HALÎFE KIZILAYAK
Son
devir Türkistan velîlerinden. İsmi Âbid Nazar olup oturduğu yerin
isminden dolayı "Halîfe-i Kızılayak" diye şöhret bulmuştur.
1877 (H.1294) yılında şu anda Rusya'nın
Türkmenistan Cumhûriyeti içinde bulunup o zaman Buhâra Emirliğine bağlı
olan Kerki şehrinin Kızılayak köyünde dünyâya geldi. İlk tahsîlini âlim
bir zât olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra, küçük
yaşına rağmen, tahsîlini devâm ettirmek için Buhâra'ya gitti. Burada
birçok âlimden çeşitli dallarda ders alarak, talebelikte en yüksek
dereceye ulaştı. Kendi anlattığına göre Buhâra'daki tahsîlini daha çok
zamânın büyük âlimlerinden Ebü'l-Fazl-ı Sîret'in yanında yapmıştır.
Buhâra'da tahsîlini tamamladıktan sonra kendisine Emir tarafından
Buhâra Kâdılığı teklif edildi. Ancak, kabul etmeyip memleketine döndü.
Bu teklif ısrarla devâm edince de bir müddet evini, hattâ memleketini
terk etmek mecburiyetinde kaldı.
Daha sonra tasavvufa yönelerek zamânın
meşhûr âriflerinden olup aynı zamanda amcası olan Halîfe Hüdaynazar'dan
feyz ve icâzet aldı. Hocası ona icâzet verdikten sonra, kendisine
gelenlere; "Artık Âbid'e gidin. Bende olanlar, bendi kaldırılmış bir
ırmak gibi oraya aktı, gitti." buyururdu. Fakat o yine de hocası vefât
edinceye kadar talebe kabûl etmedi. Tasavvufta silsilesi Hâce Muhammed
Saîd Mücedidî'ye ulaşır.
Bir müddet sonra hocası Hüdaynazar ile
hacca gitti. O zamânın şartlarında yolculuk çok uzun ve sıkıntılı
geçti. Hüdaynazar hazretleri zâten yaşlı olduğundan hastalandı ve
yürüyemez hâle geldi. Sedye ile yol alıyordu. Âbid Nazar hocasının her
hizmetine canla başla sarılıyordu. Hocası da devamlı duâ ve niyazda
bulunur ve; "Âbid'im inşâallah dolacak ve taşacaksın." derdi.
Nihâyet Mekke ve oradanMedîne'ye
vardıklarında Hüdaynazar hazretleri vefât etti. Hocasını
Cennetü'l-Bâkî'de defnettikten sonra yanındakiler ona talebe olmak
isteyerek kendilerini kabûl etmesi için ricâda bulundular. Fakat o, bir
türlü kendini buna lâyık görmüyordu. Çok ısrar edilince bir gece mühlet
istedi. Ertesi gün müsbet veya menfî kararını açıklayacaktı. Halîfe-i
Kızılayak o geceyi Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri yanında
murâkabe ile geçirdi. Ertesi gün çok neşeli bir şekilde talebe kabûl
edeceğini bildirdi ve Mescid-i Nebevî'nin mübârek mihrâbında oturarak
müsâfeha ile ilk talebesini kabûl etti. Hac sonrası memleketine döndü.
Halîfe-i Kızılayak, Bolşevik İhtilâli
sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve
cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da
cihâdı bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğinden Afganistan'a
hicret etmek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalabalıkla Afganistan'a
geçen Halîfe-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini
destekledi. Habîbullah Han zamânında RusyaAfgan sefîri bulunan Gulâm
Nebi Han, Rusların yardımıyla Pettekeser mevkîi üzerinden Belh şehrine
saldırdı. Burayı işgâl ederek ayrı bir devlet gibi davranmaya başladı.
Bunun üzerine Halîfe-i Kızılayak, Ruslara karşı çok iyi savaş
tecrübesine sâhib bulunan Türk mücâhidlerini bizzât kardeşi Âlim Han
ile Belh'e gönderdi. Büyük mücâdeleler netîcesinde Belh işgâlden
kurtuldu ve Âlim Han geçici bir süre için Belh'i idâre etti. Her şey
normale döndükten sonra Belh'i hükûmete teslîm ederek geri döndü.
Halîfe Kızılayak, Afganistan'a geçtikten
sonra ilk önce Andhoy kazâsının Altıbölek köyünde oturmuşsa da bâzı
hâdiseler sebebiyle Cüzcân vilâyetine yakın bir yere yerleşti. Buraya
eski köylerinin ismi olanKızılayak adı verildi. Bundan sonra
Kızılayak'ta bir câmi, medrese ve hânegâh inşâ edildi.Burası her
taraftan gelen talebelerle dolup taşmaya başladı. Hânegâh, cemiyetin
her tabakasından fakir, zengin, âlim, fâzıl, devlet adamı ve her türlü
insanın uğrak yeri hâline geldi. Bu hâli gören ve daha önce
Afganistan'da oturmakta olan bâzı âlimler ilk önce bu durumu
yadırgadılarsa da dergâha geldikten ve Halîfe-i Kızılayak'ı gördükten
sonra tam bir teslîmiyetle geri döndüler. Kâbil'de oturan ve İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin torunlarından olup âlim bir zât olan hazret-i
Şûrbâzâr da Kızılayak'a teşrif etmiş ve Halîfe-i Kızılayak'ın
sohbetlerinde bulunmuştur.
Halîfe Âbid Nazar, Afganistan'a geçtikten
sonra, sırasıyla Afganistan Emîri olan Emânullah Han, Nâdir Şâh ve
Zâhir Şâh ile gerek şahsen, gerek mektupla irtibâtlar kurmuş ve
hepsinden saygı görmüştür. İnşâ ettiği medrese ve hankâh için devlet
tarafından vakıf olmak üzere arâzi tahsis edilmiş ve pekçok maddî
yardımlar yapılmıştır.
Mânevî yönü pek kuvvetli olmayan
Emânullah Han, bir keresinde Belh'e gelerek bir toplantı düzenlemişti.
Bu toplantıya Halîfe-i Kızılayak'ı da dâvet etti. Fakat toplantı öncesi
oradaki devlet erkânına Halîfe-i Kızılayak içeri girdiğinde ayağa
kalkmamaları husûsunda sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halîfe-i
Kızılayak, yanında hazret-i Şurbâzâr olduğu halde Belh'e gelerek
toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören Emânullah hemen ayağa
kalkarak saygıyla karşıladı. Emânullah ayağa kalkınca diğer devlet
erkânı da ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldılar. Daha sonra bu durum
kendisinden sorulduğunda Emânullah şöyle cevap vermiştir: "Halîfe-i
Kızılayak'ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük birer arslan vardı.
Korkumdan ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim."
Türkistan'da Enver Paşanın ölümünden
sonra onun yardımcısı durumunda olan İbrâhim Lakay Afganistan'a geçerek
bütün askerleri ile birkaç gün Kızılayak'ta kaldı. İbrâhim Lakay,
Halîfe-i Kızılayak'la yalnız olarak yaptığı görüşmede kendisine bir
isteğini iletti. Elinde bulunan kuvvetiyle Kâbil hükûmetini basarak
iktidârı eline alacaktı. Bunun için sâdece izin ve duâ istiyordu.
Ancak Halîfe-i Kızılayak, bu isteği kabul
etmedi. "Bunun için müslüman kanı dökülmesine râzı olmayız. Ayrıca bize
iyilik edene kötülük etmeyiz." buyurdu. Bunun üzerine İbrâhim Lakay
Belh'e doğru yürüdü. Kunduz vilâyeti civârında biraz savaştıktan sonra
isteyen kumandanlarını Afganistan'da bırakarak kendisi Rusya'ya geçti.
Zâhir Şâh zamânında bir ara Halîfe-i
Kızılayak'ın gözleri görmez olmuş ve tedâvî için Kâbîl'e gitmişti. Yol
boyunca halk onu gruplar hâlinde karşılıyor ve bir kerecik bile olsa,
müsâfeha edebilmek için can atıyordu.
Kâbil'e vardıklarında, onu bizzat Zâhir
Şâh karşıladı. Zâhir Şâh Halîfe-i Kızılayak'ı gördüğü anda hemen ayağa
fırlayarak ellerine sarıldı ve; "Ben sizi daha önce de görmüştüm."
diyerek şunları anlattı: Daha Şah olmamıştım. Babam sağdı. Bir gün av
için Dere-i Acer denilen yere gittim. Heyecanla av peşinde koşarken
atımla birlikte oradaki bir kuyuya yuvarlandım. O anda; "Yetiş ya pîr."
şeklinde haykırmıştım. Hemen göğsümden kavrayan bir el beni kenâra
koymuştu. İşte o vakit karşımda sizi gördüm. "Korkma yavrum." diye beni
sâkinleştirdikten sonra nereye gittiğinizi anlayamamıştım.
Zâhir Şâh, bundan sonra Halîfe-i
Kızılayak'a daha çok hürmet gösterdi ve onu mânevî baba kabûl etti.
Ayrıca özel olarak Türkiye'den getirtilen bir doktorun başarılı
tedâvisi netîcesinde Halîfe-i Kızılayak'ın gözleri sağlığına kavuştu.
Afganistan'ın siyâsî istikrârı husûsunda
pekçok müsbet tesirleri görülen Halîfe-i Kızılayak'ın varlığı
müslümanların sulh ve selâmet içerisinde yaşaması husûsunda da büyük
bir nîmetti.
Bolşevik ihtilâlinden sonra Afganistan'a
geçen Türk muhâcirleri ile bâzı Peştun kabîleleri arasında münâzaralar
ortaya çıkmıştı. Hattâ ufak çapta çatışmalar da görülmüştü. Bu
hâdiseler devâm ederken Peştunların kabîle reisi bütün adamlarını
toplayarak bu durumu görüşmek üzere Kızılayak'a hareket etti.
Bunu duyan Halîfe-i Kızılayak, kırk elli
kadar kişiyi silâhlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi. Adamlarıyla
kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak'a on beş km kadar
yaklaştığında ürpermeye ve endişeye kapılmaya başladı. Yaklaştıkça
ezilip büzüldü ve âdetâ küçüldü. Han, nihâyet dergâh kapısına
geldiğinde mecalsiz bir halde edeple içeri girdi. Özürler beyân ederek
bütün anlaşmazlıklara son vermek üzere huzurdan ayrıldı.
Böylece felâkete sebeb olabilecek bir
mesele kendiliğinden halledilmişti. Daha sonra yakın adamları reise,
kendisinde görülen değişikliği suâl ettiklerinde; "Yolun iki kenarında
bir ordu bekleşiyordu." diye bahsetmiştir.
Halîfe-i Kızılayak, gerek sözleriyle,
gerek ameliyle Ehl-i sünnet îtikâdı ve İslâm ahkâmına tam uymuş ve onu
yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü cihâdlarla süslemiştir. Kendisine
gösterilen saygılara mukâbil onda kesinlikle bir kibir ve gurur hâli
görülmezdi. Her hâliyle çok mütevâzi idi.
Herkese iyi davranırdı. Kendisine kötü
davrananlara karşı da yumuşak ve merhametli idi. Çocuklar dâhil herkese
selâm verirdi. Kimse kendisinden önce ona selâm veremezdi. Birçok defâ
daha önce selâm vermek niyetiyle huzûruna çıkanlar bunu başaramamış,
hep selâm almak mecbûriyetinde kalmışlardır.
Kimseyi incitmemeye çok dikkat ederdi.
"Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda
korkudan kalbim titriyor." buyururdu. En küçük müstahaba bile
ehemmiyetle riâyet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helâl
ve temiz yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve onlara
hürmet gösterirdi. Her hareketi Resûlullah'a tam tâbi olduğunu
gösteriyordu.
Şöhretin çok zararlı olduğunu söyler,
Peygamber efendimizin bu konudaki "Şöhret âfettir." hadîsine
istinâden; "Koşandan yürüyen, yürüyenden duran, durandan oturan,
oturandan da yatan daha iyi, daha rahattır." buyururdu.
Afganistan halkını bir hicretin
beklediğini ve bunda önce davrananların kurtulacağını, sona kalanların
ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile çok sıkı irtibât
kurulacağına hattâ iki yurdun bir olacağına işâret ederdi. "İslâmı
yaşamak avuç içinde köz (ateş) tutmaktan daha zor olacaktır." buyururdu.
Çocukları çok severdi. Bâzan torunlarını
önüne alıp, hem sever hem de hıçkırarak ağlardı. Öyle ki göz yaşları
sakalının ucundan damlardı. Sebebi sorulduğunda da; "Onların
doğduklarına seviniyorum, ama görecekleri günler için ağlıyorum."
buyururdu.
Dünyâ malına tamah edenlere; "Altın alma,
duâ al. Duâ altından daha kıymetlidir." buyururdu. Hiç kahkaha ile
gülmezdi. Kahkaha atanları gördüğünde; "Sıratı geçmeden nasıl
gülebiliyorsunuz, şaşıyorum. Müslüman sıratı geçtikten sonra güler."
derdi. Birisi halk arasındaki âdete dayanarak; "Gece tırnak kesmede
mahzur var mıdır?" diye sorunca; "Pislik, görüldüğü anda yok edilir."
buyurdu.
Halîfe-i Kızılayak câmide vâz etmezdi.
Fakat ikindi namazından sonra akşam namazına kadar Sûfî Allahyar
hazretlerinin Farsça manzûm olarak yazdığı bir fıkıh kitabı olan Meslekü'l-Müttakıyn'ı
okur ve açıklardı. Kitap, senede iki defâ bitirilirdi. Böylece herkesin
bilmesi gereken fıkıh bilgileri müsâit bir zamanda cemâata anlatılmış
olurdu. Diğer vakitlerde ise sohbet dergâhta olurdu. Bu sohbet
sırasında daha çok, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı
okunurdu.
Ramazan aylarında dört gecelik bir hatim
düzenlenirdi. Bu hatime ülkenin her tarafından binlerce insan gelirdi.
Çeşitli yerlerden gelen âlimler burada buluşurlardı. Ayrı ayrı yerlerde
toplanırlar, konuşup tartışırlar, sorulara cevap verirlerdi.
Hatim tertîbi şöyle olurdu: İkişer rekat
kılınan terâvih namazında okunacak zamm-ı sûre için Kur'ân-ı kerîm
baştan îtibâren okunmaya başlanırdı. Bu işi hâfızlardan kurulu bir ekip
yapardı. Hâfızlar ve cemâat tesbihlerden sonra beş on dakika çay içip
dinlenirlerdi. Böylece sahur zamânına kadar devâm eden terâvih
namazında birkaç cüz okunurdu. Nihâyet dördüncü gecenin sonunda
Kur'ân-ı kerîm hatmedilmiş olurdu. Hatîm, bayram havasında geçerdi.
Gelen âlimler iftar ve sahur yemeklerini
hankâhın avlusundaki sofada Halîfe-i Kızılayak'la birlikte yerlerdi.
Buradaki sohbet o kadar tatlı, öylesine bir kudsiyet içinde geçerdi ki,
orada bulunanlar kendilerini başka bir âlemde zannederler, içlerinde
ulvî bir zevk ve özlem kalırdı.
Yine mevlid kandilleri ayrı bir
güzellikte ihyâ edilirdi. O gün de her yerden insanlar akın akın
gelirlerdi. Herkes toplandıktan sonra Halîfe-i Kızılayak'ın odasında ve
kendisinin oturduğu yerde başının üzerinde yüksekte bir yerde duvara
yapışık duran özel sandukada bulunan Sakal-ı şerîf ile Şâh-ı Nakşibend
hazretlerine âit hırka-i şerîf başlar üzerinde getirilirdi. Emânetler,
özel olarak yapılmış ve baş hizâsında bulunan mevkiine konulurdu.
Örtüler edeple ve salevât-ı şerîfe okunarak açılırdı. Sonra belli bir
tertîb içerisinde nâtlar okunur, Kur'ân-ı kerîm kırâat edilir ve
konuşmalar yapılırdı. En sonunda Hırka-i şerîf oraya gelenlerin
arasında dolaştırılır, edep ve ihlâsla öpüp koklanırdı. Daha sonra
şerbet ikrâm edilir, duâ ile meclise son verilirdi. Kandile, vâli ve
kâdı gibi bâzı devlet adamları da katılırdı.
Halîfe-i Kızılayak dergâhında her akşam
büyük kazanlarda yemek pişirilerek halka dağıtılırdı. Fakir âileler
evlerine buradan yemek götürürlerdi. Ayrıca her Perşembe gündüzleri
devâmlı yemek pişer ve dağıtılırdı. Ağır muhâceret şartlarında zayıf
düşen âileler için burası bir ümid kapısı idi. Ayrıca fakirler her
zaman gelerek çeşitli ihtiyaçlarını buradan giderirlerdi. Bundan başka
her gün pekçok misâfir ağırlanırdı. Yemek aynı ölçüde pişmesine rağmen
her zaman kâfi gelirdi.
Halîfe-i Kızılayak, hayâtının sonlarında
felçli olarak üç sene hasta yattı. Sağlığında olduğu gibi, hastalık
zamânında da hep şükreder ve; "Beterinden koru yâ Rabbî!" diye
yalvarırdı.
Nihayet Buhârâ'daki Gögeldaş Medresesini
kerâmet ile inşâ ettiği söylenen büyük velî hazret-i Îşan'ın
torunlarından olan hanımı vefât edince, Halîfe-i Kızılayak; "Artık
gitme zamânımız geldi." buyurdu. Hakîkaten hanımının vefâtından bir gün
sonra kendisi de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Vefâtına yakın, Allah ism-i
şerîfini devamlı tekrarlamaya başladı. Bu sırada birkaç kez bayıldı.
Her zaman gizliliği düstûr edinmiş olmasına rağmen, son anlarında
kendisini görülmedik bir muhabbet ve iştiyak hâli kapladı. Dili
kımıldamamasına rağmen göğüs kafesinden çıkan Allah lafz-ı şerîfi
bitişik odalardan açık şekilde duyuluyordu. Nihâyet 1955 (H.1375) yılı
Şâban ayında Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Vefât ettiği gün mevsim yaz olmasına
rağmen hava simsiyah bulutlarla kapandı ve gün boyu ince bir yağmur
yağdı.
Vefâtı üzerine pekçok insan Kızılayak'a
geldi. Araba ve binek hayvanlarına yer bulunmaz oldu. Sokaklar, araba
zincirleri ile kilitlendi. Cenâze namazı safları sokaklara taştı.
Cenâze namazına katılmak için ağaçlara çıkanlar bile görüldü. Cenâze
namazına Zâhir Şah vekâleten yardımcılarından birini gönderdi. Namaz,
Mevlevî Abdülvüdûd'un imâmetinde edâ edildi. Kabri, Kızılayak'ta câmi
bitişiğinde ve medresenin avlusundadır. Türbesine kendi isteği ile
kubbe yapılmadı, üstü açık bırakıldı. Türbenin üstünde kendisinin
gazâlarda yanında taşıdığı bayrak göndere dikilmiş ve üstünde beyaz bir
alem dalgalanmaktadır.
Vefâtından sonra ikinci oğlu Sirâcüddîn'e
Mevlânâ Seyyid Âbid tarafından icâzet verilmiş, ancak bu oğulları çok
geçmeden zehirlenerek şehîd edilmiştir. Onun kabri de babasının kabri
yanındadır. Daha sonra büyük mahdumları Hamid, icâzet almışsa da birkaç
sene sonra o da vefât etmiştir. Son olarak Siracüddîn'in oğlu
Nûreddîn'e Buhâra'da Halîfe-i Kızılayak'la berâber medresede okuyan ve
yine Halîfe-i Kızılayak'ın emri ile Belh'e yerleşen Mevlânâ Berat
tarafından icâzet verilmiştir.
Bundan sonra medrese yine eski
güzelliğine kavuşmaya ve âlimlerin uğrak yeri olmaya başlamıştı. Ayrıca
bu zamanda câmi ve medrese Cüzcân vâlisi Dr. Muhammed Sıddîk ve sonraki
vâli M.Kerîm Furûten'in katkılarıyla yeniden tesis edilmiştir. Yine
eskisi gibi hatim ve merâsimler tertiblenmeye başlanmıştı. Fakat, Dâvûd
ihtilâli ile bunlara son verildi. Nihâyet 1978'de Afganistan, komünist
ihtilâlle çalkalandı. Bir sene sonraHalîfe Nûreddîn de komünist
yöneticiler tarafından şehîd edildi.
Halîfe-i Kızılayak'ın Türkçe ve Farsça
olarak bastırdığı Farz-ı Ayn adında bir risâlesi vardır.
Risâle herkesin bilmesi gereken îtikât bilgileri ile bâzı zarûrî
vecîbeleri ihtivâ etmektedir.
Halîfe-i Kızılayak hazretlerinin
sağlığında da, vefâtından sonra da pekçok kerâmetleri görülmüş olup
bunlardan birkaçı şu şekildedir:
Halîfe-i Kızılayak doğduğu vakit etrâfa
güzel bir koku yayılmıştı. Bunu ilk farkeden komşuları; "Yeni çocuk
doğmuş evden bez kokusu gelmesi gerekirken, nedense çiçek kokusu
geliyor." diye söylenirlerdi.
Afganistan'a hicret etmelerinden önce bu
hususta işâret sayılabilecek bir kerâmet zâhir olmuştu. Halîfe-i
Kızılayak'ın hücresinin yanında bulunan yeşil bir ağacın, gövdesindeki
bir gözden on-on beş dakika gibi kısa aralıklarla su akmıştı. Çok tatlı
olan bu sudan her akışında bir ibrik doldurulabiliyordu. Bunu görenler
ağaca "ağlayan dut" demişlerdi.
Talebelerinden biri içilmesi uygun
olmayan maraşotuna (nas) müptelâ olmuştu. Bu talebe bir gün
memleketinden Kızılayak'a geldi. Dergâha gelirken de "nas" bulunan
kutusunu kimsenin göremeyeceği bir yere gizlice gömdü. Evine döneceği
vakit diğer talebelerle birlikte kendisini yolcu eden Halîfe-i
Kızılayak bu şahsa dönerek; "Bıraktığınız yoldaşınızı unutmayın."
diyerek tembihledi. Hocasının bu sözünden çok utanan talebe, tövbe etti
ve bir daha o ottan içmedi.
Bir gün dergâhın avlusunda bulunan kuyu
temizlenmekteydi. Fakat kuyuya giren şahıs dibe vardığında kuyu
çatırdayarak, orta yerinden taşlar harekete başladı. Yukarıdakiler,
Halîfe-i Kızılayak'ın rûhâniyetini hatırlayarak kuyuya inen şahsa; "Ne
yaptıysan tövbe et." diye bağırdılar. Onun tövbe etmesinden sonra
kuyunun taşları geriledi ve çatırdama durdu. Sonra onun boy abdesti
almadan kuyuya girdiği anlaşıldı. Kuyunun ortası, hâlâ hafifçe içeri
girmiş vaziyettedir.
Seyyid bir zât şöyle anlattı: "Bir gün
Halîfe-i Kızılayak'ın türbesinde oturuyordum. Bir ara türbe şiddetli
bir şekilde sallandı. Kabir sanki birden açılıp kapandı. Bu hâdiseden
çok müteessir olmuştum. Gücüm kuvvetim kesilmiş olarak bir müddet
oturduktan sonra dışarı çıktım. Hep bu hâdiseyi düşünüyordum. Fakat bu
hâlim uzun sürmedi. Çünkü Halîfe-i Kızılayak'ın Belh tarafına seyâhate
çıkan oğlu Sirâcüddîn o gün zehir verilerek şehîd edilmiş ve o günün
akşamı nâşı Kızılayak'a getirilmişti."
Hırsızın biri Halîfe-i Kızılayak'ın
çarşıdaki dükkanına girmişti. Eşyâları topladıktan sonra tam pencereden
dışarı çıkmaya çalışırken, pencere birden daralmaya başladı ve hırsız
sıkışıp kaldı. Çok uğraşmasına rağmen bir türlü kurtulamadı. Nihâyet
Halîfe-i Kızılayak'ın ismini anarak yalvardı. O anda pencere genişledi
ve açıldı. Hırsız malları bırakarak çıktı ve hemen o sabah huzûra geldi
ve yaptığını îtirâf ederek pişmanlığını bildirdi, şeyhin talebelerinden
oldu.
1978 yılında komünistler Afganistan'da
ihtilâl yapmış, buna karşı cihâdın alevlenmesi netîcesinde Rusları
çağırmışlardı. Fakat çatışmalar hızlanarak devâm etmişti. İşte bu
savaşlar sırasında Kızılayak'ın bâzı yerleri komünist devlet askerleri
tarafından bombalanmıştı. Bir keresinde iki zırhlı helikopter Halîfe-i
Kızılayak'ın hücre ve hânegâhının avlusuna birkaç roket fırlattıktan
sonra câmi bitişiğinde ve medresenin içinde bulunan havuza bir bomba
attılar. Bu bombadan câmi bir hayli hasar gördü. Helikopterler bundan
sonra da câminin diğer tarafındaki Halîfe-i Kızılayak'ın türbesine
yöneldiler. Fakat türbeye tam yaklaştıkları an helikopterlerin biri bir
anda alevler içinde kaldı ve köyün hemen dışına kadar gittikten sonra
yere çakıldı. Helikopterin içindekiler zor kurtarıldılar. Halbuki orada
ne uçaksavar ne de mücâhid birlikleri vardı. O zaman birkaç asker
hânegâha gelerek hücrede bulunan bâzı kıymetli kitapları almışlar ve
yerine komünizm muhtevâlı kitaplar bırakıp gitmişlerdi. Ayrıca daha
önce Ruslara karşı kullanılan ve orada durmakta olan birkaç eski silâhı
da götürmüşlerdi.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmemişti
ki, hânegâha girenler bir bir delirdiler. Durmadan kendi ellerini
ayaklarını dişliyorlardı. Hiç bir şekilde de tedâvî edilemediler.
Nihâyet durumu anlayan bâzıları tarafından bu kişiler Halîfe-i
Kızılayak'ın dergâhına getirildiler. Götürülen silâhlar yerlerine
bırakıldı. Böylece tövbe ettikten sonra deliler iyileşebildi.
Diğer taraftan komünistler
helikopterlerin uçaksavarla vurulduğunu iddiâ etmelerine rağmen,
pilotlar bunu reddetmiş ve şöyle anlatmışlardır: "Tam türbeyi vurmak
üzereydik. Türbe kapısından uzun boylu nohudî elbiseli sarıklı biri
çıktı. Avucunun içi ateş doluydu. Elindeki ateşi bize doğru fırlattı.
Helikoptere gelen ateş bir anda her tarafımızı kaplayıverdi."
BU YOLDA EDEB GEREK
Bir gün zengin biri, kendisiyle ilgili
bir anlaşmazlıktan dolayı, diğer şahıslarla birlikte Halîfe-i
Kızılayak'ın huzûruna çıktı. Fakat o, huzurda da edepsiz hareketlerde
bulunarak taşkınlık yapmaya devâm etti. Çıkacakları sıra yanındakiler
böyle gitmemesini ve Halîfe-i Kızılayak'ın duâsını alarak çıkmasını
kendisine söyledilerse de, gururundan bunu kabûl etmedi ve öylece
çıkmak üzere ayağa kalktı. Halîfe-i Kızılayak tam o sırada başını
kaldırarak ona bir nazar etti. O andan îtibâren zengin kişinin hâli
kötüleşmeye başladı. Evine gittiğinde yakınları doktor getirmek
istedilerse de artık buna gerek olmadığını söyleyerek; "Dergâhın
kapısından çıkarken Halîfe-i Kızılayak'ın bana baktığı anda içimden bir
şeylerin geçtiğini hissettim. Artık son hazırlıkları yapın." dedi.
Hakîkaten çok geçmeden vefât etti.
KUSURUNU AFFET
Bir gün Halîfe-i Kızılayak, birkaç
talebesiyle birlikte bir mezarlığın yanından geçiyordu. Bir ara yeni
gömülmüş bir mezarın başında durdu. Sonra mezarın kime âit olduğunu
sorup öğrendi ve mezar sâhibinin evine gitmek istediğini söyledi. Mezar
bir gün önce gömülmüş bir gence âitti. Hep birlikte gencin evine
gittiler. Gencin babası çıkıp onları karşıladı. Halîfe-i Kızılayak
ondan, ölen oğlunun yerine kendisini evlat kabûl etmesini istedi.
Herkes bu istek karşısında şaşırmış durumdaydı. Halîfe-i Kızılayak;
"Eğer istediğimi kabûl ettiysen beni istediğin gibi azarla, hattâ döv.
Fakat dün ölen oğlunun kusurunu affet. Çünkü onun azaptan kurtulması
buna bağlıdır." dedi. Bunu duyan baba oğlunu affetti ve gönlü hoş bir
şekilde onları uğurladı.