İBRÂHİM EFENDİ (Aşçı Dede)
Erzincan
velîlerinden. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey'dir. 1828
(H.1244) senesinde İstanbul'da Kandilli'de doğdu. Bir hac seferinde
Medîne'de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilmiştir. Babası
Muhammed Ali Ağadır. Dedesi Kastamonulu Uzun Halil Ağa demekle meşhûr
bir zât olup, yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağası gibi hatırı
sayılır bir ağa idi. Babası beş yaşında iken yetim kalmış, amcasının
yanında büyümüştür. Annesi Çerkeşoğulları denilen bir âileden
HasanAğanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kız
çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefât etmiştir.
Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya
muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir.
İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna
girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonaErzincan'a
gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun
sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü.
Askeriyede rûznâmeci olarak vazîfe yaptı.
Hocasını tanıdığı ve tasavvufta kemâle
erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye
vasfettiği Erzincan'a gitmek için İstanbul'dan gemi ile yola çıkıp
Trabzon'a oradan da Erzincan'a geçti.
Şöyle anlatır: "Ben bilmezdim. Fakat
Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir
yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası
göründü. Ova gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; "Bunlar
Adn Cennetleridir. Oraya devamlı kalıcılar olarak giriniz." buyrulan
âyet-i kerîmeyi okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil
Ağa yüzüme bakıp neden bu âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden
geldi deyince, benim tarîkat ehli bir kimse olduğumu anlayıp; "Niçin
söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim." dedi. Hangi tarîkatten olduğunu
sorunca, "Hâlidiyye" dedi. SonraErzincan'da bu tarîkatın çok yaygın
olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarîkatında idim.
Daha sonra Erzincan Ovasına indik. Oradan
Erzincan'a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti ki,
hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir,
dedi. "Zâhiri de bâtını da mâmur." sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem
de bâtını mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; "Bu beldede
elbette büyük ve mübârek bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor,
bambaşka bir haz veriyor." diye düşündüm. Hatırladığıma göre 1853
(H.1270) senesinde Receb ayında Erzincan'a ulaştık.
Yolculuğumuz sırasında İsmâil Efendiye
Erzincan'da velîlerden kimler vardır, diye sordum. "Hacı Fehmi Efendi
vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfelerindendir. Şeyh Vehbi
Hayyât'ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan'a girerken
kabristanda gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât
hazretlerinin türbesidir." deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden
ona âşık oldum. İsmâil Efendi bana dedi ki: "Bu sözleri söyleyince
yüzünün rengi değişti. Bambaşka birisi oldunuz." Ben ise; "Gönlümde
bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi Efendinin aşkının ateşi üzerimde
görülmeye başladı. Amanİsmâil Efendi! Bu Cumâ günü ziyâretine gidip
ayağının toprağına yüz sürelim." dedim. "Baş üstüne." deyip, evine
gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki,
öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple
çekiyordum. Yemekten içmekten kesildim. Annem; "Sende bir efkâr var!
Oğlum bu hal nedir?" diye sordu. "Hiçbir şey değil birkaç gündür
vücûdumda kırıklık hâli var." diyerek cevap verdim.
Cumâ günü gelince, gusül abdesti alıp
temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmiye gitmek için
yanıma gelip; "Bugün güveği gibi giyinmişsin." deyince; "Evet öyledir.
İnşâallah Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım." dedim.
Câmiye vardığımızda daha kimse
gelmemişti. Müezzin Kur'ân-ı kerîm okuyordu. İlk safa oturduk. Cemâat
yavaş yavaş toplanıyordu. Etrâfıma bakınırken sanki bir ses kulağıma
arkana dön bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor
gördüm. Kalbimde şimşek çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve
âzâlarımda bir titreme meydana geldi. Bu zâtın Hacı Fehmi Efendi
olduğunu hissedip yanımda oturan İsmâil Efendiye yavaşça; "Arkamızda
bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?" diye sordum. Bakıp; "İşte
odur." deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak
mümkün değil. Öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar
geldi. Dönüp mübârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum.
Izdırabımdan terlemeye başladım. İsmâilAğa; "Çok muzdarip oldun sebebi
nedir?" dedi. "Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince;
"Hazret-i Şeyh hoş görür. Böyle şeyleri aramaz, üzülme." dedi. Halbuki
benim ızdırabım başka bir sebepten ileri geliyordu.
Nihâyet ezân okundu. Namaz için kalktık,
artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de
bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh
çektim. İsmâil Ağa bana; "Sen bu hâl ile nasıl evlerine
gidebileceksin?" deyince, artık ister istemez gideceğiz, dedim. "Fazla
oturmayalım. Hizmetçiye de tenbih edelim bizim için tütün çubuğu da
doldurmasın." dedim. İsmâil Ağa; "Hazret-i şeyhin âdeti öyle değil
muhakkak çubuk doldurtur." dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye içerde
benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.
Nihâyet İsmâil Ağa önde ben de arkasında
uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup, odada
İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmâil Efendi odaya
önce girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım.
Uzun boylu, ince zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu.
Elini öpmek istediğimde âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek
istemediler. Öpmek nasîb oldu. İsmâil Efendi; "Rûznâmeci efendidir."
diyerek beni tanıttı. "Mâşâallah bârekallah." buyurdular. Sonra
karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple oturdum, göz ucuyla yüzüne
baktım. Hâlimi hatırımı sordu. Başım önüme eğik olduğu halde cevap
veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp bana bir
şey söylemeyip diğer misâfirler ile konuştu. Bir müddet sohbetinde
kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini
yukarı kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh
milyonlarca âh! Hani "Hayâli cihan değer" diye bir söz vardır. İşte
şimdi o hatıralarımın hayâli cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken
o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık
derdiyle ağla! Huzûrundan ayrılırken müsâfeha edip elimi sıktıkları
sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: "Sen bizimsin, üzülme, mahzun
olma!" İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan kimsenin sevinci gibi
pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzûrundan ayrılıp dışarı çıktım.
Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir
nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.
İsmâil Ağa bana; "Artık bugün senin
bayramındır. Abdüssamed Efendinin ziyâretine de gidelim." dedi. "O zât
kimdir?" diye sorunca; "Terzi Baba'nın dâmâdıdır. Hem Terzi Baba'nın
evini de görmüş olursun." dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i
kebîrin yakınında idi. Beş-altı merdiven basamağı çıktıktan sonra,
büyük bir odada idiler. O beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı.
Orayı görünce, içimden aynen İstanbul'daki Merkez Efendinin
çilehânesine benziyor düşüncesi geçti.
Abdüssamed Efendi bir köşede oturuyordu.
Leblebici Baba da yanındaydı. Başka misâfirler de vardı. Huzûruna
girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat
Hacı Fehmi Efendinin huzûrundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve
saygı göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca,
memnun oldu. Abdüssamed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra
açıp tekrar kapatıyordu. Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş
elindeki tesbihini çekiyordu. Huzurda bulunanlar edeple oturuyorlardı.
Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi
ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatlarından ve menkıbelerinden
anlatmasını istedim.
İsmâil Efendi, MuhammedVehbi Hayyât
hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu
fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât
hazretlerine meyl ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı.
Ertesi günü vazîfe yerime gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan
yerdeyim, fakat aklım, rûhum MuhammedVehbi Efendideydi. Olup bitenleri
vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana; "İsmâil Efendinin nakl
ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna göre bu
durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât
hazretlerinin halîfesi olup, "Vehbi Efendinin makâmının Hacı Fehmi
Efendiye ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur." dedi. İşte şimdi
baştan başa ateş saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi
Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil
Efendiye bir kere daha gidelim dedim. Bunun üzerine bir sabah gittik.
Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini öptük. Sonra, içimden
Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir ferahlık geldi.
Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o anda
elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün
pınarından yaş geldi.Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde
olanları dışarı vurmadım. Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin
isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil Efendiye; "Benzeri cihana gelmemiş
bir Yûsuf'a insan nasıl alâka, ilgi gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş
olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle âşık oldum. Eğer bu aşk daha
ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazîfesini) çoluk çocuğumu terk
eder, onun kapısında hizmetkâr olurum." dedim. İsmâil Efendi; "Bu
hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî
kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya
bırakmazlar." dedi.
On beş-yirmi gün sonra İsmâil Efendiyi
çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine dâvet
etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?" dedim. "Kabûl
ederler." dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik.
Kabûl buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız
Efendi, AbdülbâkiBaba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim.
Ertesi günü akşam yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet
başladı. Fakir de şöyle bir köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna
kadar az çok ehl-i tarik ile muhabbetimiz olmuş ise de onların
birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o kadar benden aldı ki, doğrusu
aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed Efendi beni kasdederek
buyurdular ki:
"Rûznâmeci Efendiyi kimseye vermem. Benim
olsun." dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için FehmiEfendi ona
çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki; "Rûznâmeci duâcınız, buna
fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız." dediler. Hepsinin
ellerini teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara
alıştım. Fakat yine yüzlerine bakamazdım. Önüme bakarak gâyet edepli
arzederdim. Ertesi gün Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet
ve lütuflarının çokluğundan bana zikr yapmayı ve daha başka şeyleri
öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada kalbim harekete geldi. Fakat
bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.
Oradan Fehmi Efendinin yanına geldim.
Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve gücüm
yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide
artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr
ile meşgûl oldum.
Hacı Fehmi Efendinin âdetleri üzere
yanlarında dâimâ Muhammediyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu
bir derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye'yi
ona okuturlardı. Orada bulunanların hepsi gözlerini yumup murâkabe
hâlinde dinlerlerdi. Kendileri de murâkabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye'yi
bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca,
herkes donmuş kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir,
Hacı Fehmi Efendinin himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip
ilerleyerek, nice senelik müridler, talebeler gibi oldum.
Hacı Fehmi Efendi, kendisine talebe
olmaya gelenler için; "Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz
kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor.
Fakir de elinden tutup hocam VehbiHayyât hazretlerinin sürüsüne
katıyorum. Yalnız fakirin hizmeti dışarıda kalan koyunları birer birer
hazret-i Hayyât'ın sürüsüne katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O
sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara teslimdir." buyururlardı.
İbrâhim Efendi, hocası Hacı Fehmi
Efendinin ve onun hocası Vehbi Hayyât'ın (TerziBaba'nın) hayâtını ve
kendi hayâtını anlatan üç ciltlik bir eser yazmıştır. Büyük ciltler
hâlinde olan bu hâtırâtında ayrıca tasavvufa âit çok kıymetli bilgiler,
hocalarının sohbetleri yer almıştır. Kendi hayâtını uzunca anlattığı bu
eseri çok kıymetli bir eser olup, tasavvufta ilerlemek, yetişmek
isteyenler için çok güzel misâller ve faydalı bilgiler yazmıştır. Bu
eserinden başka İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin Rûhul-ül-Beyân
Tefsîri'ndeki Fârisî şiirleri tercüme etmiş ve bu tercümenin sonuna
Fârisî kâideleri anlatan bir risâle eklemiştir. Risâle-iTercümet-ül-Hakâyık
adlı bir eseri vardır.
1) Hâtırât-ı Aşçı İbrâhim, Üniversite
Kütüphânesi, T.Y., No: 3222