EBÜ'L-HASAN-I HARKÂNÎ
Allahü
teâlâya ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve
velî. Künyesi Ebü'l-Hasan, ismi Ali bin Câfer'dir. Bistâm'ın bir
kasabası olan Harkân'da dünyâya geldi. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî, uzun
boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i
Ömer'e benzerdi. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu
gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye
denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi
Bâyezîd-i Bistâmî'nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş,
yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân'da
vefât etti. Kabri Harkân'dadır.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki
sene Harkân'dan Bistâm'a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu
ziyârete giderken, yolda Kur'ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde
ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; "Yâ Rabbî! Bâyezîd'e
ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü'l-Hasan
kuluna da ihsân eyle!" diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman
Bâyezîd'in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü
teâlânın lütfu ile Bâyezîd'in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı.
Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe
yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçokdur.
Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle
doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları
artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm
yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz.
Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân'a
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı,
azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü'l-Hasan
hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi.
İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin,
bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü."Bu ne hâldir?" diye
sorunca, "Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan
da bizim yükümüzü taşıyor." buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, her sene
bir defâ, Dıhistan'da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi
ziyârete giderdi. Harkân'dan geçerken durur ve havayı koklardı.
Talebeleri kendisine; "Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki
hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz." diye
sorduklarında, buyurdu ki; "Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle
birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebû Hasan'dır. O,
zamânın kutbu olacaktır."
Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge
sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk,
çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ
ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtulamadılar. Halkın telâşını
ve üzüntüsünü gören Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; "Ne oldu, bu
halkın feryâdı nedir böyle?" diye sordu. Çekirge istilâsı bütün
ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler.
Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti.
Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine
kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da
eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya
hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir
kaçını, Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna
göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna
karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd
Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız
kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini
Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd'ın
yanında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm
verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı.
Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye; "Sultan için neden ayağa
kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan Mahmûd'a; "Mâdem ki
seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap
vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu
görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden
olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû
Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere
gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i
görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O,
Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini,
üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören,
küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi.
Ebü'l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın
sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed
olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak
gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak,
Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun
gibi kemâle gelirlerdi." buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi.
Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; "Bana nasîhat
ediniz." deyince Ebü'l-Hasan-ı Harkânî; "Şu dört şeye dikkat et:
Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın
yarattıklarına şefkat göster." dedi. Sultan Mahmûd; "Bana duâ buyurun."
deyince, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî; "Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun."
dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin önüne bir
kese altın koydu. Buna karşılık Ebü'l-Hasan, sultânın önüne arpa
unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma
aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan hazretleri;
"Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de
boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları
önümden alınız." dedi. Sultan, Ebü'l-Hasan'ın paraları almasını çok
istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü'l-Hasan
hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü'l-Hasan ayağa
kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; "Geldiğim zaman hiç iltifat
etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm
nedir?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; "Buraya
pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik
hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya
başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat
şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum." dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere
Harkân'dan ayrıldı. Sevmenât'a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü.
Birden atından inip, bir köşede Ebü'l-Hasan hazretlerinin hırkasını
eline alıp; "Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu
kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her
şeyi dervişlere vereceğim." diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir
toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey
görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini
öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd,
rüyâsında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî, Sultan Mahmûd'a; "Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü
suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin
hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin." buyurdu.
Bir gün, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî
hazretlerinin bir talebesi çok hastalandı. Buna hiç bir tabîb çâre
bulamadı. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda
durumu Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye bildirdiler. Bunun üzerine
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri terliklerini vererek; "Bunları ağrıyan
yere sürün." buyurdu. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin dediği gibi
yaptıklarında, Allahü teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir
rahatsızlığı kalmadı.
Talebelerinden biri, Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî hazretlerinden; "Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için
bana izin ver." diye ricâda bulundu. Ebü'l-Hasan hazretleri izin
verince, o talebe Lübnan Dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş
hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat
cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak; "Niçin cenâzenin
namazını kılmıyorsunuz?" diye sordu. Oradakiler; "Kutb-i âlemin gelmesi
lâzımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar."
diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye
başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî'nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve
kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze
defnedilmişti. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara;
"Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?" diye sorunca; "Önümüzdeki namaz
vakti." diye cevap verdiler. Talebe onlara; "Ben onun talebesiyim. Ona
karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu
arzedin de, beni berâberinde Harkân'a geri götürsün." diye yalvardı.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya
geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı.
Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân'a hocasının yanına
gidince, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri ona; "Gördüklerini kimseye
anlatma. Çünkü, Allahü teâlâdan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve
bir tâne ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim.
Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî'dir." buyurdu.
Bir gün Ebû Saîd, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî
hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti.
Hizmetçi kadın, arpadan yapılmış birkaç adet ekmeği, bir sepet içinde
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin yanına getirdi. Ebü'l-Hasan hazretleri o
kadına; "Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar
ekmek çıkar." diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir
halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat
ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin
içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan
hazretleri; "Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından
ekmek çıkarıp duracaklardı." buyurdu."
Bir gece Ebü'l-Hasan-ı Harkânî; "Bu gece
falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı." buyurdu.
Durumu araştırdıklarında, Ebü'l-Hasan hazretlerinin dediği gibi olduğu
anlaşıldı. Aynı gece, Ebü'l-Hasan hazretlerinin oğlunun kafasını kesip,
kapısının eşiğine attılar. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin hiç haberi olmadı.
Kendisini inkâr eden hanımı; "O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe
uzaklıktaki cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını
kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?" deyince,
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî; "Evet, dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz
vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise,
perde çekmişlerdi." dedi.
İhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında;
Ebü'l-Hasan hazretleri buyurdular ki: "Allahü teâlâ için yaptığın her
şey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de riyâdır."
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, birgün
sohbetinde bulunanlara şöyle sordu: "Dünyâda en iyi şey nedir?" Orada
bulunanlar; "Siz, bizden daha iyi bilirsiniz. Siz bildirin." dediler.
Bunun üzerine Ebü'l-Hasan hazretleri, "En iyi şey, Allahü teâlâyı
unutmayan gönüldür." buyurdu.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri
buyurdular ki: "Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır.
Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en
nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır."
"Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet
eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak
mühimdir."
"Kalblerin en nurlusu, içinde Allahü
teâlânın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi,
riyâdan uzak olan, yâni ihlâs üzere olanıdır."
"Siz Allahü teâlâdan konuşurken, başka
şeyden bahsedenle arkadaşlık etmeyiniz."
"Cennet'te Tûbâ ağacının altında, Allahü
teâlâdan bîhaber olarak bulunmaktansa, dünyâda bir diken ağacının
altında, dâimâ O'nu hatırlamayı daha çok arzu ederim."
"Resûlullah efendimizin vârisi; O'nun
işlerine uyan ve şerîatine tâbi olandır."
"Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık
ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da,
Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm."
"Dünyâ, peşinden koştuğun sürede senin
pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun."
"Allahü
teâlâ, nasıl senden vaktinden
evvel namaz kılmanı istemiyorsa, sen de O'ndan, vaktinden önce rızık
isteme."
"Ulemâ; "Biz Peygamberin vârisiyiz."
diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü
O'nda olan şeylerin bâzısı bizde de var. Resûlullah efendimiz fakirliği
seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel
bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sâhibiydi. Halkın
rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sâhibi değildi. Hayır ve şerri Allahü
teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu.
Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların
güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gururlanmazdı. İşte bunlar evliyânın
sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman
idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât
şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı
kirâm sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların
ruhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu."
"Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet,
sapıklık yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur.
Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim
hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete
erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir."
"Allahü teâlânın karşısında şu üç şeyi
muhâfaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel
(iş, ibâdet) yaparken temizliği."
"Yakınların yakını, bizim maksadımız
olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok
batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.
"Ne zaman Allahü teâlânın varlığına nazar
etsem, kendi yokluğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem,
Allahü teâlânın varlığını görürüm."
"Şu iki
kişinin çıkardıkları fitneyi,
şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî."
"Şâyet bir mümini ziyâret edersen, hâsıl
olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen
lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap, fakirlere
verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin
kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk
diye îtikâd edin."
"İlimden en fazla nasîb alan, onunla amel
edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır."
"Dilini, Allahü teâlâdan başkası hakkında
konuşmamak için mühürle! Kalbini, Allahü teâlâdan başkasını düşünmemek
için mühürle! İhlâssız bir iş yapmaman ve helâl olmayan bir şeyi
yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde
mühür vur!"
"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama
kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle
yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü teâlâ onun o
günkü ibâdetini kabûl etmez."
"Allahü teâlâ kuluna, îmândan sonra temiz
yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir."
"Çok ağlayınız, az gülünüz; çok
susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az
uyuyunuz."
"İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak
tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz Cennet'e gidebilir: Kalb, nefs ve dil."
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin Beşâretnâme
adlı eseri ve Türkçeye tercüme edilen Esrâr-üs-Sülûk kitapları
vardır.
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri
vefâtları yaklaştığında; "Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam
Bâyezîd hazretlerinin mezarından aşağıda bulunsun." diye vasiyet etti.
Bu vasiyetini yaptığı gece Harkan'da vefât etti. Toprağa verildiği
günün akşamı, çok kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük ve beyaz bir
taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, sâdece bir arslanın
ayak izleri vardı.
Kim kabrinin üzerine elini sürerek,
cenâb-ı Hak'tan maksadının hâsıl olmasını istese, Allahü teâlânın
izniyle duâsının kabûl edildiği ve hâlis kalple yapılan duâların da
kabûl olduğu çok görülmüştür.
Bir rivâyete göre Ebü'l-Hasan Harkânî,
Kars'ın fethine katılmış ve kale önlerinde şehit düşmüştür. Kars'ta,
Hasan Harkânî'nin kabrinin bulunmasıyla ilgili çeşitli rivâyetler
vardır. Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme'sinde bir rivâyeti şöyle
nakletmektedir:
Kars kalesi Osmanlılar tarafından Üçüncü
Murâd Han devrinde tekrar geri alınınca, kale tâmirâtı Lala Mustafa
Paşaya verilmişti. Tâmirâtın yapıldığı sırada askerlerden Hâfız Osman
isimli hal sâhibi biri rüyâsında Hasan-ı Harkânî'yi gördü. Ona; "Oğlum
Hâfız Osman! Uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım. Paşana
söyle, kabrimi ayan edip açığa çıkarsın, okunacak Fâtihalardan nasîbdâr
olayım." dedi. Ertesi gece Hâfız Osman aynı rüyâyı tekrar gördü. Fakat
cesâret edip Paşaya söyleyemedi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı gördü.
Ebü'l-Hasan Harkânî, mütebessim çehresiyle bu defâ şöyle dedi: "Yavrum
Hâfız Osman! Gördüğün rüyâlar sâdık rüyâlardır. Yalnız makâmımın nerede
olduğunu, evvelki rüyâlarında söylemediğim için, seni tereddütte
bıraktım. Bunun için de paşaya söylemeye cesâret edemedin. Şimdi
dikkatlice dinle târif ediyorum. Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars
Kale içi mahallesinde Kağızman Kapısı'na girdiğinde yirmi iki adım gün
batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur.
Üzerimdeki kül ve toprak yığınlarını temizledikten sonra, hâlis
topraktan üç arşın eşin. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars Kalesine
doğru on sekiz adım götürür oradan da üç arşın derinliğinde hâlis
topraktan kabrimi eşer oraya defnedersiniz. Baş ucuma bir de câmi inşâ
edersiniz." Hâfız Osman gördüğü bu sâdık rüyâyı ertesi gün Paşaya büyük
bir heyecanla anlattı. Paşa bu askerini kucakladıktan sonra; "Yâ
evlâdım! Sen de mi bu rüyâyı gördün? Evet oğlum, bir pîrî fânî, bana da
bu husûsu defâlarca rüyâda buyurdularsa da senin tafsilâtlı rüyân gibi
olmadığından büyük tereddüt ve endişe içindeydim. Bihamdillah bu
telaşlı endişeden beni kurtardın." dedi.
Ertesi gün Lala Mustafa Paşa bir tamim
yayınladı. Bütün halk ve askerî erkân, tekbir sesleriyle rüyâda târif
edilen yere geldi. Kazma işi tamamlanıp tabut çıkınca, Mustafa Paşa
ulemânın müsâdesiyle açtı. Tabuttan hoş bir koku yayıldı. Arkasındaki
yaş hırka bile henüz çürümemişti ve savaş sırasında yaralanan sağ
bacağı ile sol pazusuna bağlanan mendillerden, hâlâ kan damlamaktaydı.
Durum sultana bildirilince, Üçüncü Murâd hemen bir türbeyle yanına câmi
yaptırılmasını emretti.
Ebü'l-Hasan Harkânî'nin asıl türbesi
Harkân'dadır.
SÖZ DİNLEYEN KAZANIR
Bir kâfilede bulunan insanlar,
Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinin huzûruna gelip; "Yollar korkuludur.
Bize bir duâ öğretiniz." diye istirhâm edince; buyurdu ki: "O zaman,
Ebü'l-Hasan'ı hatırınıza getiriniz!" Bu söz, gelenlerin hoşlarına
gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını aldı.
Yalnız, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin
malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini
sorduklarında; "Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'yi hatırladım ve kurtuldum."
cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü'l-Hasan hazretlerine anlattılar. Ve;
"Biz Allah'tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi soydu. Fakat seni
hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti
nedir?" diye sordular. "O arkadaşınızı kurtaran, Allahü teâlâdır.
Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz
Allah'a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni
hatırlayıp imdât isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; "Yâ Rabbî! Şu
kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar." dedim. Rabbim benim duâmı
kabûl ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir."
buyurdu.
ANNEYE HİZMET
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri şöyle
anlatır: "İki kardeş vardı. Her gece sırayla annelerinin hizmetiyle
uğraşır, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya
ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdet, duyduğu hazdan dolayı çok memnun
oldu. Bu sebepten ertesi gün kardeşine; "Bu gece de anneme sen hizmet
et, ben ibâdet edeyim." dedi. Kardeşi kabûl etti. İbâdet ederken
secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir ses ona;
"Kardeşini affettik, seni de onun hâtırı için bağışladık." deyince,
genç; "Ben, Allahü teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet
ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz." dedi.
Ses ona; "Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok.
Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı."
dedi."
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.337
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49.
Baskı); s.375, 948, 1031, 1067, 1070
3) Keşf-ül-Mahcûb; s.268
4) Hadâik-ül-Verdiyye; s.105
5) Behcet-üs-Seniyye; s.16
6) Reşahât; s.14
7) Müjdeci Mektuplar; s.225
8) Eshâb-ı Kirâm; s.150
9) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323
10) Sefînet-ül-Evliyâ; s.74
11) Mecâlis-ül-Uşşâk; No: 6
12) Heft İklim; No: 837
13) Riyâd-ül-Ârifîn; s.47
14) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.522
15) Makâmât-ı Ebû Saîd Ebü'l-Hayr; s.53
16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5,
s.39