|
On
iki
imâmdan onuncusu. 829 (H.214) senesinde
Medîne'de doğdu. 868
(H.254)de Bağdât'ta, Samarra nâhiyesinde vefât etti. Nesebi, Ali Hâdî
bin Muhammed Cevad bin Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin
Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî
Tâlib'dir. Soy, ahlâk, ilim, takvâ ve şecâat bakımından zamânının en
üstünü idi. Yüksek ahlâkı, örnek yaşayışı ile çok sevilip, örnek
alındı. Üstünlüğünü ifâde için söylenmiş çeşitli lakapları vardır.
Bunlar; Hâdî, Mütevekkil, Nâsih, Nakî, Münakkî, Murtazâ, Fakih, Emîn,
Tayyîb'dir. En meşhûr lakabı Hâdî ve Nakî'dir. Künyesi Ebü'l-Hasan
Askerî'dir. Samarra'nın Asker mahallesinde ikâmet ettiğinden Askerî
nisbesi verilmiştir. Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtımâ'nın evlâdından,
Ehl-i beytten hazret-i Hüseyin'in torunu olup seyyiddir. Yüksek hâller
sâhibi olup, devamlı ibâdetle meşgûl idi. Dünyâya hiç rağbet etmezdi.
İmâmlığı, tasavvufta rehberliği yâni insanları Kur'ân-ı kerîmin mânevî
hükümlerine kavuşturmak, kalplere yerleştirmek, tasavvuf hâllerine ve
derecelerine ulaştırma vazîfesi otuz üç sene, altı ay, yirmi yedi
gündür. Hasan-ı Askerî, Hüseyin ve Câfer adında üç oğlu ve Âişe adında
bir kızı vardı. Halîfe Vâsık ve Mu'tasım zamanlarında Medîne-i
münevverede ikâmet etti. Kur'ân-ı kerîm, hadîs, akâid ve fıkıh dersleri
verdi.Halîfe Mütevekkil zamânında ise Bağdât'a gidip vefâtına kadar
orada yaşadı.
Zamânındaki insanlar maddî veya mânevî bir sıkıntıya düşse hemen Ali
Hâdî hazretlerinin huzûruna gider hâlini arzederek çâre bulup, yardımcı
olmasını isterdi. Bir defâsında Samarra'dan çıkıp bir köye gitmişti. O
gittikten sonra evine bir köylü gelip sordu. Bir köye gittiğini
söylediler. Köylü kimse, Ali Hâdî hazretleriyle görüşmek için o köye
gitti. Onu bulup huzûruna çıkınca, Ali Hâdî hazretleri köylüye;
"Ne istiyorsun derdin nedir?" dedi. Köylü;
"Kûfe'den geliyorum. Ceddiniz hazret-i Ali'yi seven ve ona muhabbet
besleyen bir kimseyim. Bir zaman birinden borç para almıştım. Ancak bir
türlü ödeyemedim. Bu borç yükünün altında çâresiz kaldım. Kimden yardım
isteyeceğimi de bilemedim." dedi. Borcun ne kadar diye sorunca da;
"On bin dirhem kadardır." dedi. Bunun üzerine;
"Kendini üzme ve merak etme! Hadi gözün aydın; inşâallahü teâlâ borcun
ödenecek!"buyurdu. Bir gece geçtikten sonra sabahleyin köylüye;
"Ey köylü kardeşim! Sana bir şey söyleyeceğim! sözümü dinle hiç îtirâz
etme!" dedi. "Peki efendim hiç bir hususta size muhalefet etmeyeceğim,
ne emrederseniz yapacağım." deyince, Ali Hâdî hazretleri bir kâğıd
alıp, kendi eliyle köylünün borcu kadar mikdarı yazıp kendinin bu
parayı ödemek üzere borçlu olduğunu kaydetti. Sonra kâğıdı verip;
"Bunu al ben Samarra'ya dönünce yanıma gel, beni büyük bir kalabalık
arasında oturup konuşurken görünce getirip bana ver. Borcunu benden
ısrarla iste." dedi. Köylü;
"Peki efendim dediğiniz gibi aynen yapacağım." dedi. Ali Hâdî
hazretleri Samarra'ya döndükten sonra birgün sohbeti sırasında etrâfına
pekçok insan toplandı. Halîfe Mütevekkil'in adamları da sohbette
idiler. Sohbet sırasında kendisine yazı verilen köylü huzûra geldi. Ali
Hâdî hazretlerine yaklaşıp kâğıdı gösterdi ve borcunuzu ödeyiniz
diyerek ısrarla istedi. Ali Hâdî hazretleri köylüye;
"Üç gün müddet tanı, üç gün sonra gel ödeyeceğim." dedi. Köylü dönüp
gitti. Sohbet sona erince, halîfenin memurları sohbet sırasında olan
hâdiseyi halîfeye anlattılar. Halîfe durumu öğrenince, Ali Hâdî
hazretlerine derhal otuz bin dirhem verilmesini emretti. Bu emir
üzerine götürüp verdiler. O da alıp bir köşeye koydu. Bir müddet sonra
köylü huzûruna gelince, otuz bin dirhemin hepsini verip;
"Bunları tamamen al!" dedi. Köylü;
"Ey Resûlullah'ın torunu! Benim talebim on bin dirhem idi. Allahü teâlâ
ihsân etti, o kadarını alayım." dedi. Bunun üzerine vallahi hepsini
alacaksın. Bu, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır." dedi.
Köylü otuz bin dirhemin hepsini alıp gitti. Giderken kendi kendine Ali
Hâdî hazretlerini medhediyordu...
Birgün İmâm-ı Hâdî hazretleri bir velîme, düğün yemeğinde idiler.
Samarra ehlinden birisi boş yere konuşuyordu. Saygısızlık ediyor lâzım
olan edebi göstermiyordu. Bu hal karşısında Ali Hâdî hazretleri, bir
ara;
"Bu şahsın evinden acı bir haber gelip bu yemekten yiyemeyecek."
buyurdular. Yemekler hazırlanınca o kimse elini yıkadı, yemeği yiyeceği
sırada hizmetçi ağlayarak içeri girdi ve annen damdan düştü, koma
hâlinde, çabuk ol da ölmeden göresin dedi. O şahıs yemeği yiyemeden
kalkıp gitti.
Halîfe Mütevekkil'in vücûdunda büyük bir çıban çıktı. Çok ağrı ve
şiddetli ateş yapıyordu. Tabîblerin hiç biri çâre bulamadılar.
Hastalığı ağırlaşınca halîfenin annesi, Mütevekkil iyi olursa kendi
malımdan Ali Hâdî hazretlerine çok mal göndereceğim diye adakta
bulundu. Halîfe Mütevekkil'in yakınlarından Feth bin Hâkân, Ali Hâdî
hazretlerinden de bir ilaç soralım deyince, birini gönderdiler. İstek
üzerine bir ilaç tavsiye edip kullanmasını söyledi. Allahü teâlânın
izniyle fayda verir buyurdu. Bu habere halîfenin meclisinde bulunanlar
gülüştüler ve alay ettiler. Feth bin Hâkân'ın ısrârları üzerine, onun
târif ettiği ilacı çıbanın üzerine koydular. Çıban yarılıp içindeki
iltihap boşaldı. Halîfe iyileşti.
Mütevekkil'in iyileştiğini duyan annesi on bin altını bir keseye koyup
kendi mührüyle mühürleyip Ali Hâdî hazretlerine gönderdi. Halîfe
Mütevekkil iyice sıhhate kavuşunca birisi Ali Hâdî hazretlerinin evinde
çok mal ve silâh olduğuna dâir halîfeye şikâyette bulundu. Mütevekkil,
veziri Saîd'e gece yarısı onun evine girmesini ve orada bulduğu mal ve
silâhı kendisine getirmesini emretti. Bunun üzerine Vezir Saîd şöyle
anlatıyor:
"Bir merdiven götürüp dama çıktım. Pencereden içeri girdim. Karanlık
idi. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada Ali Hâdî hazretlerinin
sesini duydum.
Ey Saîd! Biraz bekle, mum getirsinler buyurdu. Mum gelince aşağıya
indim. Ali Hâdî hazretleri yünden bir elbise giymiş, başında yünden bir
takke, oturuyordu.
Ey Saîd! İşte odalar, ara! buyurdu. Odalara girdim. Bana söylenilen mal
ve silâhları bulamadım. Fakat, halîfenin annesinin gönderdiği kese
mührüyle duruyordu. Sonra;
Seccâdeye de bak buyurunca, seccâdeyi kaldırdım bir kılıç kınıyla
duruyordu. Hepsini alıp halîfeye getirdim. Halîfe, annesinin mührüyle
mühürlü keseyi görünce merak edip sordu. Durumu anlattılar. Bunun
üzerine kendisi de bir kese koyup, keseleri ve kılıcı geri gönderdi.
İmâm hazretlerinin huzûruna varıp mahçup bir şekilde;
"Efendim! İzinsiz evinize girmek bana çok zor geldi, ama emir almış
idim." dedim. O zaman Şuarâ sûresinin son âyeti olan; "Allahü
teâlâya şirk koşanlar ve peygamberini hicv edenler, öldükten sonra
hangi yere gideceklerini bilirler." meâlindeki âyet-i kerîmesini
okudular."
Halîfe Mütevekkil, Ali Hâdî hazretlerini Medîne'den Bağdât'a çağırdı.
BerâberceSamarra'ya gittik. Yanımızdakiler bizi kötü ve tehlikeli bir
yerde konaklattılar. Onu sevenlerden biri yanına yaklaşıp;
"Efendim bunlar senin kıymetini gizlemek ve nûrunu söndürmek
istiyorlar. Bunun için böyle tehlikeli ve korkulu yerde konaklattılar."
dedi. Bunun üzerine;
"Ey Sâlih bin Saîd, şöyle bir bak!" buyurup eliyle işâret etti. İşâret
ettiği tarafa baktığımda, dünyâda bir benzeri olmayan, bahçeler,
ırmaklar ve köşkler gördüm. Biraz sonra bu hâller kayboldu. Sonra bana
buyurdu ki:
"Ey Sâlih, biz nerede olursak olalım, Allahü teâlânın nîmetleri bizimle
berâberdir."
Halîfe Mütevekkil'in evinde çeşitli kuşlar bulunurdu. O kuşların
sesinden içeri girenlerin sözlerini duyamaz, girenler de Mütevekkil'in
dediğini anlayamazlardı. Ali Hâdî hazretleri içeri girdiği zaman kuşlar
susar, çıkınca tekrar ötmeye başlarlardı.
Birgün Ali Hâdî hazretleri; halîfenin evlâdlarının birinin düğün
yemeğinde bulundu. Herkes edeble oturuyordu. Fakat gencin biri çok
gülünç şeyler söyleyerek edepsizlik ediyordu. Bunun üzerine Ali Hâdî
hazretleri o gence;
"Ey genç çok gülüyorsun, kahkaha atıyorsun. Allahü teâlâyı
hatırlamaktan gâfil oluyorsun. Halbuki üç gün sonra öleceksin. Kabre
hazırlıklı mısın?" buyurdu. O genç, bu sözü duyunca, edepsizliği
bıraktı. Yemekler yendi, düğün bitti. Ertesi gün genç hastalandı. Üç
gün sonra da öldü.
Birgün birisi gelip, hanımının hâmile olduğunu ve doğacak çocuğunun
erkek olması için duâ etmesini istedi. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Çoğu kız vardır ki, erkek evlâdından daha hayırlıdır." Daha sonra o
şahsın bir kızı dünyâya geldi. Bir başkası da gelip oğlan çocuğu olması
için duâ istemişti. Ona da; "Oğlun olacak, adını Muhammed koy!"
buyurdu. Onun da oğlu oldu ve ismini Muhammed koydu.
Ali Hâdî hazretleri zamânında Hindistan'dan gelen bir sihirbâz
gösteriler yapıyordu. Birgün zengin biri onu çağırıp dedi ki:
"İmâm-ı Hâdî'yi mahcûb edebilirsen sana bir altın vereceğim." Sihirbâz;
"Olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanına birkaç yufka ekmek hazırlayıp
beni yanına oturtunuz." dedi.
Sihirbâzın dediği gibi yaptılar. İmâm-ı Hâdî hazretleri gelip sofraya
oturdu. Bir parça ekmek almak istedi. Sihirbaz bir şeyler yaptı. Ekmek
önünden uçtu. Bu iş üç defâ tekrarlandı. Sofrada bulunanlar gülmeye
başladılar. Oturdukları odada bir divan yastığı üzerinde arslan resmi
vardı. Ali Hâdî hazretleri o resme işâret ederek;
"Bu adamı yut!" emrini verdi.
O resim hemen canlanıp bir arslan oldu. Sıçradı sihirbâzı yuttu. Tekrar
gidip resim hâlini aldı. Sihirbâz gözden kayboldu. Bu hâdise karşısında
sofradakiler donup kaldılar. Sonra;
"Allahü teâlânın düşmanlarını, dostlarının üzerine musallat etmek doğru
değildir." buyurdu.
Sihirbâzı bir daha gören olmadı.
AYNEN BUYURDUĞU GİBİ
Esbâtî şöyle anlatır:
"Bir defâsında Ali Hâdî hazretlerini ziyâret için Irak'tan Medîne-i
münevvereye gitmiştim. Huzûruna varınca, bana halîfe Vâsık'ın hâlini
sordu. Çok yakınlarındanım. İyidir, ben ayrılırken sıhhat ve âfiyette
idi." dedim. Bunun üzerine;
"İnsanlar diyorlar ki; Vâsık vefât etti!" dedi. Bu sözüyle kendini
kasdediyor zannettim. Bir müddet sustu sonra bana tekrar;
"İbn-i Ziyâd ne yapıyor?" dedi.
"İyidir, işi yolundadır." diye cevap verdim. Bunun üzerine onun başına
bir felâket geldi. Şüphesiz Allahü teâlânın takdiri ve hükmü ne ise o
olur. Ey dostlar Vâsık öldü, yerine Câfer Mütevekkil halîfe oldu. İbn-i
Ziyâd da öldürüldü." dedi. Ben hayretle;
"Ne zaman efendim?" diye sordum.
"Sen ayrıldıktan altı gün sonra." dedi.Bunları söyledikten birkaç gün
sonra Medîne'ye yeni halîfe Mütevekkil'in gönderdiği bir kişi geldi.
Durumu ondan öğrendik. Aynen Ali Hâdî hazretlerinin işâret ettiği gibi
Vâsık ölmüş, İbn-i Ziyâd da katledilmiş!"
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.61, 1011
2) Târih-i Bağdâd; c.12, s.56
3) Nûr-ül-Ebsâr; s.164
4) El-A'lâm; c.4, s.323
5) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2199
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.322
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.128
8) Sefînet-ül-Evliyâ (Fârisî); s.29
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.97
|
|