Hindistan'da
yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi,
İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm
âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda
doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini
sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik
eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi
üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı
Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde
Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle
tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve
hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz
ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi
(yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı
İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi
verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle
anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî"
denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî
Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.
Babası ve dedelerinin hepsi,
zamanlarının
büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad
Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye
ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu
göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr
kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir âileye
mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad Efendinin mübârek bir
zât olduğunu anlayıp, ona; "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm,
iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın
sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Bu ricâmı kabûl edeceğinizi
umarım." diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi bir müddet düşündükten
sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikâhlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı
Rabbânî hazretleri doğdu. (Bkz. Abdülehad)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
çocukluğunda
şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl
olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr velîlerinden ve
Abdülkadir-i Geylânî'nin yolunun büyüklerinden Şâh Kemâl Kihtelî
Kâdirî'ye götürüp duâsını istediler. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ıRabbânî'yi
görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; "Hiç üzülmeyiniz. Bu
çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî
olacak." demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle
sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve
nûru, mübârek vücûdunu kapladı.
Şâh Kemâl Kâdirî,
İmâm-ıRabbânî
hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi. İmâm-ıRabbânî
yedi-sekiz yaşlarında iken Şâh Kemâl Kâdirî vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk
tahsîline,
babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi.
Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'ân-ı
kerîmi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da
zamânının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada,
çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı
dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlânâ Kemâleddîn
Keşmîrî'den ilim öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn meşhûr âlim Abdülhakîm-i
Siyalkûtî'nin de hocası olup, zamânının en yüksek âlimi idi. Bâzı hadîs
kitaplarını da Şeyh Yâkûb-ı Keşmîrî'den okudu. Kâdı Behlûl-i
Bedahşânî'den; hadîs, tefsîr ve bâzı usûl ilimlerinde icâzet, diploma
aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, bütün ilimlerden
icâzet aldı. Tahsîli sırasında, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin
kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken,
talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sırada; Risâlet-üt-Tehlîliyye,
Redd-i Revâfid, İsbât-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyâta
çok meraklı olup, fesâhatı ve belâgatı, sür'at-i intikâli, zekâsının
şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu
kadar ilmi ve herkesin üstünde
olgunluğu, tevâzûsu ile birlikte kalbi, Ahrâriyye, Nakşibendiyye
büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu.
Babasının vefâtından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den
yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve
Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmîrî ile
görüştü. Mevlânâ Hasan Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp,
tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle
büyük bir zât yoktur. Tâliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla
kavuştukları mânevî derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli
riyâzetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir."
dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
daha önce
babası Abdülehad'dan da Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların
üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını
okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; "Bu Hicâz yolunda, böyle
büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha
iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gitti. Huzûruna
girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi.
Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan
sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve
arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzûruna gelip, Ahrâriyye feyzine
kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can
kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Böylece Kâbe'ye gitmekten
vazgeçip, Kâbe sâhibini istedi. Üstâdının da lütuf ve himmeti ile iki
ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Muhammed
Bâkî-billah'ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının
sözlerine ve hâllerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed
Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de
yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi
emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona
bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için
şöyle buyurdu: "Kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand
ve Buhârâ'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim.
Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî),
her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip,
talebeyi ona bıraktım."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
memleketine
gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe
başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden
ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî Tefsîrî,
Sâhîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me'ârif, Üsûl-i Pezdevî,
Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders
olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahî
talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi.
Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın
dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını,
vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dîne,
sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu.
Allahü teâlâ ona öyle mânevi ilimler ihsân etmişti ki hocası
Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle
otururdu. Hattâ bir gün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî'yi kalbi ile
meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız
etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî
hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstâdı; "Fakîr Muhammed
Bâki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir
müddet
Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu
anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah'ı ziyâret için Delhi'ye
gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri
oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu
lütufları ile çok yüksek hâllere, fazîletlere kavuşmasına rağmen,
hocası Muhammed Bâkî-billah'a yapılması mümkün olmayan bir edeble
davranıyordu. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Hâce
Hüsâmeddîn Ahmed'den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî'yi medhedip övdükten
sonra; "Mertebesi yüksek, fazîleti çok olmakla berâber, edebe riâyette,
hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb
oldu." buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
şöyle
buyurmuştur. "Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah'a hizmette
diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir
düşüncesi vardı.Bu fakîr yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve
cem'iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı, Peygamber efendimizin zamânından
sonra dünyâda çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan
Resûlullah efendimiz zamânında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama,
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâdetli sohbetinden de mahrûm
kalmadık. Bunun için bu büyük nîmetin şükrünü yerine getirmek lâzımdır.
Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere
kavuştu."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
hocası
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defâ huzûruna gidip bir
müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha
tâliblere, isteklilere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek
derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi.
Bundan sonra üçüncü defâ hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra
Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lâhor'a gitti. Lâhor
şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir
ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ
MuhammedTâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh
Hüseyin gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek
derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor'da bulunduğu
sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep
gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup
doyurucu cevaplar aldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Lâhor'daki
sohbetleri devâm ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah'ın vefât haberi
geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu
haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti.
Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine tâziyede bulundu. Muhammed
Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki
elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek
için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah'a gösterdikleri gibi,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet
gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
hocası
Muhammed Bâkî-billah'ın her sene, vefât ettiği ay olan Cemâzil-âhir
ayında Serhend'den hocasının nûrlu kabrini ziyârete gider ve tekrar
Serhend'e dönerdi. İki üç defâ da Akra'yı teşrif etti. Bundan başka
Serhend'den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayâtının sonuna
doğru, zamânın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene kadar bâzı
beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler
vardı. O yerlerin halkı bu vesîle ile onun sohbetlerinde bulundular.
Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini aldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Serhend'e
döndükten sonra, Kâdirî tarîkatının büyüklerinden olan Şâh Kemâl
Kâdirî'nin rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti
şöyle olmuştur: Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile
murâkabe hâlinde iken, Şâh Kemâl'in torunu ve onun bütün kemâlâtının
vekîli olan Şâh İskender, Kehtel'den gelip, Şâh Kemâl'in bereketli
hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek omuzuna koydu. İmâm-ı
Rabbânî gözlerini açınca, Şâh İskender'i gördü. Tam bir tevâzu ile
boyunlarına sarıldı. Şâh şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hâl ve rüyâmda
dedem Şâh Kemâl'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu.
Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına
vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine
uymak lâzım oldu." İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsî odasına
gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına,
mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şâh Kemâl'in hırkasını giydikten
sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim
zaman, insanların ve cinlerin seyyidiAbdülkâdir-i Geylânî'yi, hazret-i
Şâh Kemâl'e kadar devâm eden bütün halîfeleriyle yanımda gördüm.
Hazret-i Gavs-i Rabbânî Abdülkâdir-i Geylânî kalbimi kendi
tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve yollarının nûrları ve
esrârı beni kapladı. Bense, o hâllerin ve nûrların denizine gömülüp o
denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım. O hâllerin beni
kapladığı zamanda kalbime; "BeniAhrâriyye büyükleri terbiye ettiler ve
işimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor." diye
geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun büyüklerinin, hâce-i cihan
HâceAbdülhâlık-ı Goncdüvanî'den hocam HâceBâkî-billah'a kadar bütün
halîfelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icrâatım hakkında
konuşmaya başladılar. Ahrâriyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik.
Bizim terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla
karışabilirsiniz?" dediler. Kâdirî büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha
çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nîmet soframızdan tad
almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir." dediler.
Onlar böyle konuşurken
Kübreviyye,
Çeştiyye yollarından da birer cemâat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar,
bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir
şevk buldum." İmâm-ıRabbânî hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde
talebe yetiştirip feyz verdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
benzeri az
yetişen, müstesnâ bir İslâm âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir.
Peygamber efendimizin vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmanları
dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak,
İmâm-ı Rabbânî gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân
eyledi. Onun vâsıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını
durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu
yüce İmâm'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı.
Dünyâya ışık saldı. Yâni Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin
sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
dîne
yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, iknâ edici delîllerle
sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet îtikâdının ve doğru
din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bâzı sapık
kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftirâ etmeye başladılar.
Bunun için bâzı kimselerin
cefâ oklarına,
eziyet ve iftirâlarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fâdılların,
kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve
hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmâm'ı
tehlikeye düşürmek için, hîlelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdâdî,
Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil
tabakayı aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr
ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmâm'dan soğutmaya başladılar.
Onu sevenlere de; "Meşâyih-i izâmı inkâr ediyor, Allahü teâlânın
mârifetine vâsıtasız olarak kavuştum diyor." dediler. Çeşit çeşit
iftirâlarda bulundular.
O zamânın sultânı Selim
Cihangir Hânın
devlet adamları, hattâ büyük vezîri, baş müftîsi ve etrâfındakiler
Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revâfıd Risâlesi,
Eshâb-ı kirâm düşmanlarını red etmekte, böylelerinin câhil, ahmak ve
alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ'da
bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah Hana yollamıştı. "Bunu İran'da,
Şâh Abbâs-ı Safevî'ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla
harb câiz olur." demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Han,
Herât'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safevîler
almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı
kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî
hazretleri hakkında çeşitli iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler.
Sultan, oğlu Şâh Cihân'ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini,
evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe
karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftî ile yanına gitti.
Sultâna secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı
Rabbânî'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni
kurtarabilirim." deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret
zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek
olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi
ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp
sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirâlara karşı sultâna güzel
ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilecek
birisi olmadığı hâlde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ,
sultâna kendisine yapılan iftirâların asılsız olduğunu açık delîllerle
anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve
kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultânın iknâ olduğunu gören
iftirâcı
sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette
yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir."
diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan
Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hâdiseye
çok üzülen talebeleri sultânâ isyân etmek istediler. Bunu yapabilecek
güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rüyâlarında ve
uyanık iken bundan men etti. Sultâna hayır duâ etmelerini emredip;
"Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir." buyurdu. Kendisi de
sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın vezîri, koyu bir muhâlif
olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini
tâyin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti.Bu görevli ise
ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neşe
görerek tövbe etti. Bozuk îtikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve
hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun
bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr
tövbe etti. Hattâ bâzıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişmân oldu. Hapisten
çıkarıp ikrâm ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık
dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra
serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan
ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve
makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine
döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin
üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile,
sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile
okşanarak terbiye edildim." buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli
ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak." buyurmuştu.
Buyurduğu gibi oldu. O makâmlara da yükselmek nasîb oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
hapsettiren
SelimCihangîr Hanın oğlu Şâh Cihân, pâdişâh olmak için babasına karşı
geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden
kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamânın velîlerinden
birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: "Senin zafer kazanman
için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü
seninle berâber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı
değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şâh
Cihân, İmâm'ın huzûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı
Rabbânî onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasîhat etti. "Babana
git, elini öp, gönlünü al, yakında vefât edecek, saltanat sana
kalacaktır." diye müjde verdi. Şâh Cihân emirlerini dinleyip arzûsundan
vazgeçti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefât edince
saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü,
küfrün,
sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı
kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve fâcir onun
güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman
oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyâda ve uyanık iken onu görerek
yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır.
Âlim, sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde
bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pek çok
talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri
görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altı binden fazla
olduğu bildirilmiştir.
Zamânının âlimleri, İmâm-ı
Rabbânî
hazretlerine "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici
demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını
İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile
tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden
Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet'e girer."
buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i
şerîf,
İmâm-ı Süyûtî'nin Cem'ül-Cevâmi kitabında vardır. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bir mektubunda; "Beni iki deryâ arasında "Sıla"
yapan Allahü teâlâya hamd olsun." diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri
ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte
müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Müceddîd-i
elf-i sânîdir. Yâni hicrî ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler
zamânında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gönderilirdi, yeni
din öncekini değiştirip, bâzı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de
bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez,
kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında
İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir.
Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden
bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan
bid'atleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî
ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı.
Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî
hazretleri yapmıştır.
Bütün İslâm âlimleri, bu
zâtın İmâm-ı
Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden tam
bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı
Resûlullah'ın nûrları ile aydınlattı. Bid'atleri temizleyip İslâm
dînini ihyâ etti. Onun zamânında Hindistan'da ve hattâ bütün İslâm
âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya
başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûdu
anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu.Bu
yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhil, büyüklerin
sözlerinin mânâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete
karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak
için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri
arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış
gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden
ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan
daha birçok meseleyi gâyet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların
zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid'atlerden
temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol
olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı.
Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine
ilk defâ (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamânının en büyük
âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. O zamânın diğer büyük âlimleri
de onu medhedip övmüşlerdir.
Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın
talebesinin
en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Numân
diyor ki: "İmâm-ı Rabbânî'ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna
lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak
kalbinizin nûruna karşı duruyor." dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen,
Ahmed'i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce
yıldızı örtmektedir." buyurdu.
Belh şehrinde bulunan Mîr
Muhammed Mü'min
Kübrevî, talebesinden birini, İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna gönderdi.
İmâm-ı Rabbânî'nin huzûruna varınca; üstâdından, Seyyid Mîrekşâh' dan,
Hasan-ı Kubâdânî veKâdı'l-kudât Tulek'den selâm getirdi ve; "Üstâdım
Mîr Muhammed Mü' min buyurdu ki: "İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim
yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar
hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi
aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır.
Bu fakîri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve
mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de
mübârek elini öp!" dedi." deyip, İmâmın bir daha elini öptü. Vedâ edip
ayrılırken de; "Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek
hakîkatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler."
dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer birkaç
mektupla berâber verdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle
anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmâm'ın huzûrunda oturuyordum. Onlar
mârifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya
gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip,
hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?"
dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş
parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir
müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya
girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir
nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım.
Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı.
Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl
sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi
terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O
siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin fıkıh
meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye ânında cevap verebilecek bir
derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat
ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına
başvururdu. Seferde ve hazarda bâzı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında
bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih yâni fıkıh âlimlerinin
üzerinde ittifak ettikleri fetvâlara, dâimâ uymaktı. Bâzı fıkıh
âlimlerinin câiz dediği, bâzılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet
tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve
yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve
haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır."
buyururdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
eski
talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin birâderi, Sürûnç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp
huzûruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni
vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha
okudu ve bana buyurdu ki: "Yolda "Kureyş sûresini" çok oku ki
tehlikelerden korunasın. Şâyet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan
bizi hatırla!" Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı.
Sürûnç'a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl
vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa
gittim. Abdest tâzeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza
duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi.
Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Bir
müşkil ile karşılaşırsan beni hatırla!" emri hatırıma geldi. Kendi
kendime; "Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu
yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!" dedim. Daha ben sözümü bitirmeden
İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi ve arslana, benden uzaklaşması
için, eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi
yanımdaki arkadaşlar da gördü. Bana; "Böyle bir anda imdâdına yetişen
bu büyük zât kimdir?" dediklerinde; "İmâm-ı Rabbânî hazretleridir."
dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok
sevenlerden oldular."
Şeyh Muhammed'in İsfehan'dan
gelirken
yolculukta atından heybesi düşmüştü. Farkına varınca, atını
kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldı. Şuraya
da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile
gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldı. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey
göremiyordu. Yolu kaybedip şaşkın, perişân bir hâlde, çâresizlik içinde
ağlayarak etrafta koşuyordu. Fakat kâfileden bir eser göremiyordu.
"Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım." diye düşünüyordu. Sonra
bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla duâ edip,
hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdına yetişmesini istedi. O anda
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşısına çıkıverdi. Yanına
yaklaşıp durdu ve; "Elini ver!" buyurarak elinden tutup onu atın
terkisine bindirdi. Sonra atı süratle sürüp, aradığı kâfileye yaklaştı.
O, kâfileyi uzaktan görünce attan indirip; "Hadi git!" buyurdu.
Kâfileye ulaştı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir daha
göremedi.
Serhend kâdılarından birinin
oğlu, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu
genç bir defâsında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler
hastalığına devâ bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine
bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan
kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektubuna cevap
yazıp; "Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın.
Hatırını hoş tut." buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu.
Sonra tekrar sohbetine devâm etmeye başladı. Bu hastalıktan
kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile
getirdi.
İmâm-ıRabbânî hazretlerinin
eski
talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı kerîmi
ezberleyip hâfız olmuştum. Sonra Serhend'den İlâhâbâd'a gittim. Zamanla
işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı ve bu hal üzere
aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim Serhend'e döndüm. Bu sırada
Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend'e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî
hazretleriyle görüşünce bana; "Hâfız! Terâvih namazını, hatim ile
kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hâfızlığımı
kaybettiğimi söyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu. Üç defâ hâlimi
arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı." dedimse de kabûl etmediler. Çâresiz
emre uydum. Terâvih namazını kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unuttuğum hâlde ilk
gün yirmi bir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvih kıldırdım. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri kıyamda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyamda
durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende
hâfızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin bereketi ile idi."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
yakın
talebelerinden, Şehzâde Veliahd'ın hocası Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır:
"Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü,
"Kendini hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor." diye bir iftirâ
yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca
eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü
bir insandı. Fakat bu defâ onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi
gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. "Sen böyle değildin bu hâl nedir?"
dedim. Cevap olarak; "Ben İmâm-ıRabbânî hazretlerinin hizmetine ve
sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu
nîmete kavuştum." dedi. Bunun üzerine ben ona; "Senin bahsettiğin zât
kendinin hazret-i Ebû Bekr'den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin
tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben böyle deyince; "Aslâ!
Binlerce aslâ! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur.
Eğer sen onu görüp sohbetine kavuşsaydın, hakkında söylenilen bu
iftirânın asılsız olduğunu anlardın." dedi. Fakat bendeki şüphenin
çokluğu sebebiyle; "Görmek istemiyorum." dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti.
Mutlakâ görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar
üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi
kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse onu sevenlerden
olurum." dedim. Kendi kendime cevâbını almak üzere hazırladığım üç
suâlden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor
diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu
hususta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim
babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de HâceHâvend Mahmûd'dan
anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin huzûruna gittik. Onu uzaktan görür görmez bütün âzâlarım
heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve
titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra
yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği
bu mektubu okuyup öyle bir îzâh yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini
hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip
açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra
zihnimde tuttuğum ikinci meseleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban
şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının
şerefi şöyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ
ederken, üçüncü olarak tuttuğum Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmedi diye
geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim
Pîrzâdemizdir ve cezbe sâhibidir." buyurdu. Bir sohbetinde bu üç
kerâmetini gördüm."
Yine Cân Muhammed Celenderî,
Acîn'de
görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yanında talebe iken, bir gün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bana; "Sana bir iş söylesem yapar mısın?" buyurdu. "Canım
fedâ olsun yapmaz olur muyum!" dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı
bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: "HafızRahne'nin bahçesine git, orada bir
grup derviş oturuyor. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir
dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına
git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya
gelmesini bildir." Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Târif
ettiği şekilde dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride
oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez
bana; "Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?" dedi. Evet deyip
elimdeki kâğıdı verdim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin duâ ettiğini ve
çağırdığını söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
huzûruna
girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere
oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri kahve getirmemi söyledi.
Hemen koşarak dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp
getirdim. Önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sundum. "Ona götür."
buyurarak misâfire vermemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa
döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer
o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu. Huzûruna çağırıp geldiğim
derviş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; "Bu
Celender'dendir. İsmi, Cân Muhammed'dir" dedi. Bunun üzerine o derviş;
"Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarîkatta
yetiştiriyorsunuz?" deyince; "Kâdiriyye silsilesinden" buyurdu. Bunun
üzerine o zât; "Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî'ye kavuştururuz." dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri
dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen
hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; "Cân
Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun?Bu mudur değil midir? Dikkatli
bak!" buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka
bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bana, "Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî'dir!
Ona intisâb et, bağlan." dedi. Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım,
benim kendisine intisâbımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar
kutup yıldızına doğru gidip kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımdaydı. Bana;
"Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?" dedi. Ben de "Evet"
dedim."
Bu hâdiseyi Cân Muhammed
Celenderî'den
naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır: "Ben bunları Cân Muhammed
Celenderî'den dinledikten sonra ona dedim ki: "Bu kadar kıymetli
şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhtan uzak
kaldın?" O da bana; "Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek
istediler. "Buna müsâade et, biz bunu kethudâ (ticâret reisi)
yapacağız" diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; "Git
kethudâ ol" buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip,
ısrarla beni istediler. "Git" buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım
kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Bir gün bir şey
yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma
verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle
dönmüştüm. Bu sefer çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden
akrabâlarımla gittim. Ticârete başlayıp, kethudâ oldum. Bundan sonra
ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım.
Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip
görüşürüm, sohbetinde bulunurum" dedi."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerindenMevlânâ Muhammed Emîn, bir gün, hocasına şöyle arzetti:
"Nevâbşîr Hâce, asîl ve şerefli bir âileye mensubtur. Babası ve
dedeleri evliyâdandı. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram
işlerle meşgûl oluyor. Islâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir
komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden
pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar." Bunu arzedince
İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir defâ aynı şey
arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Ey Mevlânâ Muhammed!
Nevâbşîr Hâce'nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar
içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim,
uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz."
buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse,
içki içmeyi ve haramları terkedip tövbe etti. Sonra ibâdet ve tâatla
meşgûl oldu.
Bu zât bir defâsında Serhend
şehrinden
başka bir şehre gitmişti. Serhend'e dönüşünde hastalanıp vefât etti.
Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere
defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; "Sonunda biz onu
yanımıza çekeceğiz." buyurmasının hikmeti anlaşıldı."
Birgün İmâm-ı Rabbânî
hazretleri
hastalanmıştı. Hastalığı sırasında yemek için on bir tâne üzüm istedi.
Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye
daldı.Bir müddet sonra başını kaldırıp; "Çok garib bir hâl gördüm. Bu
üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin, Allahü teâlâya münâcaat
ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin
münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı
kıldı." buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tâne yeyince hastalıktan eser
kalmadı. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu
hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri
yedirdiler. Onun da hastalığı geçti."
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle
anlatmıştır:
"Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık
ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi
anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü.
Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele hazret-i Muâviye'yi
sevmezdim. Bir gece senin üstâdın İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ını
okuyordum. Okuduğum yerde; "İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i
Muâviye'yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr'i ve hazret-i
Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene
verilen cezâyı vermek lâzımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım
sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektûbât'ı
yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın
öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile
kulaklarımı çekti ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı
beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı
okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de
gör! Resûlullah efendimizin eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan
işit." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp
kendisi yalnızca ilerledi. Uzak'ta görünen büyük bir odaya doğru
yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekinerek ve saygı
ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler
söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden
bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı
Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zât, hazret-i Ali'dir. İyi
dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. "Sakın,
sakın! Resûlullah efendimizin eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık
bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe
şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve
o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek;
"Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı
dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve
soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı.
Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi.
Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir
tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için
onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu
kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi
yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda
uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin
tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah'tan başka hiçbir şeyin
sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî'ye ve onun
yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı."
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır:
"İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek
yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu: "Mühim bir iş için
Lâhor şehrinden, Burhânpûr'a gitmiştim. Serhend'e gelip, hazret-i
İmâm'ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi,
kalayım mı diye tereddüd ediyorum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Çok
mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur."
buyurdu. Emirlerine uyarak yola çıktım. İki üç konak gidince hastalığım
arttı. Bir gece böyle devâm etti. Bu hastalığın şiddetli zamânında
kendi kendime; "Onlar bana; "Gidin bunda hayır vardır" buyurdu
dedim."Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın
ateşi ve sıkıntısı esnâsında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda
gördüm. "Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devâm et." buyurdu. Sabah
olunca, hastalık tamâmen geçti. Delhi'ye gelince, orada bir dostum bana
Hâre (bir şehir) helvası ikrâm etti. Bunu yiyince, yeniden hastalandım.
Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne
kavuşmak için yalvarmağa başladım. İki gün geçmeden, hazret-i İmâm'ın
huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, âniden kapıdan
içeri girdi. "Hayırdır inşâallah." dedim. Dedi ki: "Beni İmâm-ı Rabbânî
hazretleri gönderdi. "Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır
hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, berâber
bulunursunuz." buyurdu. "Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım
sırada bir torba şifâlı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte
getirdim." Ben dedim ki: "Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim
hastalığımın iyileşmesi için ilâc olarak göndermiştir. Bu otları ezip,
suyunu içmeliyim." Doktorlar; "Sıtmanın şiddetli zamânında, tatlı ve
soğuk yenmez, içilmez." deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben
onlara; "İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi
içeceğim." dedim. İster istemez o otları ezip şerbet yaptılar. İçer
içmez, hastalığımın hafiflediğini anladım. Ertesi gün kalan otların da
suyunu çıkarıp içince büsbütün kurtuldum. Orada bulunanlar, bu hâdise
üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
büyüklüğünü anladılar."
O zamânın sultânının üçüncü
oğlu, diğer
kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumdaydı.
Babasına isyân etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu,
kuvvetli ordularla birbirlerine hücûm ettiler. Şiddetli bir harb
başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri yürüten büyük bir
kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer
kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin
sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları
himâye ediyordu. Zamânın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine mektup yazıp; "Delhi'de bulunan velîler ile
büyükler keşf ve vâkıalarla gâlibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında
olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu hususda ne buyururlar" dediler:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; "Harb meydanındaki vaziyetin bunun
aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamâmen
görüyorum." buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri
devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı
ona (Şâh Cihân bin Cihângir'e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun
makâmına geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan'ı adâlet ve ihsânla
dolduran bir pâdişâhlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sâyesinde memleket
başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne
üstün hizmetler yapıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
1615 (H.1024)
senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine;
"Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmış üç sene
olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi.
Çünkü Peygamber efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da
uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta hazret-i Ebû Bekr'e,
hazret-i Ömer'e ve hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.
1623 (H.1032) senesinde
Ecmîr'de iken;
"Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe
başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp;
"Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve
ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu
mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna
kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını husûsî odaya çağırdı. Buyurdu
ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve
bağlılığım kalmadı. Öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk
alâmetleri görünmeğe başladı."
Muhammed Hâşim-i Keşmî
demiştir ki:
"Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen
üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu.
Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını
sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtının yakın olduğunu
açıklaması üzerine sebebini öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve
darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok
yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve; "Bir takım
işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler."
buyurdu. Bunun üzerine iki kardeş çok sevindi. Sonra bu hâdiseyi bana
anlattılar. Bununla berâber, bu fakîrin gözyaşlarının aktığı rahneleri
(çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları
ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri o
günlerde,
Hâce Muînüddîn Çeştî hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet
kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: "Hazret-i Hâce
çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden
ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan
biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa
çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız." Bu arada o
mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin elini öpmekle
şereflendiler.
Muînüddîn Çeştî hazretlerinin
kabrinin
örtüsünü her sene değiştirip, eskisini evliyânın büyüklerinden birine
gönderirlerdi. Yâhud da zamânın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci
ve mücevherât gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezarın
örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdîm
ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü
hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; "Hazret-i Hâce'ye
bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu saklayın, bana kefen
olsun" buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî
hazretleriEcmîr seferinden
Serhend'e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit
namaz ve Cumâ namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menbaı
olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî'den, yüksek oğullarından,
talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının
girmesi çok nâdir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk
bir nefes çekip; "Şeyhülislâm'ın (Ebû Ali Dekkâk'ın) meşrebi çok
yükselince, meclisinde insan kalmadı." sözünü söyledi. Burada olduğu
gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o
kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında
mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç
günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!"
buyurdu. Sonra tekrar arzedip; "Hemen gidip, döneceğim." dedim. "Birkaç
gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzûrunuza
döneceğim." deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar
nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
Bunun gibi, husûsî mahremleri
ve onlara
çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve
insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün
insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye
sorunca, cevâbında; "Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle
olunca, tamâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istigfâr
ediyorum, af diliyorum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve
nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu
da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için
beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız."
buyurdu.
Yine bugünlerde, kendi evinin
aralığında
(holünde) istirahat ederken, âniden; "İki üç ay sonra biz bu evde
olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Husûsî odanızda mı
bulunacaksınız?" diye arzettiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayacağım."
"Ya nerede olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hiçbirinde olmam.
Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi ve
büyük
hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve
hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belâların
giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de
kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden
sevinç gözyaşları döküldü:
"Vuslat günüdür sırdaşım
âleme kucak
açayım,
Bu devletin, bu nîmetin
sevinçlerini
saçayım."
Muharrem ayının on ikinci
günü buyurdu
ki: "Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını
bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler
ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tâzelendi. O günlerde,
oğlu Muhammed Saîd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü.
Sebebini sordu. Cevâbında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile
ağlıyorum." buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok
sevdiklerinin isteğine bırakır. Mâdem ki, siz bu kadar çok
istiyorsunuz, elbette gidersiniz." diye arz etti. Bu sözü söyleyen
oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'îd! Allahü
teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum." dedi
ve gâyet samîmî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı
vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu
şefkatsızlık ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine;
"Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve
yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok
olacaktır. Çünkü bu dünyâda, insanlık îcâbı bâzan ister istemez yardım
ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan
tamâmen ayrılma vardır." buyurdu. Bunu söylediği günden îtibâren, o
günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi
kalbleri hasta eshâbına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü
geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine
oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte,
Allahü teâlâ, Habîbine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün
kemâlâtı bana ihsân eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri
parçalandı. Çünkü, bu sözlerde hazret-i Ebû Bekr Sıddîk-i Ekber'in; "Bu
gün dîninizi tamam eyledim." âyet-i kerîmesi gelince kalblerine
gelen, yâni Peygamber efendimiz vefât edecektir, ilhâmından bir işâret
bulunduğunu anladılar.
Mısra:
"Senin misk zülfünden,
ayrılık
gecesinin kokusu geliyor."
Safer ayının yirmi üçü
Perşembe günü,
dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi
üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın
soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa
düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra
tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
bu hususta da ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel
hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!"
buyurdu.Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı
tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar
zaman kalmadı diyor." buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için
ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar,
vefât ettiği gün tamâmen bitmişti. Bu hastalık zamânında, yüksek
ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün
ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar
konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Hazretinizin
hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu mârifetlerin
beyânını bir başka zamâna bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye
arzetti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı?
Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve
kudret bulamayacağım." buyurdular.
Bu günlerde hastalığı
şiddetli olmasına
rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün,
yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve
murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının
yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin
üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve;
"Bu bizim son teheccüdümüzdür." buyurdu.
Vefâtından biraz önce,
kendinden geçme
hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu,
hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nûrlara gömülme) sebebi ile
midir, diye arzetti. Cevâbında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bâzı
çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki
hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil
olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının
kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri
yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan,
vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata,
Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma,
zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.
Nasîhatlerinden birinde;
"Mezârımı belli
olmayan bir yere yapınız." buyurdu. Yüksek oğulları arzettiler ki:
"Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin defnedildiği,
şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada olacaktır. Aynı
yerde defnedileceğim." buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz."
"Evet öyleydi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum." dedi. Oğullarının,
bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; "Eğer böyle
yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da
olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız.
Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı
kalmasın." buyurdu.
Hazret-i İmâm kendi kabirleri
için
buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir
dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz.
Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefât ettiği
Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden
hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir."
buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O
günün işrâk zamânında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu.
Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama
ihtimâli olabilir." buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hususlara
dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma
yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât
edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini
bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin
üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup,
zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes
aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti.
"İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir." buyurdu. Bundan sonra
bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz
sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri
namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tâbi oldu.
Vefâtı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesâbı
ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmi dokuz gün idi.
Peygamber
efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber
efendimizin huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının
sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir
günlük hummâ, bir senenin keffâretidir" buyruldu. Çektikleri
hastalık, bu hadîs-i şerîfin mânâsına uygun oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
nûrlu bedeni
yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada
bulunanlar hazret-i İmâmın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını
gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde
halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip
uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet
bu şekilde kaldı.
Yıkayıcı, mübârek ellerini
açıp düzeltti.
Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol
tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir
alâmeti olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya
geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının,
sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa
yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber
öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün
değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu
hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir mânâ ve
gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar
ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki, muhterem babam böyle
istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde;
"Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü
teâlânın büyük
bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
cenâze
namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi.
Serhend'de evinin yanında defnedildi.Daha sonra Afganistan pâdişâhı
Şâh-i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.
Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu
her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok
târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: "Vefât ettiği günün akşamı şehrin
kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim
yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden
yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın
rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve
perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrâhim
aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır." buyurdu. Böylece, bu
kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan
muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."
Büyük oğlu Muhammed Saîd
buyurdu ki:
"Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın
kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve
bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından
hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de
şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen; "Şükreden kullar azdır." (Sebe' sûresi: 13)
buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler
olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân
ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler." buyurdu.
Hâce Muhammed Ma'sûm
hazretleri buyurdu
ki: "Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli
nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek,
bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek
kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de,
senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden
bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması
nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
Eserleri:
1) Mektûbât: İslâm
âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ı
kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild
olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydâna gelmiştir.
Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun mârifetlerini açıklayan uçsuz
bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât'ın birinci
cildi 1616
(H.1025) senesinde talebelerinin meşhûrlarından Yâr Muhammed Cedîd-i
Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç
(313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Keşmî'ye
yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektubunu
yazınca; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla resûllerin, din
sâhibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç
yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1619
(H.1028) senesinde
yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde
Esmâ-i hüsnâ yâni Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde geçen doksan dokuz
ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin vefâtından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden
Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'ân-ı
kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç
cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin vefâtından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilâve
edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.
Mektûbât'daki
mektupların birkaçı
Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.
2) Redd-i Revâfıd: Fârisî
olup,
Râfızîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesîkaları)
kitabında, bir bölüm olarak, İhlâs Holding A.Ş. tarafından
yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.
3) İsbâtün-Nübüvve: "Peygamberlik
nedir?" adı ile Türkçeye tercüme
edilmiştir. Hak sözün Vesîkaları kitabı içinde bir bölüm olarak
yayınlanmıştır. AyrıcaArapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme
edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'âd,
5) Âdâb-ül-Mürîdîn,
6) Ta'lîkât-ül-Avârif,
7) Risâle-i Tehlîliyye,
8) Şerh-i Rubâ'ıyyât-ı
Abd-il-Bâkî,
9) Meârif-i Ledünniye,
10) Mükâşefât-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Sülûk
Risâlesi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
Edebi
gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz.
Ehlin gönlü için (âilenin
gönlünü almak
için) günah işlemek ahmaklıktır.
Farzı bırakıp, nâfile
ibâdetleri
yapmak boşuna vakit geçirmektir.
Gınâ sâhiplerinin yâni
zenginlerin, alçak
gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.
İnsana
lâzım
olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.
Kalbin tasviyesi
(temizlenmesi);
İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve
nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi, doğru
yolu gösteren âlimi sevmek bunu kolaylaştırır.
Kalbin
birçok
şeyleri sevmesinin sebebi, hep o bir şey içindir. O da nefsdir.
Kâfirlere kıymet vermek,
müslümanlığı
aşağılamak olur.
Kelime-i
tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.
Küfür, nefs-i emmârenin
isteklerinden
hâsıl olur.
Malı zarardan korumanın
ilâcı, zekât
vermektir.
Mübahları gelişi güzel
kullanan, şüpheli
şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.
Büyükleri
sevmek, saâdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhane, gevşeklik sığmaz.
Nefs bir kötülük deposudur.
Kendini iyi
sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.
Nefse, günahlardan kaçmak,
ibâdet
yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.
Razzâk olan Hak teâlâ,
rızıklara kefil
olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.
Seâdet,
ömrü
uzun ve ibâdeti çok olanındır.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak,
peygamberlere uymağa bağlıdır.
Sohbeti
ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve
kemâllerin üstüdür.
Sünnet ile bid'at birbirinin
zıddıdır.
Birini yapınca öteki yok olur.
Zâhid,
dünyâya
gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.
Zekât niyeti ile bir kuruş
vermek, dağlar
kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevapdır.
Sâlih
ameller
İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.
Cennet ile Cehennem'den başka
ebedî bir
yer yoktur. Cennet'e girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak
lâzımdır.
Dünyâyı
maksad
edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir
arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün
olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı,
İslâmiyete uymaktır.
Bu zamanda dünyâyı terk etmek
çok zordur.
Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir
ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu da,
yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya
taşmamakla olur.
Dünyâyı
terk
etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından
fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri
terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
Tesbih okumak (sübhânellah
demek),
tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.
Vakit çok kıymetlidir.
Kıymetli şeyler
için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet
etmektir. Yâni Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.
Gençlik zamânında dînin
emirlerine uymak,
dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.
Annenin
yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü
için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu
basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu.
Allahü teâlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insanlar) çirkin işleri yaparlar.
Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler
yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, yâhud onun
görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.
Velîlerin hiçbiri,
peygamber
mertebesine varamaz.
Velîlerin hiçbiri, Sahâbî
mertebesine
çıkamaz.
İhlâs ile yapılan küçük bir
iş, senelerce
yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevap) hâsıl eder.
Her
ibâdeti
seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını
ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.
Dünyânın vefâsızlıkta eşi
yoktur, dünyâyı
isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz
ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve
korkular olsun.
Gençlik
çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet
bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli
ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek
için uyanık olunuz.
İnsanlar riyâzet deyince,
açlık çekmeği
ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emrettiği kadar yimek
için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha faydalıdır.
Bir
kimsenin
önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini
yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını
bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.
Bir farzı vaktinde yapmak,
bin sene
nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır.
Ölmek, felâket değildir.
Öldükten
sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.
Sonsuz kurtuluşa kavuşmak
için, üç şey
muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.
Ölülere
duâ ve
istigfâr etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdâtlarına yetişmek
lâzımdır.
Dünyâyı ele geçirmek için
âhireti vermek
ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.
Nefse
kolay ve
tatlı gelen şeyi saâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de
şekâvet ve felâket sanmamalıdır.
Birkaç günlük zamânı büyük
nîmet bilerek,
Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.
İbâdetlerin hepsini
kendinde toplayan
ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.
Câhillerin, büyüklere dil
uzatmalarına
sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allahü
teâlâya yalvarınız.
Geçici
lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyâlıklara aldanmamalıdır.
İhsân sâhibinin kapısı
çalınınca açılır.
Gönül
dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.
Dünyâ hayâtı pek kısadır.
Bunu en lüzumlu
şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış
olanların yanında bulunmaktır. Hiçbir şey sohbet gibi faydalı olmaz.
EDEBE RİÂYET
Bir gün, hâfızlardan biri,
kendi
minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm
okumağa başladı. İmâm-ıRabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp,
hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu.
Hiçbir zaman Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."
GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA!
Çok uzak memlekette bulunan
bir azîz,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi ve
birinin evinde misâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî'den istifâde etmek için
geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini, bunun için
çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî'yi kötülemeye
başladı. Misâfir çok üzüldü.Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî'ye sığınıp
kalbinden; "Ben yalnızAllah rızâsı için, size hizmet niyeti ile
gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrum etmek istiyor." dedi. Bu
sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini
inkâr eden, o şahsa gereken cezayı verdi ve evden çıktı. O azîz
sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek
istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Gece olanı, gündüz anlatma!"
buyurup, kerâmetini gizledi.
İŞİN SIRRI BUDUR
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: "Bir grup tücarla
Acîn'de idim. Bu tüccarlar arasında Cân Muhammed adında Celender'den
bir zât da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri
bana sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden
çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün
sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini
duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun
talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim." dedi. Sonra gidip
kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda,
rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine;
"İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü
teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle
olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle,
gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur." buyurduğunu söyledi.
ÇABUK GEL, GEÇ KALDIN!
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: "Ben, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli
mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece
karar verip; "Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına
kabûl etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rüyâmda kendimi derin
bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı
sâhildeydi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel!
Geç kaldın." buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim zikretmeye başladı.
Uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. "İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre
başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rüyâyı bana olan
teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin
zikretmeye başladığını söyledim. Bana; "Yolumuz tam budur. Buna devâm
et" buyurdular."
YIKILAN PUTHÂNE
Seyyid
Rahmetullah şöyle anlattı: "Dekken
melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahrâya gittik. Orada bir
puthâne gördüm. Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden; "Bir müslümanın
elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın veya zarar versin.
Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için
cihâd eden gâziler sevâbına kavuşur." diye duymuştum. Onların bu
sözlerine güvenerek, arkadaşlarıma; "Bu sahrâda, bu puthâneyi koruyan
kimse görünmüyor, burayı yıkalım." dedim. Duvarlardan biraz yıkınca,
civarda tarlalarda çalışan Hindulardan biri, puthâneyi yıktığımızı
görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. O sıra bin
kişiye yakın bir kalabalığın taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir
kızgınlıkla üzerimize geldiklerini gördük. Ben ve arkadaşlarım hayret
ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa
bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeye başladım.
Bu hâlde iken, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kalbine müteveccih oldum
ve; "Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk.
Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim.
Bu yalvarma ve ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbânî'nin sesi kulağıma geldi.
"Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum." diyordu.
Arkadaşlarıma; "Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm'ın sesini duydum.
İmâm'ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı." dedim.
Hindular çok yaklaşmışlardı. O anda birden bire otuz kırk kadar süvâri
göründü. Son sürat geldiler, bir kısmını kamçılayıp bizi kurtardılar.
Sonra hepsini sürüp götürdüler. Bu iş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
YANAN MALLAR
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri talebeleriyle
berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları
sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir belâ
geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız
birbirlerine söylesinler herkes; Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî
şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm, ve Eûzü
bi-kelimâtillâhittâm-mâti min şerri mâ halak duâlarını tekrar tekrar
okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile
kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten iki saat geçmeden
kervansarayın bâzı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler
ve malların çoğu yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmümin Lâhorî'nin de malları
yandı. Ona; "Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?"
buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi
unutmuşlardı.
EDEPSİZ NÖBETÇİ
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin güvenilir
bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccar, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sâhibi
ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâsından bir genci hırsızlıkla
ithâm etti. O genç, hakâret ve dayak korkusundan kaçıp gitti.
Serhend'de bu işlerle görevli olan nöbetçi bunu duyunca hazret-i İmâm'ı
çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini
bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile,
yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan
sözler söyledi. Hazret-i İmâm ise gâyet yumuşak cevaplar verdi. Bu
esnâda Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; "Kimi ayağına
çağırdığını biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar
elbette kısa zamanda cezâsını görür." dedi. Nöbetçi onları bıraktı.
Aradan bir gün geçmeden bu edepsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir
kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından
ve akrabâsından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve
evin damına çıktı. O evde harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı.
Oraya âniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün
oğlu ve akrabâsı ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece
Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezâsını canıyla ödedi.
NİÇİN YIKILMADI
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır:
"Ecmir'de iken, Terâvih namazı kıldığımız mescidin bir duvarı sağlam
yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide
gelenlerin çoğu ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu
duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir gün bu
düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı
müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler;
"Bizim şakamız ciddîdir." buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan
ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat
kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılıp yıkılmayacağına
bakıyordum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar
uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi."
KİM ÖLECEK, KİM KALACAK?
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri vefât etmeden
altı ay önce, Şâban ayının on beşinci gecesi olan "Berât kandili"
gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli
hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve
amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin
defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüt ve şüphe ile
söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini
görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan
kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât
edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.
DİN NASÎHATTIR
Buyurdu
ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak
lâzımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi.
Çünkü, Peygamber efendimiz vefât edecekleri zaman böyle nasîhat
eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye'den, Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet
eder: "Resûlullah efendimiz bize vâz ediyordu. Bu vâzdan kalbler
ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz
vedâ vâzına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resûlullah aleyhisselâm
buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah'tan korkunuz, bir köle
bile emr-i ilâhîyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok
şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gâyet
sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid'atten çok sakınınız.
Çünkü bütün bid'atler dalâlettir, sapıklıktır."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
vasiyetine
devamla şöyle buyurdu: "Dînimizin sâhibi Resûlullah efendimiz,
nasîhatlerin en incelerini bile; "Din nasîhattır" hadîs-i
şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam
tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve
tekfîn işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha önce mübârek
hanımına buyurmuştu ki: "Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu
dünyâdan âhirete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan
aldırırsın."
1) Mektûbât-ı İmâm-ı
Rabbânî
2) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye; (49.
Baskı) s.1096
3) Zübdet-ül-Makâmât;
s.126 vd.
4) Hadarât-ül-Kuds; s.30
vd.
5) Umdet-ül-Makâmât; s.98
vd.
6) Makâmât-ı Ahmediyye
(Ahmed Saîd
Fârûkî)
7) Hak Sözün Vesikaları
(2.Baskı);
s.306
8) Eshâb-ı Kirâm
(6.Baskı); s.147
9) Kıyâmet ve Âhiret
(5.Baskı);
s.168,186
10) Câmiu
Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.334
11) Reşehât Zeyli; s.19
12) Dürer-ül-Meknûnât
(kenarı); s.52
13) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.330
14) Makâmât-ı Ahyar; s.26
15) Hadâik-ül-Verdiyye;
s.178
16) Rehber Ansiklopedisi;
c.8, s.138
17) İslâm
ÂlimleriAnsiklopedisi; c.15,
s.318 |