NÂBÎ
Osmanlı
şâiri ve velî. İsmi Yûsuf'dur. Nâbî, evliyâlar ve enbiyâlar şehri
olarak bilinen Rûha (Urfa) da 1642 (H.1052) senesinde doğdu. 1712
(H.1124) senesi Rebî'ül-evvel ayının üçünde Cumartesi günü vefât etti.
Üsküdar'daki Karacaahmed kabristanlığına defnedildi. Kabri, Sultan
İkinci Mahmûd ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hân devirlerinde tâmir edildi.
Nâbî'nin yirmi beş yaşına kadar olan
hayâtı hakkındaki bilgiler rivâyetlere dayanmaktadır. Çocukluğunda
Arapça ve Farsça'yı, anadili Türkçe ile birlikte en iyi şekilde
kaynağından öğrendi. Daha sonra Yâkûb Halîfe isimli bir Kâdirî şeyhine
talebe oldu. Şeyh Yâkûb Halîfe, talebesi Yûsuf Nâbî'yi, ilk önceleri
bir kuzusuna bakmakla vazifelendirdi. Kısa bir süre sonra çobanlıktan
usanan Nâbî, kendi kendine nefs muhâsebesi yaptığı sırada; "Ben bu yola
Hakk'ı bulmak ve Hakk'ı bulmamda rehber olması için hocama baş vurdum.
Hocam benden safını bulamadı da, ders vereceği ve zikr yaptıracağı
yerde, bana hep kuzusunu otlattırıyor. Bu iş ne zamâna kadar sürecek?"
diye düşündü. Bu düşüncesi hocasına Allahü teâlânın izniyle mâlûm oldu.
Hocası derhal Nâbî'yi yanına çağırdı. Feyz saçan gözlerini öğrencisinin
gözlerine dikerek; "Senin bir talebe gibi eğitilmeye ihtiyâcın yok. Sen
ilimden nasîbini doğuştan almışsın. Çobanlık yaptırarak, seni denemek
istedim. Seni ilmin deryâsı olan İstanbul'a göndermek istiyorum. Gitmek
ister misin?" dedi. Hiç beklemediği durum karşısında şaşıran Nâbî;
"İlmi fazlası ile öğrenmiş yılların talebeleri dururken, benim gibi üç
günlük bir talebenin yüzmeyi bilmeden ilim deryâsına dalması nasıl
olur?" deyince, Yâkûb Halîfe; "Sâdece şöyle olur." diyerek ilim nûru
gözlerini Nâbî'nin gözlerine birleştirdi. Nâbî o anda ilmin birçok
mertebelerini aşarak kemâle erdi.
Yakınlarının da teşvîkiyle İstanbul'a
giden Nâbî, önceleri aradığını bulamadı. O sıralarda vezir Musâhip
Mustafa Paşaya;
Bir garibim cenâbına geldim,
Bir ümid ile bâbına geldim,
Kereminden zamâne sîr oldu,
Fakr devrinde bir fakîr oldu.
diyerek takdim ettiği şiiriyle dikkatleri
çekti. Mustafa Paşa, onu Dîvân kâtibliğine tâyin etti. Yûsuf Nâbî, 1671
senesinde yapılanLehistan seferinde bulundu.Kameniçe'nin zaptı dolayısı
ile yazdığı bir şiir, sultan tarafından beğenilerek, şehrin kapısına
işlendi. Mustafa Paşanın tavsiyesiyle yazdığı Kameniçe Fetihnâmesi sâyesinde,
sultânın teveccühünü kazanarak, takdir ve iltifâtına kavuştu.
1678 senesinde hac farîzasını edâ
ettikten sonra İstanbul'a dönen Nâbî, Muhâsip Mustafa Paşaya kethüdâ
oldu. Mustafa Paşanın vefâtına kadar yanında kaldı. Sonra Baltacı
Mehmed Paşanın yanında Haleb'e gitti. Baltacı Mehmed Paşa tekrar
sadrâzam olunca, İstanbul'a dönerken Nâbî'yi de berâberinde getirdi.
Nâbî, kendi isteği ile önce Darphâne
eminliğine, sonra da Anadolu muhâsebeciliği ve mukâbele-i süvâri
reisliğine tâyin edildi.Vazifesinden artan zamanlarında şiir ve çeşitli
eserler yazdı. Nâbî Efendi, şiirlerinde iyiyi ve doğruyu vermeye
çalışmıştır. O, bir düşünce ve hikmet şâiridir. Şahsî duyguları, gönül
arzularını aşmış, hakîkî bir müslümanın hayâtını hem yaşamış, hem de
şiirlerinde yaşatmıştır. Fânî dünyânın ahvâline aldanmamak, kimseye
haksızlık, zulmetmemek, hep müşfîk, merhametli olmak, gurur ve kibirden
sakınmak, şiirlerindeki nasîhatlerinden en çok rastlananlarıdır. Dili
sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel
tarzında vermekle berâber, rubâî, kıta, kasîde ve mesnevî de yazmıştır.
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1)
Türkçe "Dîvân"ı: Şiirlerinin bir kısmının toplandığı bir
eserdir. Bulak'da ve İstanbul'da basılmıştır. 2) Farsça Dîvânçe,
3) Tercüme-i Hadîs-i Erba'în, 4) Hayriyye: On yedinci yüzyılın en
mühim, en güzel, en ustaca, bizde ve Avrupa'da en çok tanınmış
mesnevîsi olan bu eser, ahlâkî yönden Türk edebiyâtında, çocuğa hitâp
eden ilk eser ünvânını kazanmıştır. Yedi yaşındaki oğlu Ebü'l-Hayr
MehmedÇelebi'ye hitâb eden bir üslubla yazılmıştır. Oğluna, hayatta
gitmesi gerektiği yolu göstermek, muvaffakiyetin sırlarını veİslâm
ahlâkını öğretmek maksadıyla nasîhatlar vererek, her devirde hüküm
süren husûsiyetleri dile getirmiştir. Nâbî'ye göre, iyi bir insan
olmanın ilk şartı, her işte ve mevzûda her zaman Allahü telâyı
hatırlamaktır. 5) Hayrâbâd, 6) Sûrnâme, 7) Fetih-Nâme-iKameniçe, 8)
Münşeât, 9) Tuhfet-ül-Haremeyn, 10) Zeyl-i Siyer-i Veysî.
SAKIN TERK-İ EDEBDEN
Nâbî, 1678 senesinde sultandan izin
alarak, hacca gitmek için yola çıktı. Hac kâfilesi Osmanlı devlet
ricâlinden meydana geliyordu. Hicaz yollarında, Peygamber efendimizin
aşkından dolayı, Yûsuf Nâbî hiç uyumadı. Medîne'ye yaklaştıkları bir
gece, kâfiledeki bir devlet büyüğünün ayaklarını kıbleye doğru uzatarak
uyuduğunu gören Nâbî, yetkiliyi uyandıracak bir sesle şu nâtı söyledi.
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i
Hudâ'dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ'dır
bu.
Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı
Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem
zâil,
İmâdın açdı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır
bu.
Felekde mâh-ı nev Bâb'üs-Selâmın
sîne-çâkidir,
Bunun kandîli cevzâ Matla-ı nûr-i ziyâdır
bu.
Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu
dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır
bu.
Nâtın açıklaması şöyledir: "Edebi
terketmekten sakın! Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan
Peygamber efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi,
Resûl-i ekremin makâmıdır. Burası Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin
istirahat ettikleri yerdir. Fazîlet yönünden düşünülürse, Allahü
teâlânın arşının en üstündedir. Bu mübârek yerin mukaddes toprağının
parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar, iki gözünü
körlükten açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir.
Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır.
Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nûrundan doğmaktadır. Ey
Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası,
büyük meleklerin etrâfında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle
eğilerek öptüğü tavaf yeridir."
O yüksek rütbeli kişi, bu mısrâların ne
mânâya geldiğini anladı. Hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve; "Ne
zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?" dedi. Yûsuf
Nâbî de; "Daha önceden söylememiştim. Şu anda sizi bu durumda uzanmış
görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden
başka bilen yok." dedi. Bu sözler üzerine o kişi, rahat bir nefes
alarak; "Mâdem ki bu şiiri burada söyledin, burada kalsın. İkimizden
başkası duyarsa, senin için iyi olmaz." diye ikâz etti. Yûsuf Nâbî hiç
ses çıkarmadı. Kâfile yoluna devâm ederek sabah ezânına yakın Mescid-i
Nebî'ye vardı. Mescid-i Nebî'deki minârelerden müezzinler Ezân-ı
Muhammedî'den evvel Nâbî'nin, "Sakın terk-i edebden..." diye başlayan
nâtını okuyorlardı. Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona
kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nâbî ve öbür zât namaz
kıldıkları câminin müezzinini buldular. Nâbî, müezzine; "Allah
aşkına,Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezândan önce okuduğun nâtı
kimden, nereden ve nasıl öğrendin?" diye sordu. Müezzin gâyet sâkin bir
şekilde şu cevâbı verdi: "Resûl-i ekrem bu geceMescid-i Nebî'deki bütün
müezzinlerin rüyâsını şereflendirerek buyurdu ki: "Ümmetimden Nâbî
isimli biri beni ziyârete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir.
Bugün sabah ezânından önce, onun benim için söylediği bu şiiri
okuyarak, Medîne'ye girişini kutlayın." Biz de Resûlullah efendimizin
emirlerini yerine getirdik." Nâbî ağlayarak; "Sâhiden Nâbî mi dedi? O
iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı ve günahkârı,
ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?" dedi. "Evet" cevâbını alınca
da, sevincinden kendinden geçti.
1) Kâmûs-ul-Alâm; c.6, s.4534
2) Hayriyye
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1127
4) Rehber Ansiklopedisi; c.13, s.11
5) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.17, s.137