|
Şah-ı
Nakşibend
Evliyânın büyüklerinden ve müslümanların gözbebeği olan yüksek
âlimlerden. Seyyid olup insanları Hakka dâvet eden, doğru yolu
göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen
büyük âlim ve velîlerin on beşincisidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr
Külâl'in talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed'dir. Behâeddîn ve
Şâh-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allahü teâlânın sevgisini
kalplere nakşettiği için, "Nakşibend" denilmiştir. 1318 (H.718)
senesinde Buhârâ'ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân'da
doğdu. 1389 (H.791)'da Kasr-ı Ârifân'da Rebî'ul-evvel ayının üçünde
Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır. İslâm âlimlerinin en
meşhûrlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır.
Zamânında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pekçok insan,
hidâyete, doğru yola kavuşmuştur.
Zamânının büyük velîlerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî, henüz o doğmadan
Kasr-ı Ârifân'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zâtın kokusu
geliyor. Bu beldede büyük bir velî yetişecek diyerek işâret etmiş,
tarîkatın imâmı olacak emsâlsiz bir zâtın buradan zuhûr edip ortaya
çıkacağını talebelerine ve sevenlerine müjdelemişti. Daha sonra babası
Seyyid Muhammed Buhârî şöyle anlattı: "Oğlum Behâeddîn'in doğmasından
üç gün sonra, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, bütün talebeleri
ile Kasr-ı Ârifân'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet
beslerdim. Kasr-ı Ârifân'ı teşrif edince, yeni doğan oğlum Behâeddîn'i
alıp huzûruna götüreyim ve himmet, mânevî yardım isteyeyim, böylece
feyze kavuşur dedim. Bu niyetle Behâeddîn'i kucağıma alıp, Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna götürdüm. Hâce Muhammed
Bâbâ Semmâsî, Behâeddîn'i elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru,
benim oğlumdur. Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabûl ettim." buyurdu. Sonra
yüzünü talebelerine çevirip, aralarında en meşhûru olan Seyyid Emîr
Külâl'e şöyle dedi: "Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor
derdim. Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size önce
duyduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim
mübârek zât doğmuştur. İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun
kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir." buyurdu. Böylece
henüz daha üç günlük çocuk iken, zamânının en büyük evliyâ ve mürşid-i
kâmili olan Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin müjdesine,
himmetine ve feyzine kavuştu. Henüz daha küçük yaşta iken, evliyâlığa
âit yüksek nûrlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidâyet ve
irşâd, hakkı bulma ve yol gösterme nişanları yüksek simâsından belli
olurdu.
Annesi şöyle anlatmıştır: "Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizde
yavruluyacak bir inek vardı. Behâeddîn, doğumuna bir müddet daha olan
bu ineği göstererek, öyle anlıyorum ki, bu inek beyaz başlı bir buzağı
doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı
doğurdu."
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini
mânevî evlâtlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî'dir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası,
onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl'e havâle
etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl'in sohbetine devâm etti. Sonra da
onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgerânî'nin sohbetine devâm etti. Yedi
sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ'nın
sohbetlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ'nın yanında kaldı.
Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî'den hadîs ilmini öğrendi. Sonra,
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî
olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi
yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzât kendisi
şöyle nakletmiştir:
"Çocukluktan bülûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin
sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni
evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi düğünüme dâvet etmek
için beni Semmâs'a gönderdi. Semmâs'a varıp hocamı görmekle şereflendim
ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl oldu
ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu
ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın
mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ
ettim. Dilimden şu duâ çıktı: "Allah'ım, bana belâ yükünü çekmeye
kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye tâkat, güç ver." Sabah olunca
hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri söyledikten
sonra; "Evlâdım, duâda; "Yâ Rabbî, râzı olduğun şeyi bu zayıf ve güçsüz
kuluna, fazlın ve kereminle ihsân et." demelidir. Çünkü Allahü teâlânın
rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer Allahü teâlâ, hikmet-i
ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, kendi inâyetiyle o
kuluna kuvvet ve tahammül ihsân eder ve o belâya tutulmasının hikmetini
bildirir. Belâ istemekte güçlük vardır." buyurdu.
Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği
alıp verdi. Ekmeği çekinerek aldım. Bu çekingenliğimi görüp; "Ekmeği
almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır." buyurdu.
Nihâyet dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte köyümüz Kasr-ı
Ârifân'a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın
üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde
hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla
çarpıyordu. Allah sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı. Bu
sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam hemen; "Kalbini ayrılıktan
koru." buyururdu. Hocamın bu kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim
kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın
dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti. Hocam da bu dâveti
kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden ızdırap
içinde yüzü kızardı. Bu hâlini gören hocam, o kişiye; "Senin
ızdırabının sebebi nedir?" dedi. O da; "Efendim, size yemek ikrâm etmek
istiyorum, fakat sütten başka bir şeyim yoktur." dedi. Bunun üzerine
hocam bana; "Behâeddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O
ekmeği ver." dedi. Ekmeği çıkarıp verdim. Ev sâhibi de sütü getirip
sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu
kerâmeti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp yolumuza
devâm ettik."
"Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî vefât edince, dedem beni Semerkand'a
götürdü. Orada bulunan büyük âlim ve velîleri ziyâret edip, benim için
duâ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı Ârifân'a döndük. O günlerde Ali
Râmîtenî hazretlerinden gelip, emâneten saklanmakta olan taç bana
verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı.
Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı Ârifân'a geldi. Bana çok
iltifâtta bulunup; "Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana; "Oğlum
Behâeddîn'in yetişmesi ile ilgilen. Ondan şefâatini esirgeme! Eğer onun
yetişmesinde kusûr edersen, sana hakkımı helâl etmem." buyurdu. Ben de
bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim."
dedi. Seyyid Emîr Külâl hazretleri Behâeddîn Buhârî hazretlerinin
yetişmesi için titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yüksek derecelere
ulaştırdı. Hattâ bir gün ona şöyle buyurdu: "Yüce mürşidim Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine
getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hem
de ilim bakımından yüksek bir himmete sâhip bulunuyorsun. Şimdi nereye
gitmeyi arzu edersen gidebilirsin. Her kimden olursa olsun, sohbetinde
bulunmak ve istifâde etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin
ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla
verdim. Bostânı senin için kuru ettim. Yâni göğsümde, kalbimde
olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu, insanlık yumurtasından
(dar nefis çerçevesinden) çıkardım. Ama senin himmet kuşun, yükseklerde
uçuyor. Şimdiden sonra icâzetlisin, müsâdelisin, izinlisin."
Behâeddîn Buhârî hazretleri, hocası Emir Külâl hazretlerinin bu sözleri
üzerine Mevlânâ Ârif'in sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında
kaldı. Sonra Halîl Atâ hazretlerinin yanına gidip, on iki sene
sohbetinde bulundu. İki defâ hacca gitti. İkinci haccında Herat'a
gidip, Mevlânâ Zeynüddîn hazretleriyle üç gün sohbet etti. İkinci hacca
gidişinde Hicâz'dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha
sonra Buhârâ'ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl hazretlerinin
vefâtından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazîfesini
yaptı.
Şâh-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyâmda, Türk
âlimlerinden Hakîm Atâ, beni yetiştirmesi için talebelerinden birine
havâle etti. Sâliha bir ninem var idi, rüyâmı ona anlattım. "Oğlum,
senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır." dedi. Bunun üzerine rüyâda
gördüğüm o dervişin sîmâsını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü
bekledim. Bir gün Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ'nın rüyâmda beni
yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zât ile karşılaştım. İsmi
Halîl Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü
yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve
döndüm. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu
habere çok sevindim ve bir mikdâr hediye bulup, hemen huzûruna gittim.
Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât etti. Rüyâyı anlatmak
isteyince; "Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok."
buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devâm ettim. Çok feyz alıp,
istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr sultânının vefât etmesi
üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ'yı sultanlık yapması için Buhârâ'dan
Mâverâünnehr'e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de birlikte
gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetine devâm ettim. Kendisinde çok
kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi.
Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde
bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf,
işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım.
Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim tahttan indi.
Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim.
Yine şöyle nakletti: "Bende tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde
mübârek bir zât ile yakınlığım oldu. Bu zât bana; "Seni Hakk'ın
âşinâlarından görüyorum." deyince, "Umarım ki, sizin teveccühünüz ve
yardımınızla âşinâlardan olurum." dedim. Dedi ki: "Arzular karşısında
nefsin ile ne hâldesin?" "Bulursam şükrederim, bulamazsam sabrederim."
dedim. "Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip, ekmek
ve su vermeyeceksin ve nefsin o hâle gelmiş olacak ki, sana serkeşlik
etmeyip, boyun eğsin." buyurdu. Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle
kavuşmam için teveccüh etmesini istedim. Buyurdu ki: "Nefsinin,
başkalarından ümitsiz ve yalnız kalacağı bir sahrâya gideceksin, Allahü
teâlâya ibâdet ile meşgûl olacaksın ve orada üç gün kalacaksın,
dördüncü gün târif edeceğim bir dağa gideceksin, karşına çıplak ata
binmiş bir kimse çıkacak. Ona selâm verip geç. Üç adım geçtiğin zaman
sana o; "Ey genç! Dur sana ekmek vereyim." diyecek. Sen hiç aldırmayıp,
ekmeği almadan geçip gideceksin. Bu zâtın emri üzerine, söylediği gibi
üç gün sahrâda yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün târif
ettiği dağın eteğine gittim. Giderken buyurduğu gibi ata binmiş bir zât
karşıma çıktı. Selâm verip, geçtim. Bana; "Delikanlı sana ekmek
vereyim." dedi. Ben aslâ aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim.
Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zâtın huzûruna gittim. Bana;
"Behâeddîn! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp,
düşkünlerin hizmetinde bulunup, zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram
ve hürmette bulunacaksın! İlim öğrenme husûsunda gayret ederek,
kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevâzu göstereceksin!" buyurdu.
Bu zâtın emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devâm
ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım. Buyurdu ki: "Behâeddîn! Bundan
sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin
mahlûklarıdırlar. Eğer yük çeken hayvanların vücutlarında yara görürsen
tedâvi edeceksin." Bu emre de uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer
önüme bir hayvan gelse, o geçinceye kadar dururdum. Hayvanın önüne
geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp, Allahü teâlâya
yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefs düşmanının kırılması, ıslâh
olması için idi. Yedi sene böyle devâm ettim. Sonra tekrar o zâtın
huzûruna gittim. Buyurdu ki:
"Behâeddîn! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları süpürüp
temizle, gelip geçenlere eziyet veren şeyleri kaldır. İğrenç şeyleri
yollardan alıp, görünmez bir yere at. Yollardan gelip geçenler zahmet
çekmesinler ve rahatsız olmasınlar." Bu emrine de uyarak, bir müddet de
bu işle meşgûl oldum. Bu zât ne emretmişse, büyük bir bağlılık ile
hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, Allahü teâlânın nice
nîmetleri ve ihsânları bana göründü. Nefsim iyice ezildi. Nefsâniyetten
ve mâsivâdan, Allahü teâlâdan başka herşeyden kurtulup, rûhâniyet
derecesine eriştim. Bu sırada bana Allahü teâlâdan pekçok sırlar
tecellî etti."
Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri yine tasavvuftaki ilk
hâllerini şöyle anlatmıştır: "Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp
kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay ışığında kabristanda
dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın
mezarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı.
Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı.
Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık
versinler. O kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vasî'nin kabrinin
başına gittim. Bana orada Hâce Ahmed Eçkarnevî'nin kabrine gitmem
işâret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıç
takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler.
Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece sabaha
doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi
bir kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp
oturdum. Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir
duvar gördüm. Duvar yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu
taht üzerinde bir zât oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat
vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri de vardı. Sâdece onu
tanıyordum. Bunların vefât eden ve bu yolun büyükleri olduğunu anladım.
Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben böyle
düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri bana şöyle dedi:
"Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'dir.
Etrâfındaki cemâat ise, onun halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ
Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce Muhammed İncirfagnevî, Hâce Ali
Râmitenî'dir." Sonunda hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi göstererek;
"Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana tâc verdi.
Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tâcın
nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana
kerâmet olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle
belâ def edilir." buyurarak müjdeledi. Cemâatten bana dediler ki:
"Dikkat et, kulak ver, şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri
nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez.
Hâce hazretlerinin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi.
Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm. Sonra huzûrunda
edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:
"Kabirlerin başında kandillerin sana öyle gösterilmesi, senin bu yolda
kâbiliyet sâhibi olduğuna alâmettir. Fakat, fitil gibi olan kâbiliyeti
hareketlendirmek lâzımdır ki, bu kâbiliyet ortaya çıksın. Hakkın gizli
sırları sana açık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yürümek,
azîmet ve sünnet-i seniyye üzere olmak lâzımdır. Emirlere ve yasaklara
uymak husûsunda istikâmet üzere olacaksın. Bid'atlerden, Peygamber
efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp sonradan çıkan, ibâdet
olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın.
Hadîs-i şerîfleri öğrenip, amel edersin." Sonra cemâattan bana dediler
ki:
"Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr Külâl'in hizmetinde
bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyar bir zât ile karşılaşacaksın.
O sana sıcak bir çörek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hiç konuşma.
O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş bir kimseye
rastlayacaksın, o kimse senin önünde tövbe edecek. Sen, o evindeki
mübârek tâcını al, Emîr Külâl'e götür."
Bu konuşmalardan sonra bendeki o hâl gidip, eski hâlime döndüm. Derhal
başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim.
Evime varıp, bana bırakılmış olan tâcı istedim. Getirip verdiler. Onu
giyince hâlim değişti. Bambaşka bir hâle girdim. Tâcı alıp yola çıktım.
Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn'in mescidine ulaştım. Sabah
namazını orada kılıp, o gün Eyne adındaki köyde kaldım. Ertesi gün
güneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, önceden büyüklerin
işâret ettiği gibi, bir ihtiyâra rastladım. Bana bir ekmek verdi.
Ekmeği alıp, hiçbir şey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana
rastladım. Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince;
"Eyne köyünden." dedim. Ne zaman yola çıktığımı sordular. "Güneş
doğarken." dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi.
Kervandakiler bu sözümü işitince hayret edip; "Eyne köyü buraya dört
fersah, yaklaşık 24 km mesâfededir. Sabah vakti çıkılsa, ancak buraya
ikindiden sonra gelinebilir." dediler. Kervanı da geçip gittim. Kervanı
geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni görünce
içime bir korku düştü." dedi. "Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim
önümde tövbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tövbe etti. Şarap
yüklü bir beygiri vardı. Beygirin üzerindeki şarabı yere döktü. Onu da
geçip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir köye uğradım. Seyyid
Emîr Külâl'in orada olduğunu öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek
tâcını çıkarıp arz ettim. Bir müddet sükût ettikten sonra; "Bu tâc,
Hâcegân büyüklerinin mübârek tâclarıdır." buyurdu. "Evet efendim."
dedim. Devâm ederek; "Bu tâc-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci
şart; bunu korumak, ikincisi; îcâbını yerine getirmek. Bu iki şart,
büyüklerin (Hâcegân'ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan
sonra ben de bu şartlara uymak üzere tâcı alıp kabûl ettim." buyurdular.
Yine şöyle anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk
günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider
onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü teâlâdan,
Resûlullah'tan, Kur'ân-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden
bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan
ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."
"Hak yolda ilerleyip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım
günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların kumar
oynadıklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı
ki, hiçbir şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devâm ettiler.
Nihâyet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da
kaybetti. Dünyâlık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı
kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî
versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve
ziyân görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda
yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hâsıl oldu
ki, o günden îtibâren Hak yolunda talebim her gün biraz daha arttı."
"Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle oldu. "Âileme ve çocuklarıma
karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim çok fazla idi. Bir gün evimde
otururken, âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet
gösterdim. Bu sırada âniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi
bırakıp Allah'a dönme zamânı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca
hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre
gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım.
Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Her şeyden el
çekip, Allahü teâlâya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rekât namazın
arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş
vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Bir gün nasıl olduysa,
bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ
sâhibi bir imâmı vardı. Bana; "Ben seni, ibâdet meydanının safını
dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf
kıran imişsin." dedi. Buna karşılık imâma; "Zât-ı âliniz, hakkımda
böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." dedim.
Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:
"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir."
Bu söz kalbime ziyâdesiyle tesir etti ve içime öyle bir dert saldı,
beni öyle bir aşka düşürdü ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra
Allahü teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan
birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi.
Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi olmak
isterken, Allahü teâlânın inâyeti ile bir âyet-i kerîmede bildirildiği
gibi, Allahü teâlânın açtığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı
açmaya kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok tesir
etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim,
Allahü teâlâdan başka her şeyi bırakıp, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmaktı. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun ki, bana inâyet-i
Rabbânî, Allahü teâlânın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu."
Şâh-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: "Talebeliğimin ilk
günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin
emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdim. Bunların faydalarını ve
tesirlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullah efendimizin ve
Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasıyeti tuttum.
Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine
devâm edip, nasîhatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup,
bildirilenlere göre amel ettim. Allahü teâlânın ihsânıyla bunların
faydasını gördüm. Tasavvufta en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan
şey, Allahü teâlâya cân-u gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz
etmek, yalvarmak ve Allahü teâlânın rızâsını istemek, nefsi ezmek, onu
mağlub etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne
bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarı yüz ve eski elbise
ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı burası değildir. Bir sâlik, hakîkat
yolunda kendi nefsini Fir'avn'ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi
nefsini onun nefsinden yüz bin defâ daha aşağı görmeli. Eğer böyle
olmazsa, o sâlik, hakîkat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi
temizlemek kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ip
ucudur. İşte ben de bunun için, nefsimi varlıkların her tabakasına
nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinâttaki her şey ile
karşılaştırdım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her mahlûku daha üstün
ve daha hoş gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi
biri arasında kıyâs yaparak düşündüm. Kendimi aşağı ve âciz gördüm. Bu,
benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinâtta ne varsa
hepsinden fayda gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Nefsimin
önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile
başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama
koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları dokunacaktı."
Yine şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ
Rabbî! Bana yardımını ihsân et. Bu yolun ağırlığını çekmeye kuvvet ver.
Bu yolda ne kadar riyâzet, nefsin isteklerini yapmamak ve mücâhede,
nefsin istemediği ne varsa yapayım." diye duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı
kabûl buyurup, bana öyle bir kuvvet ve kudret ihsân etti ki bu yolun ne
kadar zahmet ve meşakkati varsa hepsine katlandım. Ne yapmak lâzımsa
Allahü teâlâya hamd olsun yaptım. Şimdi ihtiyâr hâlimde, riyâzetten ve
nefsimle mücâdeleden kurtulmuş bulunuyorum... Evliyâ-i kirâmın
rûhlarına teveccüh ediyor, hepsinin rûhâniyetlerinin eserini
görüyordum."
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri öyle bir yıldız olarak
yetiştirildi ki irşâd semâsı onunla süslendi. O, ucu bucağı olmayan bir
ilim ve irfan denizi idi. Her nerede cehâlet zulmeti varsa, onu üstün
nurları ile örttü, kapattı. Kimin gönlüne bir şüphe düştüyse, özündeki
çürütülmez belgelerle onu giderdi. İnsanlara üstün şânını anlatan nice
işâretler gösterdi. Ölü kalbleri diriltti. Ruhlara kuvvet verip
canlandırdı. Pekçok kerâmetlerin sâhibi oldu. İnsanları irşâd etmeye,
doğru yolu göstermeye başladığının haberi bütün fezâyı doldurdu.
Doğunun ve batının kalbi onunla sevince boğuldu. Kisrâlar ve sultanlar
onun karşısında edeple durdu, ona merhabâya geldi. Çöldeki vahşi
hayvanlar bile yardım istemeye geldi. İşte onun ciltler dolusu tutan
kerâmetlerinden ve menkıbelerinden bir kaçı:
Bir defâsında Nesef'te büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak
çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur bekledi.
Fakat bir damla bile düşmedi. Nesef halkı, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin duâsını almak için aralarından birini huzûruna
gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan
dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Behâeddîn Buhârî
hazretleri buyurdu ki: "Üzülmesinler, Allahü teâlâ onlara yağmur
gönderecek." Aradan kısa bir zaman geçti, Nesef'e yağmur yağmaya
başladı. Bir gün ve bir gece devâm etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
Bir talebesi şöyle anlatmıştır: "Ben küçük yaşta Cenânyan denilen
yerden Buhârâ'ya geldim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra
kalbime Kâbe'yi ziyâret etme arzusu düştü. Mekke'ye gidip, Kâbe'yi
ziyâret etmek şerefine kavuştum. Buhârâ'ya döndüm. Fakat nefsim çok
azgındı. Hattâ eşkıyâlık yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde
iken, bir çekilme hâli hâsıl oldu. Bu hâl, beni ister istemez,
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna sürükledi. Huzûruna varınca,
beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim
sillenin tesirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım.
Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; "Sus!" dedi. Sonra da;
"Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamâm olurdu."
buyurdu."
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendî şöyle
anlatmıştır: "Benim, Behâeddîn Buhârî'ye muhabbetim ve talebe olmam
şöyledir: Önce Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar
ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana,
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin fazîletini, hâllerini anlatırlardı.
Böylece görmediğim hâlde ona karşı içimde bir muhabbet hâsıl oldu. Bir
gün Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını
hatırlıyor ve ona râbıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek
getirdi. O anda Behâeddîn Buhârî hazretleri gözüme göründü ve kulağıma;
"Senin Horasan'a gitmen gerekir." diye söyledi. Yemekten sonra
Horasan'a gitmek üzere yola çıktım. Horasan'a, oradan da Beheâddîn
Buhârî'nin yakın talebelerinden Mevlânâ Celâleddîn'in bulunduğu yere
gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı
bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp
huzûruna kabûl ettiler ve; "Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var
idi. Fakat seninle başbaşa görüşmek istedim. Onun için beklettim."
dedi. Bundan sonra hâlimi ona anlattım ve çok ağladım, yardımcı
olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki: "Behâeddîn Buhârî sana kâfidir,
teveccühüne kavuşursun." Sonra onun fazîletinden, menkıbelerinden
bahsedip, huzûruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma bâzı hâdiselerin geleceğini de işâret etti. Derhâl
Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek
üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra sabah
namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Hiç bir yolcu namaza
kalkmadı. Bu duruma üzülüp, onlara nasîhat ettim. Fakat bana kızdılar.
Bu durum karşısında bende öyle bir hâl oldu ki, kendimi suya atmak
istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat batmadım. Öyle
bir hâl oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu
hâlimi görünce ağlamaya başladılar. "Biz yanlış bir iş yaptık,
yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız."
dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular
ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Âmûre kalesine
vardık. Orada da acâib hâdiseler oldu. Behâeddîn Buhârî hazretlerine
ilticâ edip, sığındım. Şîrmüşter denilen bir dergâha vardım. Yola devâm
ederken bir kervana rastladım. Bana;
"Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür, yolunu şaşırırsın. Burada dur,
şâyet yola devâm edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen
sonunu bulamazsın ve helâk olursun." dediler. Kervan geçip gittikten
sonra, kendi kendime; "Ben, Behâeddîn Buharî hazretlerinin huzûruna
gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim
için bana tehlike gelmez." dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir
müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime bâzı
nefis yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem!" dedim. Ben
böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde
aklımdan geçen yemekler vardı. Bu durum karşısında hâlim değişti.
Ağlamaya başladım. "Ey Allah'ım, senin rızânı arayan kimseye her ne
lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızândan başka bir şey aslâ
taleb etmeyeceğim." dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devâm ettim.
Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı. Beni görünce sağa sola kaçışmaya
başladılar."Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar
benden kaçmazlar" dedim. Böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp
bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da hâlim değişti
ve çok ağladım. Behâeddîn Buhârî hazretlerine karşı muhabbetim o kadar
arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan
denilen yere vardığımda, yine Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bereketi
ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime;
"Her yerde Allahü teâlânın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu
civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim."
dedim. Böyle düşünürken, karşıma dîvâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu
görünce; "Divâne Dâvûd geliyor." dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu
karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selâm verdim. "Ve aleykesselâm."
deyip selâmımı aldı. "Hoş geldin Türkistanlı derviş!" dedi. Beni yanına
yaklaştırıp koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını
bana verdi, ve;
"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını
da sana verdim!" dedi. Bu hâdiseden sonra Serahs şehrine girdim.
Çarşıya girince, bir başka divâne gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı.
"Bu divânenin adı nedir?" diye sordum."Câvadâr'dır. Bu beldenin
divânelerindendir." dediler. Kendi kendime; "Bundan da izin alayım."
dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; "Ey
Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd'un söylediği gibidir!" diyerek ilk
karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işâret etti.
Bundan sonra bende güzel bir hâl, cem'iyyet hâsıl oldu. Yemek arzu
ettim ve;
"Her hâlde bu şehirde Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sevenlerinden bir
kimse bulunur ve ilk lokmayı onun elinden yerim." dedim. Bu sırada
yanıma biri gelip; "Ben Behâeddîn Buhârî hazretlerinin
hizmetçilerindenim. Evime buyur." dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit
yemek getirdi. Sonra bana; "Behâeddîn Buhârî hazretleri Behrâb denilen
yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı teşrif edinceye
kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır." dedi. Birkaç gün
sonra Behâeddîn Buhârî hazretlerinin orayı teşrif etmek üzere oldukları
haberini aldık. Karşılamak üzere derhâl dışarı çıktık. Behâeddîn Buhârî
hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrâfında talebeleri olduğu hâlde
teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyâretinde o kadar insan
toplanmıştı ki, kalabalıktan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi
kendime;
"Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç
iltifât etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım." diye düşündüm. Bu
düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Behâeddîn Buhârî hazretleri
merkebden indiler ve yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
"Hoş geldin ey Taşkendli Derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya
geldiğin saatte haberdâr oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir
müddet meşgûlüm." buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı.
Beni huzûruna kabûl edip;
"Başından geçen hâdiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize
inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla
geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve
vukû bulan diğer hâdiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu." buyurdu.
Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki,
bambaşka bir hâle girip, çok ağladım. "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu.
Ben de; "Şimdiye kadar geçen ömrü zâyi etmişim." dedim. "Öyle söyleme;
yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki
müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür." buyurdu. Sonra; "Şimdi
sen, bulunduğun hâli mi, yoksa geçen hâlini mi istersin?" diye sordu.
Ben de; "Bu hâlimi isterim." dedim. "Bu iş tâbi olmadan olmaz."
buyurdu. "Ne işâret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm.
dedim. Ben böyle deyince; "Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."
Talebelerinden Emîr Hüseyin de şöyle anlatmıştır: "Benim evim Kasr-ı
Ârifân'da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve
niyâzdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yoktu. Tam gençlik
cehâleti içinde idim. Behâeddîn Buhârî hazretleri câmiye giderken,
gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihâyet bir gece rüyâmda
Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Mübârek elinde bir ayna vardı.
Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni
bambaşka hâller kaplamıştı. Âniden Behâeddîn Buhârî hazretleri evime
geldi. Bana dedi ki; "Aynayı sana kim verdi?" "Siz verdiniz efendim."
dedim. "Niçin namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okumazsın?" buyurdu.
"Kur'ân-ı kerîm okumayı bilmiyorum." dedim. "Ben sana namazı ve
Kur'ân-ı kerîmi öğretirim." buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip,
terbiye etti. Pekçok ihsâna ve nîmete gark etti."
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zât, Kasr-ı Ârifân'a gelip,
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna girerek, ziyâretlerine gelmekte
kusûr ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Behâeddîn Buhârî
hazretleri ona şaka yaparak; "Bedâva özür kabûl edilmez." buyurdu.
Gelen zât; "Bir öküzüm vardır, onu size vereyim." dedi. "Onu kabûl
etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap
içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir."
buyurdu. Şeyh Şâdî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl
bildiler?" diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını
getirdi. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî
altınları sayıp, içinden bir tânesini ayırdı. Diğerlerini o zâtâ geri
verdi. "Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü
Allahü teâlânın kullarına dağıt." buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını
göstererek; "Bu altın haramdır." buyurdu. Daha sonra o zâta; "Hâce
hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler.
Behâeddîn Buhârî hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir
kumarda kazanmıştım, dedi.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir
yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak
olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu.
Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Uyur uyumaz rüyâsında hocası
Behâeddîn Buhârî'yi gördü.Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp; "Uyan,
kalk burası uyuyacak yer değildir." dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp
gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru
yaklaştığını ve hücûm etmek üzere olduklarını gördü. Hemen oradan
uzaklaşıp yoluna devâm etti. Kasr-ı Ârifân'a varınca, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü.
Yanına yaklaşınca; "Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat
edilir mi?" buyurdu.
Behâeddîn Buhârî hazretleri bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir
akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyin'e;
"Kendini bu suya at." buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin hiç
tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu.
Aradan bir müddet geçti. "Ey Emîr Hüseyin, çık gel!" buyurdu. Emîr
Hüseyin derhâl sudan dışarı çıktı. Elbisesinde en ufak bir ıslaklık
yoktu. Behâeddîn Buhârî hazretleri ona; "Ey Emîr Hüseyin, kendini suya
atınca ne gördün?" diye sordu. Emîr Hüseyin dedi ki: "Emriniz üzerine
kendimi size fedâ ederek suya atınca, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki,
kendimi birden bire gâyet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın
hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zâtı âlinizi gördüm. Bana bir kapı
gösterdiniz. İşte bu kapıdan çık buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız,
ben de kapıdan çıktım. İşte huzûrunuza geldim." dedi.
Behâeddîn Buhârî hazretlerine bir gün hediye olarak bir mikdâr balık
getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan
talebeleri ile berâber balığı yemek arzu ettiler. Bunun üzerine balık
hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Behâeddîn Buhârî ile birlikte
sofraya oturdular. İçlerinden biri, gelip sofraya oturmadı. Behâeddîn
Buhârî ona; "Niçin gelip oturmuyorsun?" dedi. O da oruçluyum diyerek,
nâfile oruç tuttuğunu bildirdi. Ona; "Gel bize uy!" dedi. Fakat
gelmedi. Tekrar; "Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde
tutulan oruç sevâbı kadar hediye edeyim." dedi. Fakat o kimse söz
tutmayıp, inadında ısrâr etti. Bunun üzerine talebelerine; "Bu adam,
Allahü teâlâdan uzaktır. Siz onu terkediniz." buyurdu. O oruçlu kimse,
son derece zâhid bir kimse idi. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin
sözüne peki demeyip, muhâlefet göstermesi sebebiyle, zâhidliğini
kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. Tamâmen dünyâya tapmaya başladı ve
felâkete düştü.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, Buhârâ'nın bir köyüne gitmişti. Şeyh
Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam Şeyh Hüsrev, o
köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti. Hep
birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev
sâhibi Şeyh Hüsrev'e; "Git kapıya bak kim var?" buyurdu. Gidip baktı
ki, köy halkından Yûsuf adında biri, bir kap içinde armut getirmiş
kapıda bekliyordu. İçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip,
elindeki armut dolu kabı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu.
Behâeddîn Buhârî; "Bu armutları nereden aldın?" dedi, o da aldığı yeri
söyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir müddet susup, sonra ev
sâhibine; "Bu armutları büyük bir kaba boşalt gel." dedi. Ev sâhibi
armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî,
armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların
orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra;
"Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin." buyurdu. Sonra
armutları getiren Yûsuf adlı köylüye dönüp;
"Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?" dedi. Getiren
kimse; "Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi
dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın
alıp, size hediye getirdim. Fakat küstahlık edip, armutların içinden
birine bir işâret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ
ise, bu armudu bulup bana verir diye düşündüm." dedi. "Öyleyse elindeki
armuda bak, o işâret koyduğun armut mu?" buyurdu. "Evet efendim. O
armuttur." dedi. Bundan sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlânın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun
değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden
uzak kalır ve çok zarar görürdün. Resûlullah efendimizin bildirdiği
yolda bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur." Armutları getiren kimse,
yaptığı işten çok pişmân olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve
özür diledi.
Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Semerkand'da oturuyordum.
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin keşf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât
olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve
sohbetine kavuşmak için Buhârâ'ya gitmeye karar verdim. Yola çıkarken
annem hırkamın bir yerine harçlık olarak dört altın dikti. Buhârâ'ya
varınca, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sohbetine katıldım. Sohbeti
sırasında beni öyle bir hâl kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada
bulunanlardan birine, Behâeddîn Buhârî hazretlerine beni talebeliğe
kabûl etmesini söylemesi için ricâ ettim. Durumumu arz edince, bana çok
iltifât edip, kabûl ederiz, fakat senden altın alırız buyurdu. "Ben
fakirim, altınım yoktur." dedim. Talebelerine dönüp; "Bunun hırkası
içinde dört altını var, yok diyor." dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri
bunu söyleyince, hayretler içinde kaldım. Hemen hırkamı söküp, içindeki
dört altını çıkarıp önlerine koydum. O mecliste bir çocuk vardı.
Talebelerinden birine; "Al şu altınları bu çocuğa ver." buyurdu. O
talebe alıp çocuğa verdi. Fakat çocuk almadı. Çok ısrar etmelerine
rağmen kabûl etmedi. Tekrar bana verdiler. Çok utanıp mahcub oldum. Bu
hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebeleri ile birlikte
başka bir köye gitmek üzere yola çıktı. Ben de onlara katıldım. O köyde
büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de
talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o
mecliste bulunan başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim fakat, o
da almadı. O kadar mahcub oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim.
Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları için bir daha arz
ettiler. O zaman buyurdu ki:
"Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir
sıfattır.
Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok
kötü bir iştir." Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni
irşâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çıkardı. Hamdolsun tevekkül
sıfatı böylece kalbime yerleşti.
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek
istediği zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceği yere hemen
varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş için Kasr-ı Ârifân'dan Buhârâ'ya
gönderdiler. Bu talebe uçarak giderken, Behâeddîn Buhârî hazretleri
onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu. Bu hâdise üzerine
Behâeddîn Buhârî hazretleri; "Allahü teâlâ bana talebelerimin gizli
açık bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti
verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânın izniyle talebelerime çeşitli
hâller veririm ve yine ellerinden hâllerini alırım. Onları
kâbiliyetlerine göre terbiye ederim. Çünkü yetiştirici ve terbiye
edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan ve en çok faydası olan şeyi
yapar." buyurdu.
Yine talebesi Emîr Hüseyin şöyle anlatmıştır: "
Bir gün hocam beni bir iş için Kasr-ı Ârifân'dan Buhârâ'ya göndermişti.
Bu gece Buhârâ'da kal, sabaha doğru geri dönersin dedi. Ben hemen yola
çıktım. Yolda nefsimle mücâdele edip; "Ey nefsim! Acabâ sen bir gün
ıslâh olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?" diyordum.
Nefsimi böyle azarlarken, karşıma nûr yüzlü bir zât çıktı. Bana;
"Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat çektin ki, nefsini ayıplıyorsun?
Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve meşakkat çekmişlerdir ki,
senin bir zerresini bile çekmeğe tahammülün yoktur." dedi. Sonra vefât
etmiş olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meşakkatleri bir bir
anlatıp, târif etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, özür diledim. Bundan
sonra karşı çıkan o zât, bana dağarcığından bir mikdar hamur çıkarıp
verdi. "Bu hamuru Buhârâ'da pişirip, yersin." dedi. Hamuru alıp yoluma
devâm ettim. Buhârâ'ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru
görünce hayret edip;
"Şimdiye kadar böyle hamur görmedim." dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru
kimin verdiğini sordu. Ben de Behâeddîn hazretlerinin talebesi olduğumu
söyledim. Fırıncı hürmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir parça koparıp
ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu işi bitirip, o gece Buhârâ'nın
Gülâbâd mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı namazını kıldıktan
sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma istedi. O anda
mescidin penceresinden birkaç elma attılar. Elmaları alıp ekmekle
yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola çıktım.
Sabaha doğru Kasr-ı Ârifân'a vardım. Sabah namazını hocam Behâeddîn
Buhârî ile kıldım. Hocam bana; "Sana hamuru veren kimdi bildin mi?"
diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. "O, Hızır aleyhisselâm idi."
buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan elmalardan bahsetti.
"O fırıncıya ne büyük saâdet ki, senin verdiğin hamuru pişirdi ve ondan
yemek nasîb oldu." buyurdu.
Behâeddîn Buhârî, Peygamber efendimizin sünnetine tam uyar. O'nun
yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resûlullah efendimizin
işlediği her sünneti işlerdi. Bir defâsında Peygamberimiz Eshâb-ı kirâm
ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri
bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübârek
eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar
ki, Eshâb-ı kirâmın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber
efendimizin koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş,
Peygamber efendimizin mübârek elinin dokunduğu hamura tesir etmedi.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, Resûlullah'a uymak için, talebeleriyle
aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti.
Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da
mübârek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah
efendimize uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bu hususta; "Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın
kemâlâtından büyük pay vardır." buyurdular.
Mevlânâ Abdullah-ı Hâcendî, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî'ye talebe
olmasını şöyle anlatır: "Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, yerimde
duramıyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin
istek ve arzusuyla yanıyordum. İçimdeki arzu dayanılmaz duruma gelince,
bulunduğum Hâcend'den ayrıldım ve Tirmiz'e kadar hep bunu düşündüm.
Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'nin kabrini
ziyârete gittim. Sonra Ceyhun Nehri kenarında bulunan mescide geldim.
Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya kalmışım. Rüyâda heybetli
iki zât gördüm. Onlardan biri bana:
"Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî'yim, yanımdaki de Hızır
aleyhisselâmdır. Sen hoca aramak için şimdilik zahmet çekme. Çünkü hem
kimseyi bulamazsın, hem de istifâde edemezsin. On iki sene sonra
Buhârâ'ya gidip orada bulunan ve zamânın kutbu olan Behâeddîn Buhârî'ye
talebe olur, ondan istifâde edersin." buyurdu. Bunun üzerine Tirmiz'den
Hâcend'e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün
çarşıda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peşlerinden gittim. Bir
mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanmanın
kıymeti ile ilgili hususlar konuşuyorlardı. Onlar böyle konuşurlarken,
onlara karşı olan ilgim arttı. Hemen acele ile dışarı çıkıp, çarşıdan
bir şeyler alıp yanlarına geldim. Beni yanlarında görünce, biri; "Bu,
iyi bir insana benzer, bizim hocamızın oğlu İshak'a talebe olabilir."
dedi. Bu durum karşısında çok merak ettim ve o zâtın kim olduğunu
sordum. Hâcend'e bağlı bir köyde olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine o
köye gittim, zâtı buldum. Fakat bana hiç yakınlık göstermedi ve iltifât
etmedi. Bu hocanın her hâliyle temizliği yüzünden belli olan bir de
oğlu vardı. Bu durum karşısında, bu temiz yüzlü çocuk, babasına dedi
ki:
"Babacığım, bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya gelmiş, sen ise
ona hiç yakınlık göstermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?"
Bunun üzerine ağladı ve; "Ey evlâdım, bu, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir
hükmümüz yoktur." dedi. Bunun üzerine ben tekrar Hâcend'e, memleketime
döndüm ve hocamla ilgili bir işâretin çıkmasını bekledim.
Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ'ya gitmeğe
zorladı. O isteği bir an dahi tehir etmeye kâdir değildim. Hemen kalkıp
Buhârâ'ya doğru yola çıktım. Bir zaman sonra Buhârâ'ya vardım ve
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öğrenip yanına gittim. Ne zaman
ki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: "Yâ Abdullah-i
Hâcendî, senin daha üç günün vardır. Yâni sana bildirilen on iki
senenin tamam olmasına daha üç günün vardır. Bunu unuttun mu?" Bunları
duyunca, âdetâ kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin
ufuklarına yerleşti. Artık hep onlara olan bağlılık ateşi ile
yanıyordum. Bir müddet sonra himmet istedim. Behâeddîn Buhârî;
"Himmetin zamânı var." buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha sohbete
devâm ettim.
Büyük âlimlerden birisi anlatır: Gençlik zamânında, Hâce Behâeddîn
Buhârî hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hâller
meydana geldi. Bana dâimâ; "Beni hâtırından çıkarma!" derdi. Ben de
dâimâ onları düşünür, hatırlardım. Bu hâl üzere iken babam hacca gitti.
Beni de berâberinde götürdü. Giderken Hirat'a uğradık. Hirat şehrini
seyrederken, Hâce hazretlerini unuttum, bağlılık hâtırımdan çıktı. O
anda bendeki hâller gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir büyük âlim
var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan
çok kerâmetler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzûruna
getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce
hazretlerinden çok korktuğumdan, o zâtın huzûrundan dışarı çıktım.
Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyâret ettik. Dönüşte Hâce
hazretlerinin ziyâreti ile şereflendiğim zaman, onu unuttuğum için çok
çekiniyordum. Korktuğumu anlayıp; "Korkma, biz kusûru affederiz. Sen
benim oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi
yoktur." buyurup latîfe yollu; "Hirata gidince niçin beni unuttun?"
deyip; "Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz." mısrâını okudular."
Behâeddîn Buhârî, Tûs şehrine gidip, birkaç gün kaldı. Bir gün talebe
ve ahbâbıyla Şeyh Mâşuk-ı Tûsî'nin kabrini ziyârete gittiler. Mezarın
yanına gelince: "Esselâmü aleyke, yâ Mâşuk-ı Tûsî, nasılsın, iyimisin?
buyurdu. Kabirden; "Ve aleykesselâm. İyiyim, çok rahatım." diyen bir
ses geldi. Yanındakilerin hepsi, bu cevâbı duydular. Orada
bulunanlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğüne
inanmazdı. Bu kerâmeti görünce, tövbe etti. Bundan sonra talebelerinden
ve sevdiklerinden oldu.
Hâce Behâeddîn Buhârî'ye, talebelerinden biri bir mikdar elma hediye
getirdi. O elmaları hazır bulunanlara bölüştürdü ve buyurdu ki: "Bir
saate kadar, kimse kendi elmasını yemesin. Çünkü bu elmalar, şimdi
tesbih ediyorlar." Hâce hazretlerinin mübârek ağzından bu söz çıkar
çıkmaz, elmalardan tesbîh sesleri gelmeye başladı.
Mevlânâ Necmeddîn anlattı: "Birgün Hâce hazretleriyle Buhârâ'nın
etrâfında bir sahrâda giderken, iki ceylânın gezdiğini gördük. Hâce
hazretleri bana hitâben; "Hak teâlânın kulları yanına, bu ceylânlar
gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de bunların yanına gelmesini dile."
buyurdu. Ben; "Benim ne haddime, sizin huzûrunuzda kerâmet dileyeyim."
dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: "Sen onlara teveccüh eyle. Onlar
senin yanına gelirler." Ben de onlara doğru iki adım gittim. O
ceylanlar, koşarak yanıma gelip durdular. Hâce hazretleri buyurdu ki:
"Hangisini tutarsan tut!" Ben hangisini tutmak istedimse, diğeri beni
tut diye geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben hayretler
içerisinde kalıp, birini tutamadım. O esnâda Hâce hazretleri bir
ceylanın sırtına mübârek elini koyup; "Sana lüzum kalmadı, ben tuttum."
buyurdular. Sonra o ceylanları orada bırakıp gittik. Onlar ise
arkamızdan bakıp durdular."
Talebesinden biri şöyle anlatmıştır: Kasr-ı Ârifân'da bir bostan ektim.
Sulama vakti geldi. Fakat sular kesildiğinden, bostanı sulayamadım.
Hâce hazretleri o günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki: "Bostanın
sulama zamânı geldi." Ben de; "Sulama vakti geldi ama, sular kesildi."
dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: "Yer ve gökleri yaratan, sana su
vermeğe kâdirdir. Sen su yollarını aç." Acele ile su yollarını açtım. O
gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi.
Bostanı suladım. Hattâ bir mikdâr soğan ve sarımsak var idi. Onları da
suladım. Sonra su kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm.
Gittim, ırmak tarafına su akıyor mu diye baktım. Aslâ sudan bir iz
göremedim. Acabâ bu su nereden geldi, diye şaştım kaldım. Sonra Hâce
hazretlerinin ziyâretine gittim. "Bostanı suladın mı?" buyurunca;
"Evet, suladım." dedim. "Su kesildikten sonra ne yaptın?" buyurdu.
"Irmağa gittim ve hiç su görmedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden
geldiğini anlayamadım." dedim. Hâce hazretleri; "Bunu sen gördün,
kimseye söyleme." buyurdu.
Talebesinden biri şöyle anlatmıştır: "Hâce hazretleri bir gün bu
fakirin hânesini şereflendirdi. Çok sevindim. Pazardan bir çuval un
aldım, geldim. Behâeddîn Buhârî hazretleri unu görünce; "Bu unu, çoluk
çocuğun ile pişirip yiyin ve bunun sırrını kimseye söylemeyin."
buyurdu. Hâce hazretleri o zaman evimde iki ay misâfir oldu.
Talebelerinden bir kısmı da onun yanında idi. Çoluk çocuk ve diğer
ahbâblarım, hepimiz, hattâ Hâce hazretleri gittikten sonra, o undan çok
zaman yedik. Un hâlâ ilk aldığımız gibi duruyordu. Aslâ eksilmedi.
Sonra Hâce hazretlerinin mübârek sözünü unutup, o sırrı çoluk çocuğuma
anlattım. Bunun üzerine o undan bereket kesilip, un tükendi."
Behâeddîn Buhârî hazretleri, birgün İshâk isminde bir talebesinin evine
teşrif etmişlerdi. Orada bulunan talebeler, yemek pişirmek için tandıra
çok odun koyup, ateş yakmışlardı. Her biri bir işle meşgûl oldukları
sırada, tandırın ateşi alevlenip, tandırdan dışarı çıktı. Bunun üzerine
hazret-i Hâce mübârek ellerini tandıra sokunca, Allahü teâlânın inâyeti
ve yardımı ile tandırın ateşi sâkin oldu. Mübârek ellerini tandırdan
çıkardığı zaman, ne elbisesine bir şey olmuş, ne de ellerinden bir tüy
yanmış idi.
Derviş Muhammed Zâhid şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, Hâce
hazretleri ile bir gün sahrâda gidiyorduk. Bahar günlerinden bir gün
idi. Canım karpuz yemek istedi. Hâce hazretlerinden bir karpuz istedim.
Bunun üzerine bana; "Muhammed, çay kenarına git!" buyurdu. Ben de, o
sahrâda akan bir çayın kenarına gittim. Suyun üzerinde, Baba Şeyh
karpuzu denilen sulu karpuzları gördüm. Su üzerinde yüzen karpuzlardan
biri, kenara yanaşıp durdu. Aldım, henüz bostandan kopmuş gibi olduğunu
gördüm. Hâce hazretlerinin huzûruna bıraktım. "Bu karpuzu kes de
yiyelim." buyurunca kestim. Hâce hazretleri ile yedik. Bu büyük
kerâmeti hazret-i Hâce'den gördüğümde, onun, vilâyet ve tasarrufun en
yüksek derecesinde olduğuna îtikâdım arttı. Bu yüzden de çok şeylere
kavuştum."
Hâce hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatmıştır: "Bir gün
Hâce hazretlerinin sohbetlerine kavuşma arzusu içime doğdu. O arzu ile
Taşkend vilâyetinden Buhârâ'ya hareket ettim. Hanımım bir mikdâr altın
getirip bana verdi ve; "Bu altınları Hâce hazretlerine ver!" dedi.
Niçin gönderiyor diye merak edip sordum, fakat söylemedi. Hazret-i
Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o altınları önüne koydum.
Görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu altınlardan çocuk kokusu
geliyor. Ümid ederim ki, cenâb-ı Hak sana bir çocuk verecektir." Hâce
hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehu ve teâlâ
hazretleri bana bir sâlih oğul ihsân etti."
Talebelerinden biri anlatır: "Merv'de, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin
huzûrunda idim. Buhârâ'daki ehlimi, akrâbamı görmeyi çok arzûladım.
Kardeşim Şemsüddîn'in vefât haberi geldi. Hazret-i Hâce'den izin
istemeğe cesâret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyin'e, bana izin
almasını ricâ ettim. Cumâ namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr
Hüseyin, kardeşimin ölüm haberini hazret-i Hâce'ye arz etti. "Bu nasıl
haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek
yakından." buyurdu. Sözleri biter bitmez, kardeşim Buhârâ'dan
çıkageldi. Behâeddîn Buhârî'ye selâm verdi. Bunun üzerine hocam; "Ey
Emîr Hüseyin! İşte Şemsüddîn." buyurdu.
Dâmâdı ve yüksek talebelerinden Alaeddîn-i Attâr hazretleri anlattı.
Hazret-i Hâce Buhârâ'da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlânâ
Ârif, Harezm'de idi. Bir gün eshâbı ile, görme sıfatı üzerinde
konuşuyordu. Söz arasında; "Mevlânâ Ârif, şu anda Harezm'den Serâ'ya
doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı." buyurdu. Bir müddet sonra;
"Kalbime geldi ki, Mevlânâ Ârif, Serâ'ya gitmekten vaz geçti. Şu anda
Harezm istikâmetine doğru geri döndü." buyurdu. Talebeleri, bu
konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir yere yazdılar.
Bir zaman sonra, Mevlânâ Ârif, Harezm'den Buhârâ'ya geldi. Behâeddîn
Buhârî'nin buyurduklarını ona anlattılar. "Tam buyurduğu gibi
olmuştur." dedi. Talebeleri hayretler içinde kaldı.
Talebelerinden biri anlatır: "Hazret-i Hâce'nin sohbeti ile
şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok
nasîhat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; hazret-i
Hâce'nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız nasîhati
idi. Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût'tan Kasr-ı Ârifân'a Hâce
hazretlerini ziyârete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için
yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tekmeledi.
Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o
hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeğe
başladım. Nihâyet Şeyh Şâdî'nin nasîhatını hatırladım ve ayaklarımı,
hocamızın o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân'a doğru uzatarak yattığımı
anladım."
Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: "Hocamız, Emîr Hüseyin'e, kış
mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin
ertesi günü, kırk gün devâm eden kar yağmağa başladı. Sonra Hâce
hazretleri, Hârezm'e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde
idi. Hırâm Nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona
emretti. Şeyh Şâdî korktu, çekindi. Bir defâ daha emretti. Yine
yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona baktı. Bununla kendinden
geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Suya
batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince,
Hocam; "Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?" buyurdu. Baktığında,
Allahü teâlânın kudreti ile, en küçük bir ıslaklık yoktu."
Talebelerinden biri anlatır: "Hâce hazretlerini sevmem ve sohbetinde
bulunmamın sebebi şudur: Bir gün Buhârâ'da dükkânımda idim. Gelip
dükkânıma oturdu ve Bâyezîd-i Bistâmî'nin bâzı menkıbelerini anlatmağa
başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: "Bâyezîd-i Bistâmî
buyurdu ki: "Elbisemin eteğine bir kimse dokunsa, bana âşık olur ve
ardımdan yürür." Ve sonra buyurdu ki: "Eğer kaftanımın kolunu hareket
ettirsem, Buhârâ'nın büyükleri, küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev
ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar."O sırada elini yeni
üzerine koydu. O anda gözüm yenine daldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi
kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni
kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim."
Şeyh Ârif-i Dikgerânî, Seyyid Emîr Külâl'in halîfelerinin
büyüklerindendi. O anlatır: "Bir gün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini,
Kasr-ı Ârifân'da ziyârete gittik. Buhârâ'ya döndüğümüzde, oranın
fakirlerinden bir grup da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah'ın
evliyâsına karşı sû-i zan ve sû-i edepte, kötü zan ve edepsizlikte
bulunman uygun değildir dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına
girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. Bu, o büyük zâta
edepsizliğinin cezâsıdır dedik. Çok ağladı, pişmân oldu, tövbe etti.
Ona karşı îtikâdını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
Bir defâsında Kıpçak çölü askerleri, Buhârâ'yı bir müddet kuşattılar.
Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhârâ vâlisi,
husûsî adamlarından birini hazret-i Hâce'ye gönderip; "Düşmana karşı
koyacak gücümüz yok. Her çâremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin
yüksek kapınıza sığınmaktan başka çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden
siz kurtarırsınız. Müslümanların onların elinden kurtulması için Allahü
teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamânıdır." deyip, ricâda
bulundu. Hazret-i Hâce; "Bu gece Allahü teâlâya yalvarırız. Bakalım
Allahü teâlâ ne yapar." buyurdu. Sabah olunca, onlara; altı gün sonra
bu belânın kalkacağı müjdesini verdi ve; "Vâlinize böyle müjde verin!"
buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi
oldu. Altı gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gitti.
Hazret-i Hâce, Herat melîkinin arzusuyla Tûs'dan Herat'a geldiklerinde,
Pâdişâhın sarayına girdi. Her uğradığına dikkatle baktı. Kapıcıdan
vezîrlere kadar, herkeste bir hal ve değişiklik oldu. Hâlden hâle
girdiler. Kendilerinde olmayan mertebelere kavuştular.
Yâkûb-i Çerhî hazretleri anlatır: Buhârâ'nın âlimlerinden ilim öğrenip
fetvâ vermeye izin aldıktan sonra, memleketime dönmeyi düşündüm.
Hazret-i Hâce'ye uğrayıp; "Beni hâtırınızdan çıkarmayın." dedim ve çok
yalvardım. "Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz?" buyurdu.
"Hizmetinize müştâkım, arzu ve istekliyim." dedim. "Hangi bakımdan?"
buyurdu. "Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbûlüsünüz." dedim. "Bu
kabûl şeytânî olabilir, daha sağlam delîlin var mı?" buyurdu. Sahîh
hadîsde; "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini
kullarının kalbine düşürür." buyuruluyor dedim. Tebessüm edip;
"Biz azîzânız." buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim değişti.
Bir ay önce rüyâda birisi bana: "Git, Azîzân'ın talebesi ol!" demişti.
Onu unutmuştum. Onlardan duyunca, bu rüyâyı hâtırladım. Yine devâm
ederek anlatır: "Hazret-i Hâce'ye, beni şerefli hâtırınızdan
çıkarmayın!" dedim. Bunun üzerine; "Bir kimse Azîzân hazretlerinden,
beni unutmayın diye ricâda bulundu, o da Allah'tan başka hâtırımda bir
şey kalmaz. Yanımda bir şey bırak ki, görünce hâtırıma gelsin buyurdu."
diye anlattıktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: "Senin bana
bırakacak bir şeyin yoktur. Bâri bu takyeyi sakla! Bunu gördüğün zaman
beni hatırlarsın, beni hâtırladığın zaman yanında bulursun." buyurdu.
Ayrılırken; "Bu yolculukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deşt-i Gülekî'yi
gör!O evliyâullahdandır." buyurdu. Hâtırıma; "Ben Belh'e gidip, oradan
vatanıma varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede?" diye geldi. Sonra
Belh yolunu tuttum. Ama öyle bir zarûret hâsıl oldu ki, yolum Deşt-i
Gülek'e düştü. Hazret-i Hâce'nin işâreti aklıma gelip, şaştım kaldım.
Seyyid Burhâneddîn, Hâce hazretlerine bir mikdâr balık getirdi. Hâce
hazretleri bağda idi. Balıkları da bağda pişirmek istediler. İlkbahar
mevsimiydi. Hâce hazretleri balıkları pişirirken, gök yüzünü büyük bir
bulut kapladı. Yağmur yağmaya başladı. Hâce hazretleri, Seyyid Emîr
Burhâneddîn'e; "Duâ et, benim olduğum yere yağmur yağmasın!" buyurdu.
Burhâneddîn; "Efendim, benim ne haddime?" dedi. Hâce hazretleri; "Benim
dediğimi yap." buyurdu. Seyyid Burhâneddîn emre uyarak duâ etti.
Kudret-i ilâhî ile Hâce hazretlerinin olduğu yere yağmur yağmadı. Diğer
yerlere o kadar yağdı ki, suları, sel gibi yanımızdan akıyordu. Bu hâli
görenler hayretler içinde kaldı. Bu kerâmetten çokları istifâde ettiler.
Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında
otururlarken, gönülleri yakan, kalblere tesir eden bir sohbet ettiler.
Sohbet esnâsında talebelerine; "Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi
buldum?" dediler. Talebeleri; "Biz sizi bulduk." dediler. "Mâdem ki,
siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun." buyurup, talebelerinin
gözünden kayboldular. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar.
Söyledikleri söze pişmân olup; "Sizin câzibeniz olmasa, siz lutf
etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?" deyip özür dilediler.
Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce
oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
Bir defâ buyurdu ki: "Bizim yolumuz Resûlullah efendimizin sünnetine
uymak ve Eshâb-ı kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az
bir amel, büyük kazançlara, netîcelere sebeb olur. Sünnete uymak çok
büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren, dînini tehlikeye atmış olur."
Behâeddîn Buhârî hazretleri Buhârâ'da, yaz mevsiminde bir akşam,
talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş
sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor,
dinleyenlere feyz saçıyordu. Evin yakınında, Buhârâ vâlisinin sarayı
vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlikte def ve
çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Behâeddîn Buhârî;
"Bizim bu sesleri işitmemiz câiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak
lâzımdır." dedi.
Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve
kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Hâlbuki vâli ve adamları sabaha
kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin talebelerine; "Biz çalgı sesinden sabaha kadar
uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?" dediler. Talebeler; "Hocamız bu
sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lâzımdır."
buyurdu. O andan îtibâren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik."
dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı
işe pişmân olup, tövbe etti. Bu hâdise Buhârâ'da günlerce anlatıldı.
Herkes Behâeddîn Buhârî'nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha
çok arttı.
Behâeddîn Buhârî hazretleri Kâbe'yi ziyârete giderken, Horasan'a
uğramıştı. Orada Hâce Müeyyiddîn adında bir zâtın evinde misâfir olup,
birkaç gün kaldı. Bu sırada bir gün, Kârubanî saray mesîresine
gitmişlerdi. Orada huzûruna bir derviş geldi. Dervişe iltifât edip;
"Bunlar bizim sevdiklerimizdendir, fakat bizi tanımazlar." dedi. Sonra
o dervişi yanına alıp, misâfir kalmakta olduğu eve götürdü. Ev sâhibi
yemek koyunca, ev sâhibine; "Bugün şehrimizdeki Allah dostlarından
birini bulup getirdim. Müsâade ederseniz bizimle birlikte yemek yesin."
dedi. Ev sâhibi; "Hay hay efendim, emrediniz, sofraya gelsin." dedi.
Bunun üzerine o derviş de sofraya oturdu. Yemekten sonra sohbete
başladılar. O derviş ile tarîkat hâllerinden ve hakîkat sırlarından
bahsettiler.
Bir müddet sohbetten sonra, o derviş müsâade isteyip, gitmek üzere
kalktı. Oradan, havada uçarak ayrılıp gitti. Behâeddîn Buhârî, dervişin
bu hâline tebessüm edip; "Bu kolay iştir." buyurdu. Yatsı namazı
vaktinde, o derviş tekrar geldi. Behâeddîn Buhârî ona uçarak ayrılıp
gitmesini sorarak; "Allah dostlarının yanında böyle işler mûteber
değildir. Allahü teâlâ bâzı kullarına öyle sırlar ihsân etti ki, bu
sırlardan birini insanlara gösterse, halk perişân ve mahvolur."
buyurdu. Derviş zât; "Ben, kırk beş seneden beri denizlerde ve karada
dolaşırım, söylediğiniz gibi tasarruf sâhibi bir zât bulamadım. On defâ
Kâbe'yi, on defâ da Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret
ettim. Bahsettiğiniz sırlardan hiç birinin kokusunu duymadım." dedi.
Behâeddîn Buhârî hazretleri o dervişe; "Bir an bana teslîm olursan,
sana nice sırları koklamak nasîb olur ve âlemde öyle kimse olup
olmadığını anlarsın." buyurdu. Derviş; "Peki" deyip teslîm oldu. Yanına
oturdu. Behâeddîn Buhârî, şehâdet parmağı ile dervişe dokundu. Derviş
kendinden geçip yere yıkılıverdi. Nefesi dahi kesildi. Bir müddet
öylece kaldı. Sonra şehâdet parmağını dervişin alnına dokundurdu.
Derviş kendine gelip kelime-i şehâdet getirerek kalktı, özür ve af
dileyerek; "Câhillik ettim. Sizin gibi Allah'ın sevgili bir kulunun
huzûrunda edepsizlik ettim. Uygunsuz sözler söyledim. Kerem ve ihsân
ediniz, küstahlığıma bakmayıp, beni bağışlayınız ve terbiye ediniz.
Bunca zamandır gezip dolaştım ve hep sizin gibi kemâl ehli bir büyük
âlim aradım. Şimdi himmetiniz bereketiyle aradığımı buldum." dedi.
Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî; "Bu mertebeye erişmek için, Allahü
teâlânın rızâsına uygun amel işlemek ve O'nun sevgili bir kuluna teslîm
olmak lâzımdır." buyurdu. Derviş dedi ki: "Emriniz başım üstüne, emir
buyurun, hizmetinizde Kâbe'ye gideyim." "Sen on defâ Kâbe'ye
gitmişsin." buyurunca; "Sizinle gitmeyi arzu ediyorum." dedi. Dervişe
dedi ki: "Senin için hayırlı olan şudur: Sen Herat'a git ve bize
bağlılığını sürdür. Derviş söz dinleyip, Herat'a gitti. Behâeddîn
Buhârî hazretleri de, talebeleriyle birlikte Kâbe'ye gitmek üzere
misâfir olduğu evden ayrılıp, Horasan'dan yola çıktılar.
Behâeddîn Buhârî hazretleri hacda iken hacılar Mina'da kurban
kesiyorlardı. "Bizim de kurban kesmemiz lâzım, fakat biz oğlumuzu
kurban edeceğiz." buyurdu. Talebeleri bu sözde bir hikmet vardır
diyerek, o günün târihini kaydettiler. Hacdan sonra Buhârâ'ya
döndüklerinde, Behâeddîn Buhârî'nin o sözü söylediği gün, oğlunun vefât
ettiğini öğrendiler. Oğlunun vefâtı üzerine buyurdu ki: "Allahü
teâlânın ihsânı ile oğlumun vefât etmesi husûsunda da Resûlullah
efendimize uymuş oldum. Çünkü Peygamberimizin de oğlu vefât etti.
Resûlullah'ın başından geçen işlerin hepsi benim başımdan da geçti.
Yapmış olduğu her işle amel ettim. Hiçbir sünneti terketmedim. Hepsini
yerine getirdim ve netîcesini buldum.
Behâeddîn Buhârî hacda iken, Kâbe'yi tavaf sırasında, ak sakallı bir
ihtiyârın, Kâbe'nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve göz yaşları ile
orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek bir hâlde olan ihtiyârın, bir de
kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyârın kalbi tamâmen
dünyâlık şeylerle meşgûl. Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu
genç tüccar, aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş
yapıyordu. Görünüşte tamâmen dünyâya dalmış gözüken gencin kalbine
teveccüh ettiğinde, kalbini hep Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl bir
hâlde gördü.
Behâeddîn Buhârî hazretleri, asrının en meşhûr âlimi ve mürşid-i kâmili
idi. Tasavvufta en yüksek dereceye ulaşmıştır. Yıllarca insanları
hidâyete, kurtuluşa, doğru yola kavuşturmuş, nice gönüller onun
feyzleriyle nurlanmıştır. Vefâtına yakın halleri ve talebelerinin bu
hususta nakilleri ise şu şekildedir. Büyük âlimlerden Mevlânâ Muhammed
Miskin şöyle anlattı:
"Buhârâ'da Şeyh Nûreddîn Halvetî adında, sâlih ve meşhûr bir zât vefât
etmişti. Behâeddîn Buhârî hazretleri talebeleriyle birlikte vefât eden
o zâtın yakınlarına tâziyeye gitmişlerdi. Tâziyeye gelenlerden bir
kısmı ve o evin halkı, yüksek sesle ağlayıp feryâd ediyorlardı.
Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâli görüp, onları yüksek sesle
ağlamaktan men etti. Orada bulunanlardan her biri bu hususta bir şeyler
söyledi. Bu arada Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Benim ömrüm
sona erince, ölmek nasıl olurmuş dervişlere öğreteyim!" Bu sözü dâimâ
benim hatırımda kaldı. Behâeddîn Buhârî hazretleri hastalandılar. Bu
hastalığı ölüm hastalığı olup, ömrünün son günleri idi. Husûsî odasına
çekildi. Vefâtına kadar orada kaldılar. Her gün talebeleri oraya
giderler huzûrunda bulunurlardı. Talebelerinin herbirine şefkat
gösterip, iltifatta bulunurdu. Vefât etmek üzere iken, ellerini
kaldırıp duâ etmeye başladı. Ellerini uzatıp uzun müddet duâ etti.
Sonra ellerini yüzüne sürüp vefât etti."
Alâeddîn-i Attâr hazretleri de şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî
hazretleri ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emretti. Gidip
emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Bu sırada,
acaba kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan
geçmişti. O anda mübârek başını kaldırıp; "Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda
söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ'ya nazar
etsin." buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefât etti.
Yine Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: "Hâce Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin vefâtı sırasında Yâsîn-i şerîfi okuyorduk. O da bizimle
okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi
söyleyerek son nefeslerini verdiler." Kasr-ı Ârifân'da toprağa verildi.
Talebeleri, üzerine güzel bir türbe yaptırdılar. Daha sonra türbenin
yanına genişce bir mescid inşâ edildi. Gelen pâdişâhlar o mescid için
vakıflar kurdular. Oranın bakımını yapmak, şanını, şerefini duyurmak
için çok îtinâ gösterdiler. Bu muhabbet günümüze kadar devâm
edegelmiştir. Temiz rûhu vesîle edilerek cenâb-ı Hak'tan yardım
istenmektedir. Eşiğinin toprağı gözlere sürme gibidir. Dar zamanlarda
onun kapısına sığınılır.
Zamânın büyüklerinden Abdülkuddüs şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî
hazretlerini kabrine koyduk. Gördüm ki, mübârek yüzleri tarafından
"Mü'minin
kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir." hadîs-i
şerîfinde buyurulduğu gibi, Cennet'ten bir kapı, kabr-i şerîflerine
açıldı. O kapıdan iki hûri gelip, ona selâm verdi ve; "Allahü teâlâ
bizi, sizin için yarattığı vakitten beri sizi bekliyoruz." dediler.
Hâce hazretlerinin onlara; "Ben Hak teâlâ hazretleri ile ahdettim ki,
O'nun hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlatılamayan dîdârını
görmedikçe, benim yolumda bulunanlara ve benden hakkı işitip amel
edenlere şefâat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile meşgûl
olmam." dedi. Vefâtından sonra sevenlerinden biri onu rüyâda görmüş ve;
"Ne amel işleyelim ki kurtuluşa erelim?" diye sormuştur. "Son nefeste
ne ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz." buyurmuştur.
Behâeddîn Buhârî hazretleri orta boylu, mübârek yüzü değirmi olup,
yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile
elâ renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı
siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları
Peygamber efendimizin konuşması gibi tâne tâne idi. Konuştuğu kimseye
yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi.
Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü.
Kimseyi küçük ve hakîr görmez, dâimâ güler yüzle karşılardı. Ancak
celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında
durulmaz olurdu. Şemâili, görünüşü birçok bakımdan Resûlullah
efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünneti
seniyyeye uygun idi.
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: "Hâce
Behâeddîn Nakşibend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış
günleri namaz kılmak için yere serecek bir şey bulunmadığından, eski
bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Maîşet ve geçimlerine
bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve âile
efrâdının helâl yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi bir
şeyden uzak dururlardı. "İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık
aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir." buyurulan
hadîs-i şerîfi bildirirlerdi.
Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler.
Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli
kıymetinde bir hediye verirlerdi. Tanıdığı veya tanımadığı bir kimse
evlerine ziyârete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir,
evde ne bulunursa ikrâm ederlerdi. Misâfirlerine bizzat kendisi hizmet
ederdi. Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfire
verirdi. Misâfirin hayvanı varsa, hayvanın yemini ve suyunu verirdi.
Nafakasını çalışarak temin ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir mikdar
arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde
bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü.
Zamânında âlim ve sâlih kimseler ziyâretine gelip, hâlis ve helâl yemek
yiyelim diye onun yemeklerini yerlerdi. Her zaman ve her işte sünnet-i
seniyyeye uyar ve bilhassa yemek husûsunda Peygamber efendimize uymaya
çok dikkat ederdi. Çoğu zaman ekmeği kendi pişirir ve sofra hizmetini
kendi yapardı. Yemek yerken; "Sofra başında kendinizi Allahü teâlânın
huzûrunda biliniz. O'nun verdiği nîmeti yediğimizi unutmayınız."
buyururdu. Cemâat ile toplu hâlde yemek yerken, içlerinden biri gaflet
ile ağzına bir lokma alsa; "Önündeki yemeği, Allahü teâlânın huzûrunda
olduğunu unutmadan ye! Allahü teâlâyı hatırla, başka şeyler düşünme.
Allahü teâlâ, sana senden yakındır. O'nu düşün." buyururdu. Bir yemek
gafletle, öfkeyle veya zorla pişirilse, o yemekten kendisi yemez,
yedirmezdi.
Rivâyet edilir ki, bir zaman Şâh-ı Nakşibend hazretleri Gazyut denilen
bir yere gitti. Orada talebelerinden birisi onlara yemek getirdi. Şâh-ı
Nakşibend hazretleri buyurdu ki: "Bu hamuru yoğuran ve yemekleri
pişiren kimse, başlamasından bitirmesine kadar gadab hâlinde idi,
kızmış hâlde idi. Biz ondan hiçbir şey yiyemeyiz. Zîrâ böyle yapılan
yemeklerde hiçbir hayır ve hiçbir bereket yoktur. Belki de şeytan yemek
yaparken hep onunla bulunmuştur. Bizler böyle bir yemeği nasıl
yiyebiliriz?"
Buyurdu ki: "Yenilecek bir gıdâ, bir yiyecek, her ne olursa olsun
gaflet içinde, gadabla veya kerâhatle hazırlansa, tedârik edilse, onda
hayır ve bereket yoktur. Zîrâ ona nefs ve şeytan karışmışdır. Böyle bir
yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka bir çirkin netice meydana gelir.
Gaflete dalmadan yapılan ve Allahü teâlâyı düşünerek yenen helâl ve
hâlis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih
ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede bu
husûsa dikkat etmediklerinden ve ihtiyatsızlıktandır. Her ne hâl olursa
olsun, bilhassa namazda huşû' ve hudû' hâlinde bulunmak, zevkle ve göz
yaşı dökerek namaz kılabilmek, helâl lokma yemeye, Allahü teâlâyı
hâtırlıyarak yemeği pişirmek ve yemeği Allahü teâlânın huzûrunda imiş
gibi yemeğe bağlıdır. Vücûduna haram lokma karışmış bir kimse,
namazdan tad duymaz."
Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; "Yediğin
lokmaların helâlden olup olmadığını araştır." buyurmuştur. Talebesi
araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli
bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etmiştir.
Namazda hûdû' ve huşû' nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki:
"Huzurlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile abdest
alacaksınız ve namaza başlarken iftitâh tekbirini, kimin huzûruna
durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz."
Buyurdu ki: "Nefsinizi dâimâ töhmet altında tutunuz ve ona uymayınız.
Her kim bunda muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfâtını,
karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve
güç bulur. Yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaya başlar.
Bütün işlerde niyeti düzeltmek çok mühimdir.
Buyurdu ki: "Namaz müminin mîrâcıdır." buyurulan hadîs-i
şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran
kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini,
yüceliğini düşünerek, hudû' ve huşû' hâlinde olması gerekir. Öyle ki,
bu hâlini istigrâk, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu sıfatın
kemâl derecesi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde vardı. Rivâyet
edilmiştir ki, Resûlullah efendimiz namazda iken, mübârek göğsünden
öyle bir ses gelirdi ki, bu ses, Medîne-i münevverenin dışından
işitilirdi. Namazda kalp huzûru nasıl elde edilir? diye sorulunca da;
"Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak, abdest alırken,
iftitâh tekbirini söylerken, tam bir âgâhlık, gafletten uzak olma,
uyanıklık içinde bulunmakla." buyurdu.
Buyurdu ki: "Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm."
buyrulan
kudsî hadîste, hakîkî oruca işâret vardır. Bu ise, mâsivâyı, Allahü
teâlâdan başka her şeyi terketmektir." Yine buyurdu ki: "Allahü
teâlânın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, Cennet'e girer."
buyurulan
bu hadîs-i şerîfteki "Ahsa" kelimesinin bir mânâsı, saymaktır. Diğer
bir mânâsı ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip, bilmektir. Bir mânâsı da,
bu esmâ-i şerîfenin mûcibince amel etmektir. Meselâ "Rezzâk" ismini
söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli. "Mütekebbîr" ismini
söyleyince, Allahü teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir."
Behâeddîn Buhârî hazretlerine bu dereceye nasıl ulaştınız? diye suâl
olununca; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla."
buyurdu. Yine buyurdu ki: "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette,
yalnızlıkta şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket
cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir
kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih
etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında,
bâzılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı
sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini başka
şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan
bâzılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların
kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı
oluruz."
"İnsanlara rehber olan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren âlimler,
usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir
canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı
terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de
hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huylarına göre tâliblere gereği
gibi muâmele ederek, teslimiyyet makâmına ulaştırırlar. Sonra sünnet-i
seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar." Yine
buyurdu ki: "İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve
istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü
çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; "Ey Dâvûd! Beni taleb
eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!" buyrulduğu gibi, çok
hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbiliyeti
peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine
bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i
seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde
dikkatli davranmalıdır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir
mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun."
Yine buyurdu ki: "Resûlullah efendimizin, benim ümmetim buyurduğu
ümmet, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud'un ateşinden kurtulduğu gibi
Cehennem ateşinden kurtulurlar. Çünkü Resûlullah efendimiz; "Benim
ümmetim, dalâlet (sapıklık) üzerinde birleşmez." buyurdu.
Buradaki ümmetten maksad, hakîkî ümmettir. Yâni Resûlullah'a tâbi olan
ümmettir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Benim
ümmetim üç kısımdır. Birincisi dâvet ümmeti (müslüman olmayanlar),
ikincisi icâbet ümmeti (müslüman olanlar), üçüncüsü
de müteâbât (tam uyanlar) ümmetidir."
Buyurdu ki: "Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli
az da olsa, nefsinin isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için
şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, hâlini
değiştirmesi, yâni nefsine muhâlefet etmesi lâzımdır."
Buyurdu ki: "Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş
yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi olmaktır.
İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir.
Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz,
bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekme ile, dilersek bir
başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe benzer.
Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim
yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları
vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları
gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fayda hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize
girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu vardır. Kısaca bu yola, Ehl-i
sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine
muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka her şeyden
alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin
kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu
kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara
muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim
vazîfemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez."
Behâeddîn Buhârî hazretlerine siz nasıl bir yolda bulunuyorsunuz? diye
suâl sorulunca, buyurdu ki:
"Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu
yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir.
Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakıp Allahü teâlâya
dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu
netîceye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhâlefet
etmektir. Müşâhede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir
tecellîdir. Celâlî veya cemâlî olmak üzere ikiye ayrılmışdır. Muhâsebe:
Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip
bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile
geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya hamd
etsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zâyi
etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir.
Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde
ederler. Ârif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta
vâsıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada
erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar
yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nîmetinin, lütuf ve
himmetinin şükrünü yerine getiremez."
Behâeddîn Buhârî, Allahü teâlânın kullarına şefkat ve acımalarının
çokluğundan, on iki gün başını secdeye koyup, Allahü teâlâdan,
tasavvufta kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşturucu olan
bir yol istedi. Duâsı kabûl edildi. Bu yol; yeme, içme, giyimde,
oturmada ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli
düşüncelerden korumaktır. Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
Kendisinden kerâmet isteyenlere buyurdu ki: "Bizim kerâmetimiz
açıktır. Bu kadar çok günâh ile yeryüzünde yürümemizden büyük kerâmet
olur mu?" Bir defâsında ise; "Biz Allahü teâlânın fadlına,
ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi."
buyurdular.
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yolunun esaslarından olan; "Biz sonda
ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik." buyurması, Resûlullah
efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve
feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.
Buyurdu ki:
"Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalp ile de, Allahü teâlâya
teveccühtür. Kalp ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ
etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta
derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır.
Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir. Hocasının
huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve
ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı
kirâm zamânında buna "ihsân" denilmişti. Bu yolda ilerleme esnâsında;
nefsin arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ
makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele
geçer."
Buyurdu ki: "Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü
teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir."
Yine buyurdu ki: "İslâm dîninin hükümlerini yapmak, yâni emirleri yapıp
yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların
fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret
mikdârınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyâlık
derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla
ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak
kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakk'ın feyzi her
ân gelmektedir."
Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; "Zâhirde
halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur." buyurdu ve şu beyti
okudu:
"İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,
Az bulunur cihânda böyle yürüyüş."
BU KİMDİR?
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri şöyle anlatır: "Bir kış günüydü. Beni bir
cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip, kırlarda, sahrâ ve dağlarda, yalın
ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarılıp,
parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile sohbet etmek
arzusu uyandı. Bu arzu ile huzûruna gittim. Talebeler etrâfında
toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına
katıldım. Emîr Külâl; "Bu kimdir?" dedi. "Behâeddîn'dir." dediler.
Talebelerine beni meclisten dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni
dışarı çıkardılar. O zaman nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak
istedi. Az kalsın nefsim, irâdeme gâlip geliyordu. Fakat Allahü
teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve îtirazdan menederek; "Ey
nefs!Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni, Allahü teâlâ
elbette bundan dolayı mükâfatlandırır." dedim. Sonra başımı Emîr Külâl
hazretlerinin kapısının eşiğine koydum. Sabaha kadar öyle kaldım.
Üzerime kar yağdığı hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl,
ayağını kapının eşiğine atınca, karlar arasında kalan başıma bastı.
Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde verdi. İçeri alıp teselli
ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma
ilâç sürdü. "Oğlum! Bu saâdet libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır."
buyurdu. Rûhânî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Şimdi, her sabah
evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim; fakat
şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu."
ÖYLE ZÂTLAR VARDIR Kİ!
Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsında Şeyh Seyfeddîn adlı bir
zâtın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle
sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz,
velîlerin hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada,
evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasan-ı Bulgârî
arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki: "Eskiden
velîlerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar
gibi tasarruf ehli var mıdır? "Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî
hazretleri buyurdu ki: "Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki, şu ırmağa
yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin mübârek ağzından çıkar çıkmaz, önlerindeki ırmak ters
akmaya başladı. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri; "Ey su! Ben
sana yukarı ak demedim." buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya
başladı. Bu kerâmetini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir
teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.
MUHABBET DAĞI
Talebesinden Emîr Hüseyin anlatır: "Hâce hazretleri bir gece; "Yarın
filân dostumu ziyârete gideceğim, inşâallah on beş güne kadar gelirim."
dedi. Sabahleyin talebesi ile yola koyulup gittiler. O gün Hâce
hazretlerinin ayrılığına dayanamayıp, onu görmek isteği beni kapladı.
Hânekâhda benimle bir kişi daha kalmış idi. Akşam olunca ona; "Korkarım
Hâce hazretleri kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve şefkat
edip, bana acıyıp döner." dedim. Ertesi sabah gördüm ki, hazret-i Hâce
dönüp geldi ve bana heybetle bakıp; "Ben sana demedim mi ki, on beş gün
sonra geleceğim. Sen ise önüme muhabbet dağını sed çektin. Ben o dağı
nasıl aşıp gideyim?" buyurdu. Sonra mübârek yüzünü yanımızdaki
talebesine çevirip, buyurdu ki: "Emîr Hüseyin sana; "Korkarım Hâce
hazretleri yoldan döner gelir." demedi mi?" O da; "Evet." dedi. Hâce
hazretleri; "İşte o muhabbet ve arzulardır ki, önümüze sed çekti."
buyurdular. Bunun üzerine Hâce hazretlerinin celâlini müşâhede
ettiğimde, kalbimde büyük bir ürperme zâhir olup, ayaklarına düşüp af
diledim. Onlar da bu âciz hizmetçilerine, merhamet edip affetti ve;
"Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle düşün. Çünkü ben,
senden ayrı değilim. Bundan sonra, sakın beni senden ayrı sanma!"
buyurdular.
Beyt:
"Nerede olursan seninleyim ben,
Kendini sakın, yalnız sanma sen."
ONLAR KİMSEYE KILIÇ VURMAZ
Behâeddîn Buhârî hazretleri, kendisine karşı edebsizlik yapan birine
kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir
derde düşüp, helâk olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti.
Behâeddîn Buhârî hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken,
içeri girip hâlini sordu. "Allahü teâlâ şifâ vericidir, korkma
iyileşirsin." dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp; "Efendim, size karşı
edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz." dedi. Bunun
üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Kalbimiz o zaman
incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin,
yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama
mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan belâsını
arayanlar gelip kendilerini o kılıca vururlar.
EDEB
Behâeddîn Buhârî hazretleri bir sohbetlerinde buyurdu ki: "Bizim
yolumuzdaki kimselerin şu edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü
teâlâya karşı edeptir. Yâni zâhiri ve bâtını ile tamâmen kulluk içinde
olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından
sakınması ve Allahü teâlâdan başka her şeyi, mâsivâyı terketmesidir.
İkincisi; Resûlullah efendimize karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde O'na
uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin
Peygamberimize uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını
hiçbir zaman unutmamalıdır."
NEYLEYELİM Kİ NASÎBİN YOKMUŞ
Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defâsında Buhârâ'da Gülâbâd
mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile sohbet ediyordu.
Talebelerinden Molla Necmeddîn'e dönüp; "Sana ne söylersem, sözümü
tutup söylediğimi yapar mısın?" dedi. Molla Necmeddîn, "Elbette yaparım
efendim." dedi. "Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın? Meselâ
hırsızlık yap desem yapar mısın?" dedi. Bunun üzerine MollaNecmeddîn;
"Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam." dedi. "Mâdem ki bu
hususdaki isteğimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!" buyurdu.
Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve
bayıldı. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî hazretlerine yalvarıp, onun
affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine
gelip kalktı. Bundan sonra hep berâber o evden dışarı çıktılar,
Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doğru gittiler.
Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev duvarı gösterip
talebelerine dedi ki:
"Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu
alıp getirin." Talebeleri bu emre uyup, duvarı yardılar. Kumaş dolu
çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra bir köşeye çekilip bir
müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. Behâeddîn Buhârî
hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn'e; "Bir arkadaşınla gidip evin
etrâfına bakın ne vardır?" dedi. Gidip baktılar ki, eve hırsızlar
gelmiş, başka bir duvarı yarıp evde ne varsa almışlar. Gidip bu durumu
Behâeddîn Buhârî hazretlerine haber verdiler. Talebeler bu hâle
şaştılar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir oldukları
eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı
sâhibine gönderdi. Talebelerine; "Gece buradan geçerken, bu malınızı
alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı hırsızlardan
kurtardık." demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim
ederek durumu anlattılar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla
Necmeddîn'e dönüp;
"Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar
açılacak ve çok şey kazanacaktın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş." dedi.
Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişmân olup, yanıp yakındı.
BEHÂEDDÎN'E UY!
Âlimlerden biri, Behâeddîn Buhârî'nin talebelerinden bir grupla Irak'a
gitti. O anlatır: "Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid
Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulunduğunu ve hocamızı çok
sevenlerden olduğunu duyduk. Topluca onun ziyâretine gidip, hocamıza
bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki:
"Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Yanında
heybetli bir zât vardı. Ben, Resûlullah'a tevâzu ve edeb ile yaklaşıp;
"Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamânınızda ve huzûrunuzda
bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saâdeti kaçırdım, şimdi ne yapayım?"
diye arz ettim. Bana; "Bereketime ve beni görmek fazîletine kavuşmak
istersen, Behâeddîn'e uy!" buyurdu. Sonra yanında duran mübârek zâtı
işâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî'yi görmemiş idim. Uyanınca,
ismini ve şeklini, şemâilini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman
sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir
zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simâyı
hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi
toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu.
Kalktık, o önde ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç
dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bizim
evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu. Doğruca bizim eve gitti.
Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini
uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve;
"Bu kitâbın üzerine ne yazdın?" buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene
önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüyâ orada yazılı idi. Bu
kerâmetlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime
gelince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliğe kabûl buyurdu ve
kapısında hizmet edenlerin saâdeti ile şereflendirdi."
|
|
|