|
Hasan-ı Basri
|
|
|
Tâbiînin ve bu
devirdeki evliyânın en büyüklerinden. İsmi, Hasan bin
Ebi'l-Hasan Yesâr'dır. Künyesi Ebû Muhammed ve Ebû Saîd'dir. Aslen
Basralı olduğu için Basrî ismiyle meşhûr olmuştur. Babasının ismi,
Firûz, Yesâr veya Câfer'dir. Annesininki ise, Hayre'dir. 641 (H.21)
senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 728 (H.110) senesinde Basra'da
vefât etti.Kabri Basra'da Sâlihiyye adı verilen yerde olup sevenleri
tarafından ziyâret edilmektedir.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce
Fîrûz ve Yesâr isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini
aldı. İslâm ordularının gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü.
Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî'nin kölesi oldu. Annesi Hayre
Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
hanımlarından Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) câriyesi,
hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer'in
halîfeliği sırasında 641 (H.21) senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî
dünyâya geldi. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer'e
götürdüler. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel)
olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı verildi.
Hâlen müslüman olmamış olan bu âile, Medîne'deVâdi'l-Kurâ denilen yerde
oturuyordu. Annesi Hayre, Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) evine
gidip geliyor, onun hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî'yi de
berâberinde götürüyordu. Annesi Ümmü Seleme'nin bir ihtiyâcını görmek
için dışarı çıktığında henüz bebek olan Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i
Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak bağrına basıyor ve
hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ Rabbî! Sen bu
çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona uysun,
onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme
ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu
emzirmesi için süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî'nin bütün hayâtı
boyunca, fikrî yapısına ve yaşayışına tesir ederek mutluluğunu
hazırlayacak olayların başta geleni belki de budur. Ondaki hikmet ve
fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.
Zamanla anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler.
Böylece huzurlu ve mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî'nin
çocukluğu Medîne-i münevverede geçti. Bu sebepleArapçayı en iyi şekilde
öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme'nin evine annesiyle birlikte gidip gelen
Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti. Çocuk yaşta Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman'ın halîfeliği sırasında
Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi dinledi.Hazret-i
Osman'ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin âsiler
tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on
dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada
Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu.
Yetmiş tânesi Bedir Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i
kirâmdan (radıyallahü anhüm) ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi.
Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere yükseldi.
Hasan-ı Basrî on beş, on altı yaşlarındayken âilesiyle birlikte
Medîne-i münevvereden ayrılarak zamânın önemli ilim merkezlerinden olan
Basra'ya gitti.
Babasının memleketi olan Basra'ya yerleştikten sonra Abdullah bin
Abbâs, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân binSemûre, Semûre bin Cündeb, İyâd
bin Himâr, Ma'kıl bin Yesâr ve Esved bin Serî radıyallahü anhüm gibi
sahâbilerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hadîs, tefsîr,
fıkıh ilimlerinde yüksek ilim sâhibi oldu.
Bundan sonra Abdurrahmân ibniSemûre komutasındaki orduyla Sicistan'a
giden Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh, ilmî çalışmalarının yanında
fetih ordularına da katıldı. Yine İbn-i Ziyâd, Horasan'a vâli olunca
onunla birlikte Horasan'a gitti. On sene kadar süren faâliyetleri
sırasında birçok sahâbî ile görüştü. Onlardan ilim öğrendi ve
rivâyetlerde bulundu. Daha sonra Basra'ya dönüp orada bulunan
sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devâm etti.
BöyleceEshâb-ı kirâmın Peygamberimizden naklen bildirdiği îtikâd, îmân,
zâhir ilimlerini iyice öğrendi ve yetişti.
Hasan-ı Basrî hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti
ile meşgûl oldu. Bu yüzden Hasan-ı Lü'lûî diye anıldı. Ticâret için
çeşitli yerlere gidiyordu. Ticâretle uğraşıp zengin olmuştu. Bir
defâsında yine ticâret için Rum diyârına (Anadolu'ya) gitmek üzere yola
çıktı. Uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Kayseriyye şehrine ulaştı.
Vardıkları şehrin kapısında o diyârın hükümdârına kıymetli hediyeler
vererek ticâret izni almak âdetti. Hazırladıkları hediyeyi hükümdâra
takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var,
yarın takdim edelim." dedi.
Hasan-ı Basrî o gece vezirin konağında misâfir kaldı. Sabah olunca
vezire kendilerinin de yapılacak törenleri takib etmek istediklerini
bildirdi. Vezir kabûl etti. Vezirle birlikte tören yerine geldiler.
Gördükleri manzara şöyleydi: Büyük bir meydanın ortasında süslü bir
çadır kurulmuştu. Çadır saf ipek ve ibrişimden, direkleri ise gümüş ve
altındandı. Çadırın önünde parlak yumuşak şilteler, divanlar
kurulmuştu. Bu şilteler iyi cins atlastan ve çeşitli memleketlerden
getirilmiş nâdide ve eşi bulunmayan kumaşlardan yapılmıştı. Çadırın
içinde ise bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârın ülkesinin ileri gelenleri,
esnaf, çiftçi ve sanatkârları neleri varsa bütün malzemeleri ve
âletleriyle meydanda hazırlanmışlardı. Askerler ise alaylar hâlinde
meydanın ortasındaki süslü çadırın etrâfında toplanmışlardı. Askerler
belli bir makam üzerine nâralar attılar, meydanın bir yönüne doğru
çekilip gittiler. Arkasından ülkenin ileri gelenleri, çiftçiler ve
ticâret erbâbı kimseler çadırın etrâfında dönüp bağrıştılar. Sonra
onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasından o şehrin diğer
insanları, atları üzerinde, mücevherlerle süslü civan yiğitler,
feylosoflar, müneccimler, hâkimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin
işâreti olan âletlerle çadırın etrafında çeşitli nâmelerle dönüp
gittiler. Sonra vezir ve Kayser (hükümdâr) ve onların yakın has
adamları meydanın ortasına doğru ilerleyerek ortada kurulu süslü çadıra
girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapıldıktan sonra herkes evine döndü.
Hasan-ı Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve yapılan tören
ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadırın ortasındaki duran tâbut
Rum Kayserinin oğlunun tâbutudur. O genç, son derece güzellik sâhibi,
kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediği bir
husus yoktu. Silâhşörlükte arkasını yere getiren bir er çıkmamıştı.
Gökten gelen bir âfet ile kazâya uğradı. Kendisine verilen bütün
ilaçlar ve devâlar şifâ vermedi ve öldü. İşte her yıl bu günde o genci
anmak için gördüğün bu törenler düzenlenir. Herkes onun tabutunun
bulunduğu çadırın yanına varır "Herbirimiz senin uğruna canımızı fedâya
hazırız, ama ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Bütün
servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis
ettik, ama dünyâ kurulalı beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya
muvaffak olamamışlardır." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaşı!
İşte bu mânâyı anlamak için Kayser ve diğer devlet erkânı ve hükümdârın
yakınları çadıra girip cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya
çalışırlar. Ellerinden bir şey gelmediğini ve âcizliklerini anlayarak
dağılırlar." dedi.
Bu hâdise Hasan-ı Basrî'ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malının makam ve
güzelliklerinin geçici olduğunu bilen Hasan-ı Basrî hazretleri bu
hakîkati yakînen kavradı ve ticâreti bırakıp tamâmen âhirete yöneldi.
Dönüşünde, şehre girer girmez elindeki malların hepsini fakirlere ve
ihtiyaç sâhiplerine dağıttı. Basra Hâkimi olan Muhsin Ali'den el alarak
tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf yolunda kısa zamanda ilerleyip mânevî
derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan bir şey kabûl etmedi. Ancak
hocası Muhsin Ali'nin izni ile vâz edip, talebelerini yetiştirdi.
Hazret-i Ali, halîfeliği sırasında şehir şehir dolaşıp, halkını bizzat
ziyâret edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmişti. Nerede bir
şeyh veya vâiz görse veya duysa, giderek onu dinler, doğru yoldan
ayrılanları edeplendirir, doğru olanları takdir ederdi. Bu şekilde
gezerken yolu Basra'ya düştü. Devesinden inip orada üç gün kaldı.Şehri
baştan başa gezerken bir mecliste Hasan-ı Basrî'nin vâz ettiğini gördü.
Hemen meclisine dâhil olup vâzını dinledi ve beğendi. Sonra ona; "Ey
Hasan! Zamanın hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa hakîkî gerçeği
öğretmek isteyen bir kişi misin?" diye sordu. Hasan-ı Basrî; "Resûl-i
ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalışıyoruz. Haberini doğru
bulduğum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali
tebessüm ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dışarı
çıktı. Hasan-ı Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduğunu anlayıp
hemen kürsüden indi, eteğinden tutup mübârek ayaklarına yüzünü gözünü
sürüp öptü. Sonra hazret-i Ali'den zikir telkini istedi. Bâbü't-Taşt
denilen yerde bulunuyorlardı. Hazret-i Ali tasavvuf ile ilgili gizli
sırları Hasan-ı Basrî'ye burada anlattı.
SonraHasan-ı Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zikir
telkiniyle ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla
vazîfelendirdi. Sonra tarîkattaki ilk Hilâfetnâme'yi yazıp
Hasan-ı Basrî'ye verdi. Tarîkat ehli arasında usûl olan "İzinnâme,
icâzetnâme" denilen yazılı kâğıt verme usûlü hazret-i Ali'den kaldı.
Hasan-ı Basrî hazretleri kavuştuğu bu mânevî iltifât ve derecelerin
verdiği zevkle kırk gün bir şey yiyip içmedi. Sonra irşâd seccâdesine
oturup, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti.
İlimde, rivâyetlerine en çok başvurulan âlimlerden ve fazîlet sâhibi
yüksek velîlerden oldu. İlim aldığı kaynağın sağlamlığı ve asr-ı
saâdete yakınlığı sebebiyle ilimde çok yüksek seviyeye ulaştıktan sonra
fetvâ vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. İlimdeki şöhreti, ahlâkı,
ders vermekteki üstünlüğü her tarafa yayıldı. Derslerine ve vâzlarına
pekçok insan toplanırdı. Hattâ evi, sohbetinden istifâde etmek için
gelenlerle dolup taşardı.
İlim ve fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde
bulunduğu nesli kıyas ederek:
"Siz onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin
iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz
kimselerdir.", kötülerinizi görseler; "Bunlar da müslüman mı?"
derlerdi." buyurdu.
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin
tamâmen boş olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde
bulunanları fakir ve ihtiyaç sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve
ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat yaşamaya
devâm etti.
Hasan-ı Basrî hazretleri, zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz'e
yazdığı mektupta da dünyânın boş olduğunu şöyle anlattı:
"Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer
değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an
birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe
düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder
(öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse
gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha
şiddetli acıya düşmemek için çektiği acıya sabreder. Tuzakları süsler
altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen
arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp,
kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta,
kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor.
Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif
olanlar bile bu hususta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde
eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhirete gideceğini, dönüşünü unutur.
Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve
derin bir hasrete düşer.
Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes
alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o
kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda,
azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma
düşmekten sakın.
Ey müminlerin emîri! Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe,
sevinçli ol. Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse,
sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen
aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ yarın zarar verir. Dünyâda,
ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu yok olmaya gider. Onun
sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki,
beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri
boştur. Onun iyiliği kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her
an tehlike ile karşı karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet
zamânında da, tehlikeli durumlara düşmemeye gayret göstermelidir.
İnsana öleceğini Allahü teâlâ ve peygamberleri aleyhimüsselâm,
bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan mutlaka uyaracaktır. Bununla
beraber, yine Allahü teâlâdan azâb ile korkutan, Cennet ile müjdeleyen
rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre kadar kıymeti
yoktur. Resûlullah efendimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O kabûl
etmedi. Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden
sivrisinek kanadı kadar bir şey eksilmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih
ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın
düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde
etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler.
Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir:
"Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir
günah) de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin
şiârı, alâmeti) de, istersen rahatlık sâhibini öv."
Îsâ aleyhisselâm; "Katığım açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım,
elbisem yün, ışığım ay, yemeğim ve meyvem yerden bitenler. Yanımda
hiçbir şey olmadan sabahlar ve akşamlarım. Yeryüzünde benden zengin
kimse yoktur." buyurmuştur.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin Basra Mescidinde verdiği dersler büyük bir
talebe topluluğu tarafından tâkib edilirdi. İlmi, zühdü, konuşmasındaki
fesâhati ile herkes tarafından sevildi ve şöhreti her tarafa yayıldı.
Hattâ halîfe ve vâliler onun ilminden istifâde etmek için, adamlar veya
mektuplar göndererek baş vurdular. Ömer bin Abdülazîz'in halîfeliği
zamânında, âlimlere ve evliyâya büyük bir hürmeti olan Basra vâlisi
Adiyy bin Ertât, Hasan-ı Basrî'yi Basra kâdılığına getirdi. Devlet
adamlarıyla olan münâsebeti bu şekilde artmış oldu.
Adâleti, takvâsı ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin
Abdülazîz rahmetullahi aleyh, Hasan-ı Basrî'ye mektup yazıp, âdil
devlet reisinin nasıl olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti.
Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şu mektubu yazdı: "Ey
Müminlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet reisini,
zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara
destek olarak yaratmıştır.
Âdil devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli
davranırsa, tebaasına da öyle davranır. O bedendeki kalp gibidir.
Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.
Âdil devlet reisi Allahü teâlânın emirlerine uyar. O'na itâat eder.
Emrindeki tebaasını da Allahü teâlâya itâat etmeye sevk eder. Ey
müminlerin emîri, saltanatta, sâhibinin himâyesine verdiği malı ve
âileyi darmadağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden
sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olan (reis) suç
işlerse yakışık olur mu?
Ey müminlerin emîri! Ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları
yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına
hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin kabir
denen başka bir makamın daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın.
Dostların seni yalnız bırakacak ve tek başına kalacaksın. Kişinin
kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından
kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla.
Kabirdekilerin diriltileceği, gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı
hatırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne
varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.
Ey müminlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldeyken
ve ecel gelip, çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları
hakkında adâletle hüküm ver câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar
hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi
günâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin... Senin felâketine sebeb
olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin.
Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için seni âhirette kavuşacağın
nîmetlerden uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette
hâlinin ne olacağını düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni
sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceksin.
Ey müminlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yaptım.
Bu mektubumu dostunu tedâvi eden tabibin ilâcı gibi kabûl et. O,
dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.
Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri."
Basra'da bulunduğu sırada evlenen Hasan-ı Basrî hazretlerinin Saîd ve
Abdullah isminde iki oğlu ile bir kızı oldu. Mütevâzî bir evde yaşadığı
gibi evinden hiç misâfiri eksik olmazdı. Tek başına yemek yediği
görülmedi. Onun iki türlü meclisi vardı. Birincisi mütevâzi ve
kerpiçten yapılmış olan evi, ikincisi ise mescidiydi. Mesciddeki
meclisi umûmî olup ona herkes gelebiliyor ve orada her ilimden
konuşulabiliyordu. Evindeki meclis ise husûsiydi. Daha ziyâde ihvân
(kardeşler) ismini alanlar oraya gelebiliyordu. Bâzan evinin
misâfirlerle dolup taştığı da olurdu. Hattâ öyle zamanlar olurdu ki,
sabahın erken saatlerinde gelenler bir türlü evden ayrılmak
istemezlerdi. Bir defâ oğlu onlara; "Şeyhi biraz rahat bırakınız. Onu
çok yordunuz. Zîrâ daha bir şey yememiş ve içmemiştir." dedi. Hasan-ı
Basrî hazretleri oğlunun bu müdâhalesini uygun bulmayıp; "Sus. Allah'a
yemin ederim ki, onları görmekten gözüme daha güzel gelen bir şey
yoktur." diyerek oğlunu îkâz etti.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini cinnîler dahi dinlerdi.
Talebelerinden birisi şöyle anlattı: "Bir gün sabah namazı vaktinden
önce Hasan-ı Basrî hazretlerinin devamlı olarak namaz kıldıkları
mescide vardım. Mescid daha açılmamıştı. Kapının üzerinde kilit vardı.
Beklemeye başladım. İçerideki büyük bir kalabalıktan yüksek âmin
sesleri geliyordu. Biraz sonra Şeyh hazretleri yalnız olarak dışarı
çıktı. Ben büyük bir merakla âmin seslerinin kimin tarafından
söylendiğini sordum. Şeyh hazretleri bana; "Yâ Abdullah kimseye
söyleme. Her gün cinler gelir, benden duâ etmemi isterler. Ben de duâ
ederim, onlar "âmîn" derler." buyurdu.
Bir gün Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelip; "Filan kimse seni
çekiştirdi, gıybet etti." deyince; "Sen o zâtın evine niçin gitmiştin?"
diye sordu. O şahıs; "Misâfir olarak dâvet etmişti." dedi. Sonra, ne
ikrâm ettiğini sorunca; "Çeşitli yemekler ve meşrubat..." cevabını aldı
ve buna karşı; "Bu kadar yemeği içinde sakladın da, bir çift sözü
saklayamayıp bana mı getirdin?" dedi.
Daha sonra kendisinin aleyhinde konuşan bu kimseye, bir tabak tâze
hurma ile birlikte özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: "Duyduğuma
göre sevaplarını, benim amel defterime geçirmişsin! İsterdim ki,
karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar çok
olmadı."
İbn-i Sîrîn ve Şâbî gibi zâtlarla da görüşüp sohbet eden Hasan-ı Basrî
hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtlardan iki
yüz otuz altısının isimleri kitaplara geçmiştir. Bunlardan altmış
sekizinin hadîs rivâyetleri Kütüb-i Sitte adı verilen meşhûr
hadîs-i şerîf kitaplarında yer almaktadır.
Talebelerinin en meşhurları; Hasan-ı Basrî'nin tefsîrlerini nakleden
Katâde, hadîsteki rivâyetlerini en iyi bilen Hişâm ibni Hassan, hadîs
naklinde "hüccet" derecesine gelen Yûnus bin Ubeyd, "Basra gençlerinin
seyyidi" buyurduğu ve hadîste hüccet derecesine yükselen talebesi Eyyûb
ibni Ebû Temîme gibi kıymetli âlimlerdir.
Basra'da Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini dinleyen ve ondan
istifâde eden tasavvuf ehli arasında Râbiatü'l-Adviyye, Mâlik bin
Dînâr, Habîb-i Acemî gibi zâtlar da vardır.
Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem)
bildirdiği din bilgilerini ve doğru inanış olan Ehl-i sünnet îtikâdını
naklederek insanların hidâyete kavuşmasına hizmet eden Hasan-ı Basrî
hazretlerinin konuşması, ilmi, vakarı, sükûneti ve görünüşü Resûlullah
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) çok benzerdi. Tasavvuf
hakkında söylediği sözler, diğer evliyâdan işitilmezdi."
Hasan-ı Basrî hazretleri verâ ve tevâzu sâhibiydi. Tevâzu alâmeti
olarak sûf (yün) giyerdi. Buyurdu ki: "Bedir Harbine katılmış yetmiş
kadar Sahâbiye yetiştim. Bunların sûftan başka bir şey giydiklerini
görmedim. Sûf elbise giyen tevâzu için giyerse, Allahü teâlâ onun
basîret nûrunu artırır. Riyâ ve büyüklenmek maksadıyla giyerse,
mancınıkla Cehennem'e atar."
Âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdu ki:
Kıyâmet günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartılacak,
şehîdler diyecekler ki: "Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim
zamânının lambasıdır. İnsanlar âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar."
Hakîkî fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâlarını
görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran,
başkalarının bir şeyine zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.
Gönlün ferah olup duânın makbûl olmasını istersen, şu beş şeyi terk
etme:
1) Dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle
berâber ol.
2) Gece namazı kıl! Kazâya kalmış namazlarını, geceleri de kazâ ederek
bir an önce öde! Farz namazı kazâya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile
namazları kabûl olmaz. Yâni sahîh olsa da sevap verilmez. Âlimlerimiz
buyuruyor ki, şeytan, müslümanları aldatmak için, farzları ehemmiyetsiz
gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk eder.
3) Tegannî etmeden Kur'ân-ı kerîm oku.
4) Namazlarını tam olarak, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde
kıl.
5) Helâl ye. Helâl yiyenin duâsı makbuldür. O halde helâli, haramı
öğrenmek lâzımdır.
Hasan-ı Basrî hazretleri güzel ahlâk sâhibi ve cömertti. Maaşını alır
almaz fakirlere dağıtırdı. Cimriliğin kötülüğünden bahsederdi. Cimri
kimselerden birisinin vefâtı sırasında yanında bulundu ve ona; "O para
ve malları sana teşekkür etmeyeceklere bıraktın, şimdi özrünü kabul
etmeyecek olan Allahü teâlâya gidiyorsun." buyurdu. İsrâf hakkında da;
"Bir kimsenin malını nereden kazandığını öğrenmek istediğiniz zaman,
onu nereye harcadığına bakınız. Şüphesiz habîs yâni helâl olmayan
kazanç israfta harcanır." buyurdu. Cimri ile müsrif arasında orta yolu
seçen bir kimse olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Ey Âdemoğlu!
Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de
düşünme ve teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini
hayrete düşürecek mâhiyettedir.
Hasan-ı Basrî hazretleri Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu
yerleri şöyle bildirdi: 1) Tavafta, 2) Mültezemde (Hacer-i esved ile
Kâbe-i muazzamanın kapısı arasındaki kısım), 3) Altın oluğun altında,
4) Kâbe-i muazzamada ve onun içinde, 5) Zemzem kuyusunun yanında
otururken ve Zemzem suyu içerken, 6) Safâ ve Merve'de, 7) Safâ ile
Merve arasında, 8) Tavâf edip iki rekat tavâf namazı kıldıktan sonra
Makâm-ı İbrâhim arkasında, 9) Arefe günü Arafat'ta, 10) Bayram gecesi
güneş doğuncaya kadar Müzdelife'de, 11) Mina'da, 12) Şeytan taşlama
ânında.
Bir sohbeti esnâsında da buyurdu ki:
"Kalbin bozulması altı şeydendir: 1) Allahü teâlânın rahmetini umarak,
tövbeyi terk etmek, 2) İlmi ile amel etmemek, 3) Amelinde ihlâs sâhibi
olmamak, 4) Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek,
5) Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6) Vefât edenleri kabrine
defnedip, onlardan ibret almamak. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve
sellem buyurdu ki: "Kabir, âhiret konaklarının ilkidir. Ondan
kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana,
ondan sonrası daha zor ve çetindir."
Vâz ve nasîhatler öyle kamçılardı ki, onlarla kalplere vurulur. Nasıl
gözümüzle gördüğümüz kamçılar bedene vurulduğu zaman tesir ederse,
nasîhatler de öyle kalbe tesir eder. Büyüklerden birisi şöyle buyurdu:
"Ancak temiz bir kalpten çıkan nasîhatler tesir eder. Çünkü kalpten
gelerek yapılan nasîhat kalbe gider. Sâdece dille yapılan nasîhatler
bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkar, tesirli olmaz. İlmiyle amel
etmeyen âlim mum gibidir. İnsanları aydınlatır fakat kendisini yakıp
bitirir."
Hasan-ı Basrî hazretleri değişik zamanlardaki vâz ve nasîhatlerinde
buyurdu ki:
"Bid'at sâhibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi
hasta eder."
"Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile
Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir
kimse de Allahü teâlâ katında bu sebeple zelîl olmadı."
"Eğer insan günâhını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o
günâh büyük günâh hâlini alır. Eğer insan günâhını büyük görür, onun
için istiğfâr eder, onu gizler ve tövbe ederse o günâh küçücük kalır."
"Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür,
belâ ve
musîbet zamânında sabırdır."
Hasan-ı Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem
de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle
helâllaşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun
olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz
de tövbeye muhtaçtır." demektedir.
Bir kimse gelerek; "Şimdi münâfık var mı?" diye sordu. "Eğer şimdiki
münâfıklar, öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere
çıkamazdınız." buyurdu.
Bir defâsında da; "Allahü teâlâya ve kullarına karşı edepli olmayan
kimsenin ilmine îtibâr edilmez. Belâ ve musîbetlere, insanlardan gelen
sıkıntılara günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmeyenin
dindarlığı mûteber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmayanın
Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur." buyurdu.
Hasan-ı Basrî hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun
müslüman olması için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp
yalvarırdı. Komşusu bir hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan
kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten
korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti.
Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:
"Ey Şem'ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp
didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar
ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve
küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ancak şimdiden
sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip,
O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk'ın
dergâhına vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî
bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî
hazretleri buyurdu ki: "Senin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan
îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba
uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek
tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara
günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama
kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar
olacaklardır. Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp,
hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları
kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba
uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına
girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak."
buyurdu.
Hasan-ı Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve;
"Ey Şem'ûn! Ateş dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar.
Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur."
buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en
ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü yumuşayan
mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların
güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden
sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle
Cennet'e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı
Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir
ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım."
dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile
îmân etmesine vesîle oldu. Şem'ûn Hakk'ın affına kavuştu. Sonra da
vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte mezârına koyup
defnettiler.
Hasan-ı Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yaptığına
pişman oldu ve; "Ey Şeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta
bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu düşünceyle uykuya
vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş, nûrlar ve ışıklara
boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline
altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü.
Şem'ûn Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış.
Kullarına lütfu büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi
binlerce âsîler rahmetine gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin
günahları ve hatâları iyiliğe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip
kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda ihtiyaç kalmadı. İşte
kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin uykudan
uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.
Ömrünün son yılları hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken devamlı;
"Biz
Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O'na döneceğiz,
derler." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce
şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu
günlerde faydalı şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi
olur." bundan sonra da vasiyetini şöyle yazdırmıştır: "Hasan ibni
Ebi'l-Hasan şehâdet eder ki: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur.
Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem O'nun Resûlüdür." dedikten sonra
Muâz bin Cebel'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerifi rivâyet etti:
"Bir
kimse ölüm ânında sıdk ile kelime-i şehâdet getirerek ölürse Cennet'e
girer."
Evinde, yapraklı hurma dallarından dokunmuş bir divandan başka bir şey
bulunmayan Hasan-ı Basrî hazretleri ölüm hastalığı sırasında şu duâyı
okudu: "Allah'ım! Ben bineğimin eğerini bağladım, yaygısı toprak olan
kabir yerine seferimin hazırlığını yaptım. Benden sonra bana nisbet
edilenlerle beni muâheze etme (sorguya çekme). Allah'ım! Resûlünden
bana ulaşanı tebliğ ettim. Peygamberinin hadîsinin tasdîk ettiği ile
Kitâbın olan Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettim. Şu kadar var ki, ömrümün
hesâbından korkuyorum. Ömrümün hesâbından korkuyorum."
Vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı.
Sonra da; "Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan
uyandırdınız." buyurdu.
Normal fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. 728 (H. 110) senesi
Receb ayının evvelinde bir Cumâ gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât
etti. Rûhunu teslim ettiği anda seksen sekiz yaşındaydı. Cenâzesini
talebelerinden Eyyûb ile Humeydü't-Tavîl yıkadılar. Cumâ namazından
sonra cenâze namazı kılındı. Bütün Basra halkı onun cenâzesinde
bulundu. Onun cenâzesinde meşgûl olmaları sebebiyle o gün ikindi namazı
câmide cemâatle kılınamadı. Sâlihiyye denilen yerde defnedildi. Kabri
hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Pekçok âlim ve velî yetiştirmiş olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin
tasavvuftaki yolunu dört halîfesi devâm ettirdi. Bu halîfeleri, Mâlik
bin Dînâr, Utbe-i Gulâm, Ebû Hâşim-i Mekkî ve yerine vekil bırakmış
olduğu Habîb-i Acemî'dir. Hasan-ı Basrî'nin hazret-i Ali'den aldığı
tasavvuftaki yoluna daha sonra Edhemiyye ve Çeştiyye adları verilmiştir.
Îmânla ilgili meselelerde çeşitli bozuk ve sapık fırkaların ortaya
çıkmaya başladığı bir devirde yaşayan ve birçok kıymetli eserler yazan
Hasan-ı Basrî hazretleri, Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâb-ı
kirâmının yolu olan Ehl-i sünnet yolunun savunuculuğunu yaptı. İlmiyle
ve güzel ahlâkıyla insanların bu dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa
kavuşabilmeleri için gayret etti.
Eserleri: 1) Tefsîr-ul-Haseni'l-Basrî: Bu kitabı
bir bütün
olarak zamânımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak kaynak tefsir kitaplarında
dağınık rivâyetler hâlinde bulunmaktadır. 2) Kitâbü'l-Hasen ibni
Ebi'l-Hasen fil Aded: Kur'ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile
ilgilidir. 3) Risâle fî Fadlı Harami Mekketi'l-Mükerreme: Mekke'nin
fazîletine dâirdir. 4) Risâle Abdi'l-Melik ibni Mervan ilâ Hasen-il
Basrî ve Cevâbihi Aleyha: Halîfe Abdülmelik'e yazılmış bir
risâledir. 5) Risâle Erbea ve Hamsin Farîda: Elli dört farzı
anlatan bir kitaptır. 6) Îmânda aranılacak elli fazîlet
hakkında bir risâlesi, 7) El-İstigfârâtu'l Munkıze Mine'n-Nâr (Bu
kitabın bir adı da Errâd-ı Hıfzıyye'dir.) İstigfâr, yâni tövbe
hakkındadır. Bunlardan başka eserlerinin de olduğu kaynaklarda
bildirilmektedir.
ŞEYTANIN VESVESESİ
Hasan-ı Basrî hazretlerinin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet
ederek; "Yâ Şeyh! Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere
teşvik ediyor. "Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak."
diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor." dediler. Hasan-ı Basrî hazretleri
gülümseyerek buyurdu ki: "Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet etti.
Dedi ki: "Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim hakkıma tamah
etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ beni
huzûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennem'i bana mülk kıldı. Cennet'i ve
kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim
mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı
kendilerine vermiyorum." dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak
isterseniz, dünyâyı terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın."
Bu nasîhatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan
ayrıldılar.
MADEM Kİ HEPİMİZ ÖLECEĞİZ...
Allah korkusu ile çok ağlardı. Bir defâsında dostlarından birinin
cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedilince kabir başında ağlayıp, çok göz
yaşı döktü. Sonra orada bulunanlara şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Kabir
dünyâ konaklarının sonu, âhiret menzilinin ilkidir. Mâdem ki hepimiz
ölüp kabre gireceğiz, o halde nasıl zevk, safâya dalıp, gezebiliriz.
Îmân ehlinden olanlar kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Bunlar iki
korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allahü teâlâ tarafından
nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devâmı
müddetince hangi tehlikelerle karşılaşılacağı belli değildir. Sonunda
ölüme varacağını bilen, kıyâmette kalkılacağına inanan, kalkınca
Allah'ın huzûruna çıkacağına kânî olan kişiye gereken şey, üzüntü ve
endişe içinde olmaktır." Orada bulunanlar bu sözlerinden dolayı
ağladılar. Başka bir seferde de; "Eğer Kur'ân-ı kerîm okuyorsanız,
dünyâda hüznünüz çok olsun, çokça ağlayasınız." buyurdu.
ANA BABAYA HİZMET
Kâbe-i muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille
tavâf ettiğini gördü. Hasan-ı Basrî hazretleri o kimseye; "Kardeşim
arkandaki yükü koyup öyle tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O
kimse; "Bu arkamdaki yük değil babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere
sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana dînimi, îmânımı o öğretti.
Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi. Sonra; Hasan-ı Basrî
hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip, tavâf
eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve
yine bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.
1) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.114, 156
2) Hilyetü'l-Evliyâ; c.2, s.131
3) Tezkiretü'l-Evliyâ; s.17
4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.389
5) Risâle-i Kuşeyrî; s.288, 296, 330, 359, 469
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.98,
1065, 1079, 1084
7) Vefeyâtü'l-A'yân; c.2, s.72
8) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.102, 116, 158
9) Sıfâtü's-Safve; c.3, s.155
10) Hasan-ıBasrî (İbnü'l-Cevzî)
11) Tabakâtü'l-Kübrâ (Şa'rânî); c.1, s.31
12) El-Kevâkibü'd-Düriyye; c.1, s.17
13) Hasan-ı Basrî ve Tefsîrdeki Metodu (Doktora tezi,
Dr. Ethem
Levent)
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.200-205
15) Lemezât; s.159
|
|
|