Hallac-ı
Mansur
Sofiyye-i aliyye denilen
büyük
velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858
(H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir.
919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'un büyük
babası
Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû
Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir.
Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin
sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri
bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr
bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve
derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük
mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet
etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini
çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet
daha Basra'da kaldı.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc
denilmesine
şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına
girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat
hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ
Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden
oldum." diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun
endişeli hâline
bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz
hallederiz." dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru
uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti.
Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü
kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış
şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk
arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye
anıldı.
Hallâc-ı Mansûr daha sonra
Basra'dan
ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi,
Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha
sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve
ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî
suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu
kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü
ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu
meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene
orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp,
beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde
bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı
içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok
bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti.
Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha
burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine
gidiyorum." diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e
geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet
etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle
şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok
eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar
yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı.
Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid,
Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin
İslâmiyeti
yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri
sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü.
Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar
dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli
dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu
sözlerinden bazıları şu şekildedir:
Semerkantlı Reşid-i Hurd,
Kâbe'ye gitmek
üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip
sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı
Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti.
Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle
geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da
yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle
ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında
elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800
pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk
bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve
beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler.
Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze
hurma verirdi.
Bir defâsında Mekke'ye
gitmişti. Kâbe'nin
karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı.
Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir
somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma
ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne
koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri
döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: "Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz
olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl
söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni
tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim
şükrüm ancak budur."
Hallâc-ı Mansûr yanına
gelenlere yazın
kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya
uzatınca, avucu, üzerinde "Kul hüvallahü ehad" yazılı gümüş
paralarla dolardı. Bunlara "kudret paraları" ismini verirdi. İnsanlara,
evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve
kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
"Kul, ubûdiyetin, kulluğun
bütün
şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın
yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız
bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve
sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse
bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ
eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde
ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz."
"Kim hürriyeti murâd edinirse
ubûdiyyete,
kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan
başkasına kulluk yapmamaktır."
"Azîz ve celîl olan Allah'tan
başka bir
şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ
bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında
kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde
çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur."
Bir gün kendisine; "Sabır
nedir?" diye
sorduklarında; "Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün
üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir
kere âh etmez." buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân
etmiştir.
Nitekim Hallâc-ı Mansûr
Allahü teâlânın
aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü
söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline
fetvâ verdiler.
Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak
sözünü
söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle
karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd
çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak
aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını
emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha
sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû
Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle
kimse onu ziyâret edemedi.
Nakledilir ki; bir gece
Mansûr
hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de
Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun
hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız.
İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü
gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine
getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.
Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf
şöyle nakletti:
"Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim.
Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir
oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu
asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. "Şeyh nerededir?" diye
sordum. "Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne
zamandan beri şeyhin hizmetindesin?" dedim. "On sekiz aydan beri."
dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?" dedim. "On üç batman ağırlığında
bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm
ederek: "Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ
ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve
saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum. "Her gün önüne çeşitli
yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar.
Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle
çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır,
götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel
görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir
peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: "Ey
delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi
şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden meşâyıh
haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek:
"Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra
yine: "Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin
yardımıyla." dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi.
Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı:
"Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini
buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini
hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler." dedi.
Şeyh: "Var selâmetle git." dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin
ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını
önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle
ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek
yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin
önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum."
dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. O, "Beni halîfenin yanına
götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni katletmeyi
tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar
affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek
istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın
yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı
yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim ve
İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla
buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları
saklayacağımı söyle." dedi.
Naklederler ki, Hallâc-ı
Mansûr
hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; "Ey mahpuslar!
Gelin sizi kurtarayım." dedi."Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun.
Gücün olsa kendini kurtarırsın." dediklerinde; "Biz himâye ve selâmet
içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız!" dedi.
Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun
üzerine; "İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye
gidelim?" dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir
takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın
ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar.
Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; "Bizim O'nunla öyle bir
sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez." buyurdu.
Bu haberler halîfeye
ulaşınca; "Fitne
çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar
sopalayınız." emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini
Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular.
Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve
ayaklarını kestiler.
Hallâc-ı Mansûr'un
rahmetullahi aleyh
elleri ve ayakları kesildiğinde; "Sakın korkudan sarardığımı
zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum." buyurdu.
Darağacına çıkan Mansûr
hazretlerine şu
suâl soruldu; "Tasavvuf nedir?" "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte
bende gördüğünüz bu haldir." "Ya ileri derecesi?" "Onu görmeye
tahammülünüz olmaz."
İdâm edilmeden önce halk taş
atmaya
başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu.
Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi.
Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır.
Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni
incitti." cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat
istemek için
gelen hizmetçisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul
et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul
eder." dedi.
Ellerinden, bacaklarından
sonra dilini de
kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi
revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan,
gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet!" diye
yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da
kesildi,
cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez,
nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak
üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet
sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye,
şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten
sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir
taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara
at." buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır:
"Bir gün
üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; "Ey hocam! Ârif kimdir?" diye sordum.
Buyurdu ki: "Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı
günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri
çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü
savururlar."Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o
ne söyledi ise aynını yaptılar."
Naklederler ki: Onu
darağacında astıkları
vakit iblis yanına geldi ve; "Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben.
(Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım."
dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime
lânet yağdırıyor?" diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep
şudur. Sen "Ene" dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi
ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği
ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet,
sana lânet etti."
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki
bâzı zâhir
âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak
âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti
yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh
ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi
olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde
bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat
kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini
mecbur tutardı.
Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin
idâmına
sebeb olan "Enel-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi
hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru
bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hak'ım" demek olan bu sözün
hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı
Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda
bu husûsu şöyle açıklamaktadır: "O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri,
hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr
Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile
birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım
olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." demektir. İşte
sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının
görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla
birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın
gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun
aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez.
O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi
aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o
kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır,
der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana
gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey
O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle
söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark
vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu
söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak
anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."
Hallâc-ı Mansûr hazretleri
halleri doğru,
zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir
velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah
aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle
geçirdi. Elli yaşındayken; "Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım."
buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar
titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli
sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli
şekil ve derecelerde görülen bir husustur.
Onun hal ve mertebesini
anlayan pekçok
âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû
Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr,
Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî
hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve
Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu
helâk eyledi." buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî;
"Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük
yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları
şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki
olduysa, bu sebepten oldu." demiştir.
AliRâmitenî hazretleri ise,
Hallâc-ı
Mansûr'un hâlini; "Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı
Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi."
buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin
mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin
Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm
edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî
olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir.
Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.
Onun hâli, dünyâsı ve
içindeki ilâhî aşkı
bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman
zaman şöyle derdi:
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU
DİLERİZ
Bir gün Mansûr'un hâtırından;
"Peygamber
efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün
insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi." diye
geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; "Biz kimi
dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân
evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur.
Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim." buyurdu. Bundan sonra
Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda
kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bu sarık kerâmeti
ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım." Onun idâm
edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.