Hirat'ta
yetişen âlim ve büyük velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn
Ahmed, lakabı Nûreddîn'dir. Câmî ve Mevlânâ nisbetleriyle meşhûr oldu.
Anadolu'da MollaCâmî diye tanınmaktadır. 1414 (H.817) de İran'ın Câm
kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir.
Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe
kavuştu.
Mevlânâ Abdurrahmân'ın babası
Nizâmeddîn
Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun
ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O
sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat
medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları
ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin
başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler
üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i
Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu.Mevlânâ
Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri
seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı.
Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine
hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî
ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar.
Burada HâceAli Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in ve Mevlânâ Cüneyd-i
Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine
ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında BursalıKadızâde Rûmî'nin
matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr
astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye
astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini,
en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu
cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu'ya dönerek; "Sizin ilim
hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe
etti. Ali Kuşçu ise; "Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki
bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve
bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten
kendini alamadı.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
kısa zamanda
aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Herat'ta meşhûr beş âlimden
birisi oldu.
Herat'ta Sâdüddîn-i Kaşgârî
hazretleri,
her gün câmi kapısının önünde, namazdan önce ve sonra talebeleriyle
sohbet ederdi. Molla Câmî'nin de yolu, oradan geçerdi. Sâdüddîn-i
Kaşgârî ne zaman Molla Câmî'yi görse; "Bu gençte görülmemiş bir
kâbiliyet var. Onun hâline âşık oldum. Bu gencin, bu istidâdını boşa
kullanmaması için onu yetiştirmeliyiz. Fakat bunu kendisinin taleb
etmesi lâzım." buyururdu. Molla Câmî, bir gün rüyâsında Sâdüddîn-i
Kaşgârî hazretlerini gördü. Molla Câmî'ye; "Öyle bir sevgiyle bağlan
ki, bırakmak mümkün olmasın." buyurdu. Bu rüyâ, Abdurrahmân Câmî'ye pek
fazla tesir etti. O anda Horasan'da idi. O gün hemen yola çıkıp,
Herat'a geldi ve Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna girdi. Onun sohbeti
ile şereflendi. Bu sohbette, kalbinde pekçok değişikliklere şâhid oldu.
Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin bâzı kerâmetlerini görünce, ona bağlılığı daha
da arttı. Zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtınî ilimlerde de yükselmek
içinSâdüddîn hazretlerine canla başla hizmet etmeye, onun
teveccühlerine kavuşup, fevkalâde olgunluklara sâhib olmaya başladı.
Sâdüddîn-i Kaşgârî, Molla Câmî'nin ilk geldiği gün; "Rabbimize
hamdolsun ki, Mevlânâ Abdurrahmân gibi bir şâhin tuzağımıza düşmüştür.
Artık bunu yetiştirmek, zâyi etmemek lâzımdır." buyurdu. Artık hep
onunla meşgûl olmaya başladı.
Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i
Kaşgârî'nin
talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan
toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ
Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi
"Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu.Mevlânâ Abdürrahîm ise;
"Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna
girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl
derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden
sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.
Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i
Kaşgârî
hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye
için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini
terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan
uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm
okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan
ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve
melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun
gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü
teâlâya verdi. O zaman anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara
düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin
almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mı? Bu
benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocası
Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî
buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna
ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı.Hocamın
emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını
sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin
meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye
ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün
kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında
nefsinden kurtulmasıdır."
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî
hazretleri,
Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri
altında yetişti. Onun halîfesi, vekîli oldu. Hocası, 1456 (H.860)
senesinde Herat'da vefât etti.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
zamânındaki
âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri
Muhammed Esed, biri Ubeydullah-i Ahrâr hazretleridir. Ubeydullah-i
Ahrâr ile dört defâ buluştular. İlk görüşmelerinde Ubeydullah-i
Ahrâr'ın büyüklüğünü kabûl edip, ona bağlandı.
Onun feyz ve bereketlerinden
istifâde
etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi.
Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükût içinde
geçerdi. Fakat kalbden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç
konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmî, Taşkend'e Ubeydullah-i
Ahrâr hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmî olarak
sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-i Ahrâr bâzı
şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar
anlamıyorlardı. Bir ara Molla Câmî; "Efendim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i
Arabî'nin Fütûhât'ında bâzı mevzûlarda müşkilimiz vardır.
Bunların îzâhını istirhâm ediyorum." dedi. Hâce Ubeydullah emir buyurup
Fütûhât kitabı getirildi. Anlaşılmıyan yerler
gösterildiğinde;
"Okuyun, dinleyelim!" buyurdu. Kitapdaki o mevzû, tâne tâne okundu.
Sonra Ubeydullah hazretleri îzâh etti, fakat bu îzâhı orada olanlar
anlayamadılar. Bu îzâhın anlaşılmadığını gören Hâce Ubeydullah; "Kitabı
kapatınız!" buyurdu. Kapattılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu.
Ubeydullah-i Ahrâr murâkabeye vararak, başını göğsüne eğip tefekküre
daldı. Sonra; "Şimdi kitabı açınız!" buyurdu. Açtılar ve okumaya
başladılar. Bu defâ, okudukça yazılanlar anlaşılmaya başlandı. Daha
önce niçin anlayamadıklarına hayret ettiler. Ubeydullah-i Ahrâr'ın bir
nazarı, himmeti ve duâları bereketiyle, anlaşılmayan mevzû, bir defâ
daha okununca anlaşılır hâle geldi. Nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî;
"Hâce Ubeydullah-i Ahrâr öyle bir kimse idi ki, bir bakışları ile hasta
kalbleri ıslâh eder, kalbi dünya düşüncelerinden o derece çabuk
temizlerdi." buyurdu.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
1472 (H.877)
senesinde Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler
onu karşılıyarak, ziyâret edip, hayr duâsını aldılar. Bilmedikleri
müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdât'ta
Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi.
Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebeb oldu. Uğradığı yerlerde,
sultanlardan, emîrlerden ve halktan pekçok hürmet, izzet ve ikrâm
gördü. Daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti.
Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber efendimize olan muhabbetini
dile getiren kasîdeler söyledi.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
Hicaz seferi
esnâsında bir Arabî ile karşılaştı. Molla Câmî'nin güzel bir devesi
vardı. O deve Arabî'nin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir
fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Câmî, Arabî'nin ısrârına
dayanamıyarak verilen fiyata devesini sattı.Arabî, kendi yükünü yükledi
ve deveyi alıp gitti. Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o
deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmî'ye gelip;
"Bana hasta bir deveyi sattın." diyerek, küstahça sözlerde bulundu.
Haddinden fazla edebsizlik etti. MollaCâmî, adama parasını geri
vererek; "Deve nerede öldü?" buyurdu. O da; "Falan yerde, istersen
gidip görelim." dedi. MollaCâmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl
etti. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: "Bu
Arabî'nin ölümü yaklaştı." Arabî, Mevlânâ Câmî'yi tam devenin kum
fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.
Hac vazîfesini yaptıktan
sonra Haleb'e
geldiler. Orada da bütün halk onu saygıyla karşıladı. Pekçok ikrâmlarda
bulundular. Oradan Tebrîz, Horasan ve Herat'a gitti.
MollaCâmî hacdan dönünce,
Hüseyin
Baykara'nın kendisine tahsis ettiği bir medresede ders vermeye başladı.
Arab diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser
yazmıştır. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdığı El-Fevâid-üz-Ziyâiyye
fî Şerh-il-Kâfiye adlı Arabca gramer kitabı, müslüman Türkler
arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmıştır ve medreselerde
ders kitabı olarak okutulmuştur.
Mevlânâ Abdurrahmân,
Sadüddîn-i
Kaşgârî'nin halîfesi, vekîli olduğu hâlde, önceleri tasavvuf edeblerini
başkalarına bildirmekten çekinirdi. "Hocalık yükü çok ağırdır. Bu yüke
tahammül edemem." der ve bu ilmi öğrenmekte çok ısrâr edenlere yardımcı
olurdu. "Tâlib çok, fakat hakîkî sâdık olanlar çok az..." buyururdu.
MollaCâmî'nin sohbetinde
bulunanlar, gam
ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı.
Sultanlara, vezirlere,
vâlilere ve devlet
büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, hayrı, adâleti,
halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.
Hindistan'da Timûroğulları
devletinin
kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkında; "Zamânında, zâhirî ve
mânevî ilimlerde onun gibisi yetişmemiş gibidir. Onun övülmeye ihtiyâcı
yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluşa vesîledir." derdi.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
şöhret ve
îtibâr kazanmaktan kaçardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet
vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi oturur; Hakka ve halka karşı hürmet
göstermek yönünden böyle oturmayı tercih ederdi. Çok defâ kuru toprak
üzerine otururdu. Meclisine gelenler gam ve kederlerini unuturlar, neşe
ve ferahlık duyarlardı. Sofrasında misâfirsiz yemek yemez, hizmetini
görenlerle berâber yemek yemekten zevk alırdı. Kendi ihtiyâcından
fazlasını hayır işlerine sarfeder, ilim talebelerinin ihtiyaçlarını
görürdü. Herat'da ve Hıyâban şehirlerinde birer medrese, Câm şehrinde
de bir câmi yaptırdı.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, bir
defâ
okuduğu kitabı hiç unutmazdı. Onun için de bir daha bakma durumu
olmazdı. Dünyâya meyletmez, âhiret hayâtına hazırlıkla meşgûl olurdu.
Yatsı namazını kıldıktan sonra, bir saat kadar cemâatle sohbet ederdi.
Sonra Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olur, namaz kılar, Kur'ân-ı
kerîm okumakla vakitlerini değerlendirirdi. En fazla uykusu, gecenin
üçte birinden az olurdu. Geri kalan zamânını ibâdet etmekle
geçirirdi.Sabah namazından sonra, işrâk vaktine kadar cenâb-ı Hakk'ın
yarattıkları hakkında tefekkür, murâkabe ederdi. Öğleye kadar eser
yazma, kitap mütâlaası üzerinde durur, öğleden sonra talebeleriyle
meşgûl olurdu.
Molla Câmî, Ehl-i Beyt'e ve
Eshâb-ı
kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler
sarfedenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-ı
kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkidlerine mâruz
kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme
başlığı ile Ehl-i sünnet îtikâdını, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp
ile anlattı.
Molla Câmî, dîvânında, Türk
hâkânı Fâtih
Sultan MehmedHâna hitâben, onu övücü şiirler yazdı. Ayrıca onun oğlu
Sultan Bâyezîd'i medheden kasîdeleri de bulunmaktadır.
Ayrıca Sultan İkinci Bâyezîd
hakkında da
kasîdeleri vardır. Molla Câmî ile Osmanlı sultanları arasındaki bu
alâka, Osmanlı sultanlarının ilim, tasavvuf, şiir ve edebiyâta çok önem
vermelerindendir.
Osmanlı sultanları, Mevlânâ
Abdurrahmân
Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can attılar.
Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu'ya dâvet etti. Konya'ya
geldiğinde, Fâtih SultanMehmed Hânın vefât haberini alınca geri döndü.
Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne
kadar çok
sevdilerse, İran'daki Safevî şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler.
Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada,
MollaCâmî'nin oğlu, babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka
bir yere defnetti. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'ı istilâ edip,
Molla Câmî'nin kabr-i şerîfini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini
bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde bulunan tahta
parçalarını yaktılar. Şâh İsmâil de, kendi devrinde Herat'ı zaptettiği
zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin nerede bir kitabı
görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasını
kazıyıp, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî
(olgunlaşmayan kimse) olsun." Bu hâdiselere Horasanlı âlimler çok
üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; "Yazıklar olsun,
ülkeler fetheden Şâh'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun
kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız haydudun hatırı
için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım derken
hamlık etti" demekten kendini alamadı.
Molla Câmî'nin meclisine, bir
gün edebi
kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden
konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik
taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye
başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile
başlarım. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve;
"Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sırada ekmeği tek
elle koparan birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur."
deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına
bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O
kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak
sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuşmak mekruhtur." buyurdu. O
edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.
Bir kimse Molla Câmî'ye
gelerek; "Bana
öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak cenâb-ı Hakk'ın
rızâsını kazanayım." dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddîn-i Kaşgârî'ye de
aynı suâli sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine
götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgûl olun, kalbinizden kötü
huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek
istedi." buyurdu.
Molla Câmî'yi çok sevenlerden
biri
anlattı: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik.
Bağdât'a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını
hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ hazretleri de ziyâretime hiç
gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği
hâlde, yataktan kalkamıyordum. Birgün arkadaşımızın biri koşarak yanıma
gelip; "Mevlânâ Câmî seni ziyâret için geliyor." diyerek müjdeledi. Bu
sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana
getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi.
Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına
oturdu. Hâlimi, hatırımı sordu. Buna cevap olarak; "Âşıkların ümid
içinde yüz yıl bile bekliyeceğini." bir şiirle anlattım. Başını önüne
eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir
ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; "Terlemeğe başladınız,
yatağa giriniz. İnşâallah tez zamanda iyi olacaksınız." buyurdu.
Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli
bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin
kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî hazretlerinin teveccühleri bereketi
ile hastalıktan kurtuldum."
Geylanlı büyük velîlerden
biri
hastalandı. Her geçen gün hastalığının şiddeti artıyordu. Görenler; "Bu
hastalıktan kurtulmak imkânsızdır. Mutlaka ölür." diyorlardı. Herkes
ümîdini kesmişti. Hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, talebeleri,
oğulları ve yakınları başında toplandılar. Artık vefâtını
bekliyorlardı. Bir ara hasta gözlerini açtı. Yatağında doğrulmaya
başladı. Etrâfındakiler hayretle hastaya bakıyorlardı.Çünkü, günlerce
değil doğrulmak, bir taraftan bir tarafa dönemiyordu. Şimdi ise bir
ânda yatağından doğruldu. Ayağa kalktı. Tamâmiyle iyileşmiş gibi
hareket ediyordu. Oradakilere iyi olduğunu, hiçbir ağrı ve sızının
kalmadığını söyleyince, ahbabları dağılıp evlerine gittiler. Herkes
gidince, yakınlarından birine; "O kadar hasta idim ki, sanki rûhum
bedenden ayrılmak üzereydi. O ızdıraplı ânımda, gözüme Mevlânâ Câmî
hazretleri göründü. Yanıma oturup bana teveccüh etti ve iltifatlarda
bulundu, iyi olacağımı bildirerek kayboldu. Ben de, o gittikten sonra
hemen ayağa kalktım. Hiçbir rahatsızlığımın kalmadığını gördüm." dedi.
Talebelerinden Muhammed Rucî
anlattı:
"İlkbahar mevsimiydi. Yağmurlardan sular çoğalmıştı. Bir gün hocamız
Mevlânâ Câmî ile Malan Irmağının kenarında oturuyor ve sohbetiyle
şerefleniyorduk. Bir ara ırmağın üst tarafından, akıp gelmekte olan bir
kirpi gördük. Kirpinin karnı üst tarafta olduğu hâlde, suların
akıntısıyla sürüklenerek geliyordu. Belli ki ölüydü. Tam bizim
önümüzden geçerken, hocamız Mevlânâ Câmî hazretleri elini uzatarak, ölü
kirpiyi suyun içinden alıp inceledi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu.
Kirpinin dikenli sırtını okşadı. Bir müddet sonra kirpi kımıldamaya
başladı ve ayağa kalktı.Canlanan kirpi, normal hâlde insanlardan
kaçması lâzım iken, Mevlânâ Câmî'ye doğru gelip, ön ayaklarını ve
başını havaya kaldırarak, hürmet gösterir gibi beklemeğe başladı.
Kalkacağımız zaman, Mevlânâ Câmî, kirpiyi o hâlinden normal hâle
getirdi. Kalkıp şehre doğru yürümeğe başladık. Fakat kirpi peşimizden
gelmeğe başladı. Ancak şehre yaklaşınca peşimizi bıraktı.
Mevlânâ Câmî'nin
talebelerinden biri
anlattı: "Bir gün hocamın mübârek cemâlini ve tatlı sohbetini
arzulayarak huzûruna gitmek için yola koyuldum. Yolda giderken, karşıma
fevkalâde güzel bir kadın çıktı. İkinci defâ görmemek için gözümü başka
tarafa çevirdim. Fakat elimde olmayarak başımı çevirip bir daha bakmak
istedim. O anda yanımdan geçmekte olan odun taşıyan hamalın bir odunu
gözüme çarptı. Öyle acıdı ki, sanki gözüme ok saplanmıştı. Gözümden kan
akmaya başladı. Yabancı kadına bakmanın cezâsını hemen görmüştüm. Kan
durduktan sonra hocamın bulunduğu mescide gittim. Yanındaki kimselere
nasîhat ediyordu. Bir kenara oturup dinlemeye başladım. Hocamın bir ara
sohbetin mevzûsunu değiştirerek; "Birisi yolda gelirken, yanından
geçmekte olan bir güzele bakmış. O anda bir el peydâ olup, o kimsenin
gözüne bir tokat vurmuş. Bu tokatın dehşetinden göz yaşları dinmemiş ve
gözünden kan akıtmış. Hafiften bir nidâ gelip; "Bir kere harama bakmaya
bir dokunmak kâfidir. Eğer sen bakmaya devâm edersen, biz de
dokunmamızı arttırırız." buyurmuş." Hocam bunu anlattıktan sonra,
benden tarafa bakarak; "İnsan harama bakmaktan gözü korumalıdır ki, ona
el uzatmasınlar." buyurdu."
Molla Câmî, 1492 (H.898)
senesinde bir
Cumâ günü, dostlarının okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinledi ve ezan
okunurken son nefesinde Kelime-i şehâdeti getirdikten sonra vefât etti.
Sultan Hüseyin Baykara, vezîri Ali Şîr Nevâî, âlimler, seyyidler ve
bütün Heratlılar, Molla Câmî'nin evine koştular. Hazırlıklar
bitirildikten sonra, büyük bir cemâat cenâze namazını kıldı ve hocası
Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin kabri yakınına defnedildi. Mübârek kabri
ziyârete açıktır.Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, onu ziyâret
ederek, mübârek rûhundan saçılan feyzlerden istifâde ederler.
Türbesindeki kitâbede şu yazılar okunmaktadır: "Hüvelbâkî, bâkî olan
ancak Allahü teâlâdır. Yeryüzünde olan her şey fânîdir. Yalnız kerem
sâhibi olan Rabbimiz bâkîdir... İlim ve hikmet sırlarına ermiş,
bahçelerin hoş sesli bülbülü, kutbların en büyüğü, müslümanların
gözlerinin nûru olan efendimiz Abdurrahmân Câmî "kuddise sirruh",
Allahü teâlânın dâvetine uyarak, selîm bir kalb ile, meâlen; "Ey
(îmânda
sebât gösteren, Allah'ı anmakla) mutmainne olan nefs! Dön Rabbine,
(Cennet'te
sana hazırladığı nîmetlere), sen O'ndan (sana verdiklerinden
ötürü) râzı, O da senden râzı olarak haydi gir (sâlih) kullarımın
içine. Gir Cennet'ime..." buyurulan (Fecr sûresi: 27, 28, 29, 30.
âyet-i kerîmeleri) emir gereğince, bu aldatıcı dünyâ tuzağından, zevk
ve safâ ile dolu Cennet köşklerine uçtu.
Buyurduğu güzel sözlerinden
bâzıları:
"Akıl dışında olan şeyler,
keşif,
müşâhede ve kalb gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlıyamaz. Nitekim,
his uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor."
"Seven o kimselerdir ki,
sevgilisinden ne
kadar düşmanlık görse, yine dostluğunu arttırır. Sevgilisinden başına
binlerce sitem taşı gelse, onlar ancak aşk binâsını sağlamlaştırır."
"İlim, sana zarûri oldukça
kazanmaya
çalış, sana gerekli olmayan bilgileri elde etmeye uğraşma, zarûri
bilgiyi kazandıktan sonra da, onunla amel etmekten başka bir şey
isteme."
"Her kime şu beş saâdet
verilmiş ise,
tatlı yaşayışın dizgini onun eline bırakılmıştır: 1- Vücud sağlığı, 2-
Güven, 3- Rızık genişliği, 4- Şefkatli ve vefâlı arkadaş, 5- Ferâgat
duygusu."
"Akıllılar, ölümle sona eren
her nîmeti,
nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz
gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz
olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır."
"Üç zümreye, üç şey çirkin
düşer:
Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik."
"İhtiyarlık, gençliğin sonu
ve
netîcesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin,
ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur."
"Kötü kimse, başkalarının
ayıplarını
saymak isterken, kendini dile getirir."
"Bir kimse bütün ilimleri
kendinde
toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz."
"Önceden Allahü teâlânın
adını dile
getirip, O'nu övmeden mübârek bir işe başlayan kimse, cılız bir kuş
gibi uçmağa güç yetiremez. Gâyesine ulaşmadan kanatları kırılır, bir
daha kalkmayacak gibi yere düşer."
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî,
Arabî, Fârisî,
şiir ve nesir hâlinde yüze yakın eser yazdı. Bunlardan en kıymetlisi;
Nefehât-ül-Üns
min Hadarât-il-Kuds ve Şevâhid-ün-Nübüvve isimli
kitaplarıdır.
Molla Câmî'nin birçok eseri
vardır: 1)
Fâtihat-üş-Şebâb (dîvân), 2) Vâsıtat-ül-İkd (dîvân), 3)
Hâtimet-ül-Hayât (dîvân), 4) Bahâristan, 5) Heft Evrenk adı
altında topladığı yedi mesnevîsi. 6) Nefehât-ül-Üns min
Hadarât-il-Kuds: Bu eseri, Abdullah-i Ensârî'nin Tabakât-ı
Sûfiyye adlı eserinin genişletilmesiyle meydana çıkmıştır. Farsça
olup, altı yüz dört velînin hayâtı ve menkıbeleri anlatılmaktadır.
Nefehât-ül-Üns kitabının, Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatay Türkçesine
ve Lâmii
Çelebi de bir takım ilâveler yaparak Osmanlı Türkçesine tercüme
etmiştir. 7) Şevâhid-ün-Nübüvve, 8) Levâih.
BÜYÜKLERİN BEREKETİ
Molla Câmî hazretleri bir gün
buyurdu ki:
"Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin
bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Hâce Muhammed Pârisâ hacca
gidiyordu.Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm'ın ileri
gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de
yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini
öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ bana iltifât ederek bir
meyva hediye etti. Teveccühlerine kavuştum. Aradan altmış yıl geçmesine
rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden
gitmemektedir. İşlerimin rast gitmesi, büyüklere olan muhabbet
nîmetinin ihsân edilmesi, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin
teveccühleri ve duâları bereketiyledir. Bu "Ahrâriyye" yolunun
büyüklerine olan sevgimin meydana gelmesine sebeb olanlardan biri de
Fahreddîn-i Luristânî'dir. Ben küçükken, bizi teşrif etmişti. Kur'ân-ı
kerîm harflerini yeni öğrenmiştim. Beni kucaklarına oturtup, mübârek
parmağıyla işâret ederek havada; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi
muhterem isimleri yazardı. Ben okudukça hayret eder; "Bu çocuğun,
ileride bu yolun büyüklerinden olacağı umulur." derdi. Bana iltifât
eder, şefkat gösterirdi. Onun bu merhameti, ona ve onun gibi olan
büyüklere muhabbet etmeme sebeb oldu. O zamandan beri bütün arzum, o
büyüklerin muhabbetleriyle yanmak ve son nefesimde o muhabbet ile
ölmektir."
FIRSAT GANÎMETTİR
Mevlânâ Câmî'nin
talebelerinden biri
şöyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb
etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî'ye arzettim. Bana; "Gâyet
münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi
sakın ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli
haberler vardır." buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takım
engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne
kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin çalındığını gördüm."
HUZÛR VE ÂFİYET
Molla Câmî bir gün bir
kimseye; "Ne iş
yapıyorsun?" diye sordu. O da; "Hamdolsun huzûrluyum. Sıhhat ve
âfiyette bulunduğum hâlde dünyâyı terkederek bir köşeye çekildim.
Cenâb-ı Hakk'ın zikri ile meşgûl oluyorum." dedi. Molla Câmî buna cevap
olarak;"Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin
emmârelikten kurtulup, itminâna kavuşmasıdır. Nefsi itminâna kavuştur
da, ister sâkin bir köşede otur, isterse insanların arasında." buyurdu.
EDEBSİZİN CEZÂSI
Mevlânâ'yı çok sevenlerden
biri anlattı:
"Eshâb-ı kirâm düşmanlarından biri, Mevlânâ Câmî ile münâzara
etti.Eshâb-ı kirâm aleyhinde kelimeler sarfetti. Buna Mevlânâ Câmî öyle
güzel cevaplar verdi ki, o Eshâb-ı kirâm düşmanı, konuşacak tek kelime
bulamayıp sustu. Fakat Mevlânâ hazretlerine buğz etmeye, ona gizliden
düşmanlığa başladı. Biz bu adamın en kısa zamanda bir belâya
uğrayacağını veEshâb-ı kirâm efendilerimize dil uzatmanın cezâsını
ânında çekeceğine inanıyor ve bekliyorduk. O, biraz ötede duran atının
yanına gidip, yemini yiyip yemediğini kontrol etmek için, elini atın
başındaki torbanın içine soktu. At, birden sâhibinin şehâdet parmağını
ısırıp kopardı. Bağırmaya, feryâd ve figâna başladı. Herkes ne oluyor
ne var diye etrâfına toplandı. Biraz sonra yere yıkıldı ve büyük bir
ızdırap içinde kasıla kasıla öldü. Doğrusu, cezânın bu kadar kısa bir
zaman içinde verileceğini tahmin etmiyorduk."
|
|