Ahmed bin Harb
|
|
|
Evliyânın
büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Harb, künyesi Ebû Abdullah'tır.
Nişabur'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Horasan pîri diye
meşhur oldu. İlim ve fazîlette üstün derecelere yükseldi. 848 (H.234)
senesinde vefât etti.
Büyüklüğü herkes tarafından
bilinir ve
kabul edilirdi. Büyük âlim Yahyâ bin Muâz-ı Râzî vefât ettiğinde
başının Ahmed bin Harb'in ayaklarının ucuna gelecek şekilde
defnedilmesini vasiyet etti.
Ahmed bin Harb, Süfyân bin
Uyeyne, Yahyâ
bin Muâz ve başka gönül sultanı ehil zâtların sohbetlerinde bulunarak
ilim öğrenip olgunlaştı. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçmakta benzeri
yoktu.
Bir gün annesi; "Gel kendi
evimizde
büyüttüğüm bir tavuğu kızarttım. Bundan ye." dedi. Ahmed bin Harb;
"Anneciğim! Bu tavuk, bir gün komşumuzun damına çıkıp birkaç dâne yedi.
Bunun için o tavuktan yemek istemiyorum." dedi. Annesi bu sözleri
duyunca, kendisine böyle bir evlâd verdiği için Allahü teâlâya hamd ve
şükür etti.
Ahmed bin Harb çok ibâdet
ederdi. Bu
sebeple kendisine; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bir mikdâr
istirahat etseniz." denildi. O zaman; "Önünde Cennet ve Cehennem'den
başka bir yer olmayan ve hangisine gideceğini bilemeyen kimsenin uykusu
gelir mi?" buyurdu. Daha fazla ibâdet etmeye başladı.
Bir gün bir tanıdığından
mektup aldı.
Cevap yazacak vakti olmadığı için, bir talebesine; "Dostumuzun
mektubuna cevap yazıp de ki: Bizim cevap yazacak vaktimiz yok. Onun
için bize mektup yazma. Hep Allahü teâlâ ile meşgûl ol. Vesselâm."
buyurdu.
ATEŞPEREST KOMŞU
Ahmed bin Harb hazretlerinin
Behram adlı
ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir
yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin
Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim.
Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her
ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine
gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip
ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek
için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak
istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz.
Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi,
hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama
bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden
çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını
aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din
bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in
pek hoşuna
gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor."
dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni
yakmasın,
kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın."
cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok
yanılıyorsun. Ateş
zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk,
bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl
kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a
nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile
necaseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi
olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde
bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni
koruyup korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed
bin Harb
hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve
acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme
hissederek:
"Size dört şey soracağım.
Cevaplarını
verirseniz îmân edeceğim." dedi.
Ahmed bin Harb "Sor."
buyurdu. Behram
dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları
niçin yarattı?
Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık verdi. Niçin
öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap
verdi:
"Allahü teâlâ kendini
tanımaları için
insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler
diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları
öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca;
"Eşhedü en lâ
ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek
müslüman oldu.
ÇOCUK
Ahmed bin Harb hazretleri bir
gün
tevekküle teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine; "Yavrum! Bir
şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü
teâlâya; yâ Rabbî! İhtiyâcım olan falan şeyi bana ihsân et, diye duâ
et." buyurdu. Çocuk; "Peki efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi
yapacağım." dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de; "Bunun isteğini,
kendisi görmeden şu deliğe koyuverin." diye tenbih etti. Bu hâl bir
müddet böyle devâm etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten
alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken, çocuk âdeti üzere, deliğin
yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten yemeği
alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden
aldığını sordular. Çocuk; "Her zamanki aldığım yerden." dedi. Bunun
üzerine Ahmed bin Harb, çocukta hakîkî tevekkülün teşekkül ettiğini
anladı.
BAĞ
Yahyâ bin Muâz'ın bir bağı
vardı. Bir gün
bu bağda bir mikdâr üzüm yedi. Hocasının bağdan üzüm yediğini gören
Ahmed bin Harb; "Efendim bu bağ, bir gün, haber verilip izin alınmadan
vakfın suyu ile sulanmıştı." dedi. Yahyâ bin Muâz, hemen tövbe etti.
Vakfın malını izinsiz kullanmanın mes'ûliyetinin ağırlığını düşünerek
bir daha o bağdan üzüm yemedi.
İNKARCI DOKTOR
Bizanslılar devrinde,
İstanbul'da bir
doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın
varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur."
diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde
mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu
doktora
cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna
delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu.
Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu.
Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini
karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında
hıristiyanlar âciz
kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap
verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir
elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor
dinsizdir. Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda
münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok
iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara
danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
"Ey halîfe! Önce onu,
mütehassıs olduğu
tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne
yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık hâlinde
geldiler.
Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle
değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel
işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne
koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların
yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da
falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere
baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu gördüler. İki kişinin
idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca ile
filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları
da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti.
Herkes onun
işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla münâzara edecek
bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim,
evliyânın üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün
gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bununla ancak onun münâzara
edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb'ın
yanına birini
gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini falan
saatte,
halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç
geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de
cevap veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed
bin Harb
hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç kaldınız?" diye sordu.
O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm.
Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca
şöyle cevap verdi:
"Gördüm ki topraktan bir ağaç
çıktı,
büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini
aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal
oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre
dalıp geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan inkârcı
doktor
dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan
ihtiyar mı
bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye
değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb
şöyle cevap
verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve
deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir
şekilde
konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire
büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir
ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son
sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan!
Bir sandal
için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal
olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve
çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu
sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan
eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı,
yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap
karşısında şaşıp
kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine;
"İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi
inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed
bin Harb ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir
insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Buyurdu ki:
"Bizlere ne kadar şaşılır ve
hayret
edilir ki, gölge denilince hemen güneşin varlığı aklımıza gelir de,
Cennet denilince akla Cehennem'in geleceği, ondan korunmak çâreleri
düşünülmez ve ondan gâfil oluruz."
"Bir kimsenin, evlenip kırk
yaşına
geldiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullah'ı ziyâret ettiği
halde, hâlâ aklını başına toplamaması, vakitlerini oyun ve günah olan
şeylerle geçirmesi ne kadar çirkindir."
Kendisine, Sâlihâ kadından
süâl edilince,
buyurdu ki:
"Beş vakit namazını kılan,
efendisine
(kocasına) itâat eden, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten,
insanları gıybetle çekiştirip dedi-kodu yapmaktan, koğuculuktan dilini
koruyan, kanâat sâhibi olup dünyâ malına meyletmeyen ve musîbetlere
karşı sabreden bir kadın, hakîkaten çok iyi bir kadındır."
Ahmed bin Harb hazretlerinden
büyük hadîs
mütehassısı İmâm-ı Nesâî rivâyette bulunmuştur.
Ahmed bin Harb hazretlerinin Kitâb-üz-Zühd,
Kitâb-üd-Duâ, Kitâb-ül-Kesb, Kitâb-ül- Hikmeti vel-Menâsik isimli
eserleri vardır.
Gıybet hakkında sorulduğunda:
"Bana kim düşmanlık yapıyor,
kim beni
gıybet ediyor ve hakkımda kötü söylüyor, keşke bilsem de ona altın ve
gümüş göndersem. Benim işimde çalışarak kazandığı sevapları benim
defterime geçirdiğine göre benim paramdan harcasın." buyurdu.
Gönlü dünyâya bağlamamak
hakkında da;
"Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü belâya sizi de
düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz yettiği
kadar korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun." buyurdu.
ÖLÜMDEN GÂFİL OLMA
Ahmed bin Harb hazretleri
tesirli sözler
söyleyerek kalbleri nûrlandırırdı. Bir sohbetinde buyurdu ki:
Yeryüzü iki sınıf kimseye çok
hayret
eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını süsleyip
uykuya yatandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Şu
nâzik bedenin, yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun
müddet kalacak ve çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?" Yeryüzünün
kendisine hayret ettiği ikinci kimse de, ufak bir arâzi parçası
yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir. Yeryüzü, kendi hâl lisanı ile
o kimseye; "Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu yerin sizden önceki
sâhiplerinin nerede olduklarını hiç düşündünüz mü?" der. |
|
|