslüman olur.
Allahü teâlânın izni ile bir
anda birçok
yerde bulunurdu.
Ramazân-ı şerîfte bir gün,
ayrı ayrı
yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra dâvet etti.
Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her
birinin dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde
iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve
havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet
eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o akşam tekkesinden çıkmadığı,
iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek
yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman,
Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar doğru söylüyorlar,
herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin
evlerinde yemek yedim" buyurdu.
Çilesini çekmeden yüksek
mertebelere
ulaşılamıyacağını söylerdi.
Bir kadın, çocuğunu
Abdülkâdir-i
Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana
hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu
genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti.
Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi
çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış,
arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri
oturmuş, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim
oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk
kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın
izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına
hitâben; "Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!" buyurdu.
Bâzan sevdiklerine mânâ
âleminde çeşitli
şeyleri gösterirdi. Ali bin Yâkub anlatır:
Bir kere daha yanına
gitmiştik. Başını
eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini gördüm. Gözümden
perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların
hâllerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın
alnındaki yazıları okumaya başladım. Hulâsa bana gaybî, gizli pekçok
şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali bin Hîtî, aklıma bir şey
olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra
gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.
Ebü'l-Hacer Hâmid Hirânî
anlatıyor:
Bir gün Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin
medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana; "Ey Hâmid! Bir gün
gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu.
Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni
çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Bir gün bir cemâatle terasta
durup,
Buhârâ tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve; "Benim vefâtımdan yüz
elli yedi sene sonra, dünyâya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi
Behâeddîn Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur."
buyurdu ve dediği gibi oldu.
Evliyânın büyüklerinden ve
mürşid-i
kâmillerin en meşhûrlarından olan bu zât, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
Nakşibend hazretleri idi.
Allahü teâlâ ona eşyânın
aslını, neden
meydana geldiğini gösterirdi.
Bir gün devlet ileri
gelenlerinden birisi
huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra
memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi.
Abdülkâdir Geylânî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden
ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa;
"Bunları bana getirmekten hiç mi hayâ etmedin?" dedi. Onları helalden
kazanmadığını göstermiş oldu.
Her zaman gizli açık
kerametleri
görülürdü. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurur ki:
"Kerâmetler ancak bir hayır,
hikmet için
gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya düşkündür. Bana talebe olan
yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı olup, kerâmet derecesine ulaşıp,
maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur."
Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin
insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok
sözü vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
"İnsanlara rehberlik eden
kimsede şu
hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve
bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik
yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması,
misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve
cesûr olması."
"Şükrün esası, nîmetin
sâhibini bilmek,
bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir."
"Büyük âlimlere tâbi olunuz;
bid'at
yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtâat
ediniz, muhâlefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sâbit kalınız,
ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan
temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç
ayrılmayınız."
"Kalb dünyâ arzularından
birine bağlı
kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe,
imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz."
"Mümin, insanlara karşı
yüzünden sevinçli
olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur. Peygamber efendimiz; "Müminin
sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur." buyurmaktadır.
Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü
ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor
görünür, kalbi Rabbini anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor
görünür, kalbi Rabbi iledir."
"İnsanlara gösteriş için amel
yapıp,
sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı,
şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni
biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini
ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
İlk önce yapılması lâzım olan
şeyler
husûsunda:
"Mü'minin, en önce farzları
yapması
lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri yapar. Ondan
sonra, nâfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl
olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin
Ebî Tâlib'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz
buyuruyor ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse, kazâsını kılmadan
nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazâsını
ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile namazlarını kabûl etmez." Mümin,
bir tüccara benzer. Farzlar onun sermâyesi, nâfileler de kazancıdır.
Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz." buyurdu.
Kötü arkadaşlardan uzak
olmayı tavsiye
eder, şöyle buyururdu:
"Kötü arkadaşları terket.
Onlara sevgi
duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak
bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun
arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin
kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey oğul! Kötü kimselerle
düşüp kalkman,
seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın
kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü,
felâh, bulur kurtuluşa erersin."
Ey oğul! Senin düşüncen,
yiyecek, içecek,
giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan
tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve
tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin
düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan
(haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında
âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde
bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap."
Faydasız şeyleri bırakmak
husûsunda:
"Ey zavallı! Sana fayda
vermeyen şeyler
hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle
uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini
çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda
rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; "Hayat, âhiret
hayâtıdır" buyurdu."
İyi zan sâhibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan
sâhibi ol.
Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş.
Bilmediğin hususlarda âhireti düşünen âlimlere sor."
Duâ hakkında:
"Allahü teâlâdan dünyâ ve
âhiretin
hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor,
ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya devâm et. Eğer
istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan
istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o
rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye
muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder.
Eğer Allahü teâla senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de
Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O
zaman Allahü teâlâ sana râzı ve memnûn olacağın bir hâl verir. Eğer,
ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için
duâ edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden
vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline
çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol
sevap verir.
Âhiret işlerini önce yapmak
husûsunda:
"Âhireti sermâyen, dünyâyı bu
sermâyenin
kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan
vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini
onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını,
âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya
çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin.
Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ
namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz
de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi
olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun
bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib
etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhiret yolu,
Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle,
kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde,
lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin
hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa,
Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en
zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla bir şeye ulaşamadın.
Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl
etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden
korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek,
kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itâat edersen, Allahü
teâlânın has kullarından olursun."
Yapılan nasîhatı kabul etmek
hakkında:
"Kardeşinin sana yaptığı
nasîhatı kabul
et. Ona muhâlefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri
görür. Bunun için Resûl-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır."
buyurmuştur.
Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun
göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki
farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır."
Acele etmemek husûsunda:
"Acele etme. Acele eden, ya
hatâ yapar
veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya
isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır
ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye
sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir
hazînedir."
Gaflet hakkında:
"Allahü teâlâdan hakkıyla
hayâ ediniz.
Gaflette olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor. Hâlbuki siz,
yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde
koşmak, oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün
bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı
unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak, âriflerin kalblerinde
yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı
hatırlamaya mâni olan her şeyi unutturur."
Allah için yapılmayan işler
hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı;
yüzün ise
kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat
içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken
nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun,
hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını
gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını
bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün
sözlerin, âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara gösteriş için,
onların
rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl
etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya
düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol.
Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Resûl-i ekrem dâimâ
tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sâdece
başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
Allahü teâlânın sevgisinde
samîmiyetin
nasıl belli olduğu hususunda:
"Kulun Allahü teâlâyı
sevmesinde samîmi
olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela
ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o
gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik
zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı.
Birisi Peygamber efendimize;"Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik
için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber
efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince; "Belâ için
elbise hazırla." buyurdu."
Sabır ve tahammüllerin
karşılıksız
kalmayacağına dâir:
"Halinizden şikâyette
bulunmayın.
Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin. İsteyin, istemekte
bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı
ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil,
kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü teâlâya, rızâsı için
yapılan
sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân
olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz.
Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık
cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allahü tealâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâberdir." buyuruyor
(Bekara sûresi: 153)
Hayâtı fırsat bilmeye dâir:
"Hayatta olduğunuz müddetçe,
ömrü fırsat
biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan
ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet
biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat
biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih
kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."
Kabir ziyâretine dâir:
"Kabirleri ziyâret ediniz.
Sâlih
kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız,
her şeyiniz düzelir."
Günahlardan sakınmak
husûsunda:
"Mümin kimse küçük günahları
da büyük
görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp,
kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine
konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."
Vefâtı: Abdülkâdir-i
Geylânî
hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan
ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla
yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda
sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin.
Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine;
"Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve
sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl
etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk
anlatır:
Gavs-ül âzam, o esnâda,
ellerini
kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü!
Tövbe ediniz!" buyurdu.
Vefât ederken iki defâ;
"Allahümme refîk
al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar
buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu
hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde
bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.
Son anlarında, oğlu
Abdülcebbâr;
"Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım
acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ
iledir." buyurdu.
Oğlu Şeyh Abdülazîz;
"Hastalığınız
nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden
hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs
olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini
siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl
olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.
Daha sonra; "Kudret ile
hâkim, kullarına
ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..."
deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu
teslim eyledi.
Vefâtı büyük bir üzüntüyle
karşılandı.
Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze
namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki,
kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük
kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm
etti.
Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin kız ve
erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vâsıtasıyla dünyânın çeşitli
yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve
Anadolu'da yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmân Şerefeddîn Îsâ
Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kâdirî şeriflerin dedesi
odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa gibi
isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye
anılmaktadır.
Eserlerinden bâzıları
şunlardır:
1) El-Gunye
li-Tâlibî Tarîk-ıl
Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder. 2) El-Fethurrabbânî
vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir. 3) Fütûh-ul-Gayb: Bu
eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden
meydana
gelir. 4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ
ve virdlerden meydana gelir. 5) Mektûbat: On beş
mektuptan meydana gelir.
ALTININ VAR MI?
Bir gün Abdülkâdir
Geylânî'ye; "Bu işe
başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız?
Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye
sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk
üzerine attım.
Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan
düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast
gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek,
öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için
tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum.
Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve
bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına
çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme
gidip; "BeniAllahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip
ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim.
Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan
mîrâs kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana
verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip,
her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı.
"Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık
kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile
Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı
eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden
biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye
sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun
altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir
başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden
reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir
yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim.
"Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk
altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu
söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih
etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam
lazım." dedim. Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir
ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi.
Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi.
Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz
idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe
ettiler. Kâfileden aldıkları malları sâhiplerine geri verdiler. İlk
defâ benim vesîlemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."
ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ
GİBİ
Abdülkâdir Geylânî'nin
sohbetleri ile
hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların mânevî
hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin,
kıskançlığın Allahü teâlânın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni,
komşunu;
yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl
iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın yanında
kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber
efendimiz; "Allahü teâlâ, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır,"
buyurdu." diye bildirmiştir. Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş
odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu.
Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun
kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun?
Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset
ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü
teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde
bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsânından dolayı haset
etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık
ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline
geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil olduğunu
gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü
teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana
nasîb olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
BU İHTİYARI HİMÂYE ETSİN!..
Gavs-ül-a'zam bir gün, İmâm-ı
Ahmed bin
Hanbel'in kabrini ziyâret etti. Yanında evliyâdan bir cemâat da vardı.
Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde
gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra
İmâm-ı Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Fıkıh, tasavvuf ile helâlin,
haramın ilmi sana muhtaçtır." buyurdu.
Bir gece Resûlullah
efendimizi rüyâda
gördü. Bu arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını
tutmuş, Resûlullah efendimizden ricâ ediyor ve; "Ey Allah Resûlü! Oğlun
Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyârı himâye
etsin." diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid
Abdülkâdir! Bu şeyhin ricâsını kabûl et." buyurdu. Resûlullah'ın emri
ile, onun ricâsını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin
namazgâhında kıldı. Hâlbuki Hanbelî namazgâhında imâmdan başka kimse
olmazdı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse
de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. "Eğer
Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgâhında hazır olmasaydı,
Hanbelî mezhebi unutulacaktı." denilmiştir. Bundan sonra Hanbelî
mezhebine göre ibâdet etti.
BİZİM YOLUMUZ
Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle
vasiyet eyledi:
Ey oğlum! Allahü tealâ bize
ve sana ve
bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana
Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve
yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize,
sana ve
müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere
bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya
katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.
Ey oğlum! Sana vasiyet
ederim! Derviş
yâni Allah adamlarıyla berâber ol. Meşâyıha, tasavvuf büyüklerine
hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat
üzere ol. Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!
Ey oğlum! Allahü teâlâ bize
ve sana
tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman,
zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir.
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden,
Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile
değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile muâmele eyle! Zîrâ
ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır.
Ey oğlum! Zenginlerle
sohbetin, görüşmen
izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine
değer vermiyerek olsun.
İhlâs üzere ol! İhlâs,
insanların
görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır.
Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Her hâlde Allahü teâlâdan gelene
râzı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere
bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir
kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve
zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur.
|