FEYZULLAH EFENDİ
Anadolu
velîlerinin meşhurlarından. İsmi, Muhammed bin Ali'dir. Feyzullah
lakabı ile meşhurdur. Şimdi Bulgaristan sınırları içinde bulunan
Silistre'nin Sazlı köyünde 1805 (H.1220) senesinde doğdu. 1876
(H.1293)'de İstanbul'da vefât etti. Fâtih Câmiinde kalabalık bir cemâat
tarafından cenâze namazı kılınıp, Halıcılar semtindeki dergâhına
defnedildi.
Çocukluğunu ve tahsil hayâtını kendisi
şöyle anlatmıştır:
"Çocukluk zamânında yaşım îcâbı olarak;
oyun, eğlence gülüp oynamak ve neşelenmek gibi şeylere aslâ rağbet
etmezdim. Mektebe başlamadan önce; (Rabbi yessir: Rabbim kolaylaştır)
ile (Rabbi zidnî ilmen ve fehmen: Yâ Rabbî ilmimi ve anlayışımı artır)
mübârek sözlerini çok söylerdim. Yine bir vâizden namazı özürsüz terk
etmenin çok büyük günâh olduğunu işittikten sonra onun tesiri ile
namazlarımı ve oruçlarımı hiç terk etmedim. Ayrıca nâfile namazlar
yanında gece teheccüd namazı da kılardım.
Beş yaşına vardığımda bir gece şu rüyâyı
gördüm: "Nûrânî yüzlü yedi zât, büyük bir sahrada büyük bir gürzü alıp
ileriye doğru atıyor ve düştüğü yerden kaldırıp, sonra geriye doğru
atıyordu. Atma sırası bana gelip, orada idâreci mevkiinde olan zât,
gürzü alıp atmamı emredince, yaşımın küçüklüğünden ve gürzün
ağırlığından bahsederek, buna gücümün yetmeyeceğini söyledim. Bana
Besmele-i şerîfeyi okuyup, kaldırıp atmam emredilince, besmele ile alıp
attım. Sanki gürz, bir ok gibi havada uçarak hayli uzağa düştü.
Peşinden gidip yine Besmele ile yerden alıp beri tarafa attığımda,
oradaki zâtların başı üzerinden uzak bir mesâfeye düştü.Hazır
bulunanlar, atışımı beğenip, arkamı sığadılar, müsâfeha edip,
sarıldılar. Başkanları olan zât ise; "Bundan sonra bizim yol
arkadaşımız, dostumuz oldunuz. Fakat gündüzleri oruç tutunuz, geceleri
ibâdet ediniz." buyurdular. Buna benzer daha nice mânevî yüksek hallere
kavuştum. Zaman zaman Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi
görmekle şereflenirdim ve bana; "Sen benim en gayretli, izzetli en
yakınlarımdansın." buyururdu.
Yedi yaşımda ve 1812 (H.1227) târihinde
mektebe başladım. Bir sene zarfında Kur'ân-ı kerîmi hatmettim ve ikişer
defâ tecvid ve ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okuyup yazdım. On sekiz
yaşıma kadar sarf, nahiv, Farsça ve fıkh-ı şerîften çok kitap okudum.
Bundan sonra her hâlim Allah korkusu, düşüncem dâimâ namaz, oruç,
ibâdet ve tâat, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin
sünnet-i seniyyesine uymaktı. İçimizde Allahü teâlânın sevgisi ve
hakîkat yolunun sevdâsı parıldamakta olup, her zaman âlimlerin tasavvuf
ehli zâtların meclislerine ve sohbetlerine devâmla vakitlerimi
geçirirdim.
Doğum yerim, Silistre eyâletine bağlı
Hezârgrad kasabasına üç saat mesâfede bulunan Sazlı köyüdür. 1809
(H.1224) târihinde o havâliyi Rusya'nın istilâsı, halkını esirlik
pençesine düşürmüş. Babam, Kulzâde diye bilinen tanınmış bir âileden
Ali bin Hasan'dır. Babam bütün âile efrâdı ve akrabâsıyla Vidin'e
hicret edip, orada üç sene kaldı. Ruslarla sulh yapılmasından sonra
Vidin vâlisi Molla İdris Paşa isyân etti. Vidin'den ayrılmayıp yerine
tâyin edilen Ali Paşayı şehre sokmadı. Şehrin kale kapılarını kapattı.
Bunun üzerine Ali Paşa ile aralarında çarpışma çıktı. Şehir topa
tutuldu. Bu yüzden uzun müddet yer altında sığınakta yaşadık. Sonunda
İdris Paşa devlet kuvveti karşısında dayanamayıp bir gece firar etti.
Şehrin kapıları açılıp yeni vâli şehre geldi. Üç ay sonra şehirde büyük
bir veba salgını oldu. Sonra Silistre'ye döndük. İki buçuk sene kadar
kaldıktan sonra, 1816 (H.1232) senesinde tekrar Vidin'e göçüp
yerleştik. Babam ve iki birâderimle kale neferliğine kaydolduk. Gündüz
mektebe gidiyordum. O sırada Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun
kurulması sebebiyle askerî eğitimlere katıldım."
Feyzullah Efendi, çeşitli vazîfeler
yaptı. Bütün bu vazîfeleri sırasında kendisine rehberlik edecek bir
mürşid, yol gösterici de aradı. Bu hususta şunları anlatmıştır:
"Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
halîfelerinden Müftî el-Hâc Hüseyin Vâiz Efendinin huzûruna gidip
talebeliğe kabûl edilmemi arzettim. Ancak sekiz ay geçmesine rağmen
talebeliğe kabûl etmedi. Benim ise bu arzum günden güne artıyordu ve
aslâ incinmiyordum. Devamlı huzûruna gider sohbetlerini dinlerdim.
Nihâyet benim için saâdet günü olan bir gün bana bu iş için istihâre
yapmamı emretti. Ben de istihâre yaptım. İki gece hiçbir şey görmedim.
Çok üzgün ve mahzûn bir halde üçüncü gece de istihâreye yattım. Üçüncü
gece rüyâmda Hüseyin Vâiz hazretlerini ziyârete gitmek için atıma
bindim. Yolda şiddetli bir yağmura tutulup iyice ıslandım. Bu hal üzere
huzûruna vardım. Bir cemâatle yemek yiyorlardı. Beni de sofraya
çağırdılar. Hüseyin Vâiz hazretleri eliyle bana ekmek ve yemek verip
yememi emretti. Yemek yenip kalkınca, benim doymadığımın farkına varıp
yeniden yemek getirtti. Onları da yiyip bitirdim. Yine doymadım. Üçüncü
defâ yemek getirildi. Bu nefis yemekleri de bitirdim. İştahım
kesilmiyordu. Bu sefer kendim yemek istedim. Bunun üzerine; "Kalk artık
bizde sizi doyuracak yemek kalmadı. Abdest al da namaza gidelim."
buyurdu. Abdest aldım berâberce mescide gittik. Namaz vaktinin
girmesini beklemek üzere mescidin önünde durduk. Bu sırada başımı
kaldırıp semâya baktım. Semâda, Allahü teâlânın ism-i şerîfini gâyet
parlak ve büyük bir şekilde yazılmış gördüm. Kendimden geçip Allah,
Allah, diye zikretmeye başladım ve bu hal üzere uykudan uyandım.
Sabahleyin hemen Hüseyin Vâiz
hazretlerinin huzûruna koştum. Gördüğüm rüyâyı anlattım. Bunun üzerine
abdestli olarak karşısına oturtup beni bîat ettirdi. Tasavvufta
yetiştirmek üzere talebeliğe kabûl etti. Bana günde on beş bin defa
söylemem için verdiği zikir vazîfesini yapmaya başladım. Bir müddet
tesirini göremedim. Beni tekrar huzûruna alıp ikinci defâ benimle
ilgilendi. Kalbimin açılması için teveccüh etti. Fakat yine bir tesiri
görülmedi. Bunun üzerine benim yüzüme bakarak bir (âh) çekti. Bu sırada
nefesi yüzüme dokunup ağzıma ve burnuma doldu. Ben de nefesini içime
çekip, kalbim açılmadıkça bu nefesi salmayacağım diye düşünerek
nefesimi tuttum. Ölsem bile salmıyacağım diye niyet ettim ve salmadım.
Bu halde iken birdenbire kalbim mânen açılıp genişleyiverdi. Bambaşka
bir hâle girdim. Tasavvufta tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyye hallerine
kavuşup, tattım.
Feyzullah Efendi, Hüseyin Vâiz
hazretleriyle tanışıp ondan feyz aldıktan sonra vazîfeli olarak bir
müddet çeşitli memleketlere gitti. Vazîfesi icâbı hanımı ve
çocuklarıyla birlikte deniz yoluyla İskenderiyye'ye giderken hanımı
hastalandı.
Yolculukları sırasında şiddetli bir
rüzgâr esiyor ve yağmur yağıyordu. Bu hava şartlarında çok tehlikeli ve
sıkıntılı bir hâle düştüler. Şöyle anlatır: "Şimşekler, yağmur ve
şiddetli rüzgârdan ateş ve kandil yakmak imkânsız idi. Kaptan ve
tayfalar hayatlarından ümit kesmişlerdi. O gün o ürpertici ve dehşetli
havada, hasta hanımımın başında ümitsiz duruyor ve üzgün üzgün etrâfıma
bakınıyordum. Bu sırada Peygamber efendimizin rûhâniyeti göründü; "Bu
kızım Fâtımâ'yı size emânet ettim, güzelce hizmetinde bulunun."
buyurdu. Hanımım iyileşmeye başlayıp kısa zamanda tam sıhhatine
kavuştu."
Feyzullah Efendi, daha önce görüşüp feyz
aldığı hocası Hüseyin Vâiz hazretleri vefât edince, başka bir rehber
arıyordu. Şöyle anlatır: "Mürşidimin vefâtıyla muhtaç olduğum bir
rehber buluncaya kadar dünyânın her tarafını dolaşmak en büyük arzumdu.
Bu şekilde başıboş kalışım beni kahrediyordu ve yerimde duramıyordum.
Ancak (işler vakitlerine bırakılır, zaman gelince olur) buyrulduğu gibi
bir müddet sabırla bekledim. Bu hal üzere bir ay geçti. (Daha sonra
verilen bir vazîfede dokuz ay daha çalıştım.) Hakîkî maksadıma
kavuşuncaya kadar gezip dolaşacaktım. İskenderiye'den Anadolu'ya giden
bir gemiye binip yola çıktım. Yolda bir İngiliz korsan gemisi bizi esir
aldı. Birkaç gün sonra da serbest bıraktı. Bundan sonra denizde fırtına
çıktı. Alaiye iskelesine güçlükle geldik ve on beş gün kaldık. Bu
sırada o memleketin insanlarından bâzılarıyla görüşüp konuştuk. Bu
konuşmalarımız sırasında Konya'da büyük bir âlim ve meşhûr bir velî
olan Muhammed Kudsî Efendiden bahsettiler. Onun büyüklüğünü ve
üstünlüğünü anlattılar. O zâta karşı kalbimde bir muhabbet ve meyl
hâsıl oldu. Derhal âilemin bulunduğu yere gidip onlara; "Ben aradığımı
buldum! Hazırlanın yarın Konya'ya gideceğiz." dedim. Onlar
hazırlıklarını yaptılar ve ertesi gün yola çıktık. Meğer Muhammed Kudsî
hazretleri Konya'da değil, Bozkır'ın Hoca köyünde imiş. Yola
çıkışımızın dördüncü yâni Cumâ günü o köye ulaştık. Köye yaklaşınca,
köyün yakınında akan bir çaydan geçerken ayakkabımın teki suya düştü.
Bulmak mümkün olmadı. Atımdan indim, üzerimde kıymetli elbise, bir
ayağımda ayakkabı ve bir ayağımda da mest olduğu halde yürüyordum.
Arkamdan da hanımım, çocuklarım ve hizmetçilerim geliyordu.
Eşyâlarımızla yüklü bir halde pazar yerinden geçerken bize bakıp
birbirlerine; "Acaba nereye gidiyorlar?" diyorlardı. Hava soğuk ve kar
yağmıştı. Önce bir evde misâfir olduk. Sonra hemen bir ev kirâlayıp
yerleştik.
Hemen o gün Muhammed Kudsî hazretlerinin
huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce, ben de tam bir aşk ve muhabbet
hâsıl oldu. İçimden bu büyük zât beni talebeliğe kabûl etse diye
geçerken, bana; "Soyun da gel!" buyurdu. Dünyâlık nâmına neyim varsa
her şeyimi bırakmamı işâret ettiğini farkettim. Hemen kirâladığım eve
gidip bütün âile efrâdımı yanıma çağırdım. Bütün altın kıymetli
mücevherât ve silah sandıklarını açıp bunları taksim edip dağıttım.
Sonra da hizmetçilerimin tamâmını serbest bıraktım. Onlara; "Ey
evladlarım! Küçüklüğümden beri cân u gönülden aradığım mürşid-i kâmili
ve mürebbi-i mükemmili Allahü teâlâya hamdolsun ki bugün buldum.
Yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslim ve tâbi oldum. "Bana soyun da
gel!" buyurdu. Artık benim dünyâ ile işim kalmadı. Siz beni öldü kabûl
ediniz! İşte sizi Allah için serbest ve hür bırakıyorum. Serbestsiniz."
dedim. Sonra oğullarım Tâhir ve Sâdık'a ve hanımıma dönerek; "İşte
yaptığımız muâmeleyi gördünüz ve anladınız. İsterseniz sizi buradan
Vidin'e göndereyim. Orada oturunuz. Nasîbimizde var ise bir gün yine
kavuşuruz. Eğer burada kalmayı isterseniz sabır ve tahammül göstermeniz
îcâb eder. Hocam ne zaman izin verirse o zaman gelip sizinle
görüşürüm." dedim. Hanımım ve oğullarım tam bir teslîmiyetle; "Saçının
bir teline bin can ve baş fedâ olsun." diyerek orada kalmayı istediler.
Feyzullah Efendi onların bu samîmi teslîmiyeti üzerine onları
kirâladığı evde bırakıp Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna gitti.
Hocası onu hemen halvete soktu. Kırk gün bir yerde yalnız ibâdet ve
tâatla meşgûl oldu. Daha bu vazîfeye başladığı sıralarda idi. Bir gün
bir âh çektiğinde yanında bulunan arkadaşlarının süratle yanından
kaçıştıklarını görüp niçin kaçtıklarını sordu. Onlar: "Sen âh çektiğin
zaman ağzından ateş çıkıyordu. Biz bu ateşten korkup kaçtık." dediler.
Kendisi şöyle anlatır: "Bir sabah vakti
Muhammed Kudsî hazretlerinin sohbet meclisinde en ön saftan bir adım
ileri oturmuştum. İçeri teşrif ettiklerinde safların düzeltilmesi ile
vazîfeli olan Celâl Efendi ile birlikte yanıma gelip kalabalık bir
cemâat önünde kolumdan tutarak beni en arka safa geçirdi. Bunun bir
hikmetinin ve nefsimin kusuru sebebiyle olduğunu düşünerek dışarı
atılmadığıma şükrettim."
Feyzullah Efendi, Muhammed Kudsî
hazretlerinin yanında yedi ay müddetle tasavvufta çok sıkı bir şekilde
çalıştı. Meşakkatli riyâzetler çekti. Yedi ay sonra ona tasavvufta
icâzet ve hilâfet verdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "H.1257 senesi
Rebî'ülevvel ayının başında bir Cumâ günü, Cumâ namazından sonra
Muhammed Kudsî hazretleri câmiden çıktığı sırada pazar halkı büyük bir
kalabalık hâlinde saf saf dizilmiş bekler bir halde idi. Hocam halka
selâm verdikten sonra ellerini açıp onlara duâ etti. Büyük kalabalık
da; "Âmîn!" dedi. Bu duâdan sonra beni medresenin bir odasına götürüp,
daha önceden benim için yazdığı icâzetnâmeyi çıkarıp açtı ve okudu.
Sonra bana verdi ve beni irşâd vazîfesi yapmakla vazîfelendirdi. Hemen
o gün Malatya'ya gitmemi emretti. Hazırlanıp vedâlaşarak yola çıktım.
Kırk beş günde Malatya'ya ulaştım. Burada insanları terbiye etmek ve
talebe yetiştirmekle meşgul oldum.
1842 (H.1258) senesinde hacca gitmek
üzere yola çıktım. Şam'a kadar atla, Maan'a kadar merkeble, Maan'dan on
sekiz saat yürüyerek yol aldıktan sonra bir nargileci katırı kiraladım.
Kendimden geçmiş bir halde aşk ve şevk içinde Medîne-i münevvereye
ulaştım. Üç gün Medîne'de kalıp Resûlullah efendimizin türbesini
ziyâret ettim. Sonra bir deve kiralayıp Mekke-i mükerremeye gittim.
Arafat'taki Cebel-i Rahmeye yürüyerek çıkıp indim. Hac farîzasını
yerine getirdikten sonraCidde'den bir gemiye binerek kısa yoldan
dönerkenAkabe-i Resi Muhammed denilen körfez önünden Berr-ül-Acem
denilen tarafa yöneldiğimiz sırada şiddetli bir rüzgâr çıktı. Gemimizin
direği kırıldı. Dalgaların şiddetle çarpmasıyla gemi su ile doldu.
Herkes geminin batmak üzere olduğunu görerek feryâda başladı. Ben
Allahü teâlâya tevekkül ederek sessiz bir halde duruyordum. Bu sırada
gemideki hacılar benim sâkin hâlime bakıp yanıma toplandılar. "Bu
dehşet verici halden kurtulmamız için bildiğiniz duâları okumanızı
istirham ediyoruz." dediler. Bunun üzerine Behâeddîn Nakşibend Buhârî
hazretlerini hatırlayarak; "Yâ Şâh-ı Nakşibend yetiş, yardım et, bizi
Allahü teâlânın izni ile kurtar!" diye nidâ ettim. Bu sırada Behâeddîn
Buhârî hazretleri Allahü teâlânın izni ile geminin gerisinde deniz
üzerinde gözüktü. Batmak üzere olan gemimizi tutup doğrultarak yoluna
koydu. Himmet ve yardımlarıyla gemimiz tehlikeyi atlattı. Bütün
yolcular sevinçle gemiden karaya indiler. Bu işin farkında olanlar
yanıma toplanıp bizim kurtuluşumuza vesîle oldunuz diye teşekkür
ettiler.
Kasîr'den Kana ve Saîd yoluyla Mısır'a
İskenderiyye'ye ve bir yelkenli gemiyle Beyrut'a vardığımızda yolcuları
karantinaya aldılar. Beni yol arkadaşlarımdan ayırıp; "Sende altın
vardır." diyerek insanlar arasında üzerimi aradılar. Bende altın
olmadığını gördüklerinde, karantina işlerine bakan kimse uygunsuz
sözler söyleyerek hakâret etti. Sonra da; "Alın bunu, hapisteki frenk
gavurunun odasına koyun." dedi. Beni bir frenkin hapsedilmiş olduğu
odaya götürüp, yanına koydular. Hapsedildiğim odada ben namaz
kılıyordum. Frenk ise kendi âleminde idi. Küfür ve hezeyân dolu sözler
söylerdi. Tam on beş gün orada hapsedildim. Müddet dolunca, çıkardılar.
Oradan Şam'a gittim. Şam'da Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin
kabr-i şerîfini ziyâret ettim. Ziyâretimi yapıp Beyrut'a döndüm.
Beyrut'tan bir gemi ile Trablus ve Lazkiye'ye, sonra Antakya'ya, oradan
da Kilis'e ve Anteb'e geçtim. Anteb'de ilk mürşidim Hüseyin Vâiz
hazretlerinin kabrini ziyâret ettim. Sonra Malatya'ya geldim. Altı ay
kadar Malatya'da kaldıktan sonra, Hicaz'dan aldığım bâzı hediyeler ile
hocam Muhammed Kudsî hazretlerini ziyâret için yola çıktım. Sivas'a
varınca atımın ayağı sakatlandı. Zile'ye kadar yaya yürüdüm. Oradan
başka bir hayvan bulup, Yozgat üzerinden yoluma devâm ettim.
Konya-Bozkır'a gelip hocamı ziyâret ettim. Tekrar Malatya'ya döndüm.
1845 (H.1262) senesinde üçüncü defâ
huzûruna gittim. Daha sonra izin alıp memleketim Vidin'e ziyârete
gittim. Üç ay Vidin'de kaldım. Kâbiliyetli kimselerden, âlimlerden,
sâlihlerden pekçok kimsenin tasavvufta yolumuza girmesine vesîle oldum.
Daha sonra Vidin'den ayrılıp İstanbul üzerinden Malatya'ya döndüm.
Malatya ahâlisi bize çok yakın alâka ve muhabbet gösterdi. Fakat
eyâletin merkezi olan Harput ahâlisi tasavvuf ehlini sevmiyor,
kendilerini irşâd için giden dervişleri kovuyorlardı. Oraya da hizmet
etmek için gittim. Harput'ta halka ön ayak olup tasavvuf ehline
düşmanlık ettiren müftî, benim Harput'a vardığım gün ölmüştü. Yine
halkı kışkırtanlardan ileri gelen biri de bir sebeple başka yere sürgün
edilmişti. Bir hafta kadar Harput'ta kaldım halk alâka gösterdi. Onlara
rehberlik etmesi için birini yerime vekil bıraktım. Bir müddet sonra
ikinci defâ Harput'a gittim. Bu gidişimde halk büyük alâka gösterip,
pekçok kimse tasavvufta bizim yolumuza girdi. Bunun üzerine orada
yerime bir halîfe bıraktım. Böylece yolumuz o havâlide her tarafa
yayıldı."
Feyzullah Efendi, 1847 (H.1264) senesinde
İstanbul'a gidip insanları irşâd, doğru yolu gösterme ile meşgûl oldu.
Hocası Muhammed Kudsî Efendi ona daha önceden; "İstanbul'un bir
köşesinde yerleşip, nice zaman tanınmazsın. Yalnızlık âleminde gizli
kalırsın!" buyurmuştu. İşâret edildiği gibi İstanbul'da sekiz sene
talebeleri ve çocuklarıyla kendi halleri üzere bir evde kaldılar.
Sessiz sedâsız insanları irşâd ile meşgûl oldu. Daha sonra ismi duyulup
tanındı. Sohbetleri çok kıymetli idi. Uzunca boylu, buğday benizli,
güler yüzlü, yumuşak sözlü, kalbi feyz saçan büyük bir velî ve
rehberdi. Etrâfına ilim ve feyz saçmaya başladı. Âlimler, tasavvuf ehli
zâtlar, devletin ileri gelenleri ve halk büyük kalabalıklar hâlinde
sohbetlerinde toplandı. Böylece pekçok kimse onun rehberliği ile
saâdete kavuştu. Talebeleri gâyet iyi yetişip âlim, sâlih ve fazîlet
sâhibi oldular.
Bir zamanlar Konya vâlisi olan Ali Kemâl
Paşa şöyle anlatır: "İstanbul'da bulunan bâzı fitne ve fesâd zümreleri,
Feyzullah Efendinin hizmetlerine, ilim ve evliyâlık yolunda çok talebe
yetiştirmesine tahammül edemediler. O zaman ben Midilli'de vâli idim.
Tevkif edilmek, zindana atılmak gibi şeyler onun için umurunda değildi
ve hizmetine devâm ediyordu. Cin tâifesinden altı bin kişiyi irşad edip
yetiştirdiğini biliyorum."
Kerâmetleri çoktur. Bunlardan biri,
Resûlullah efendimizin onun için; "Dostum Hacı Feyzullah Efendi."
buyurmasıdır. Şöyle ki: Sâlihlerden Mustafa Efendi isminde bir zâta
rüyâsında, Resûlullah efendimiz; "Sen İstanbul'da dostum Hacı Feyzullah
Efendiye git." buyurmuştur. O da gelerek Feyzullah Efendinin
sohbetlerine katılmış ve çok istifâde etmiştir.
1) Şems-üş-Şümûs; s.116
2) Menâkıb-ı Feyzullah Efendi,
Üniversite Kütüphânesi, İbn-i Emîn Kısmı, T.Y., No: 2760