SENÛSÎ (Muhammed bin Yûsuf)
Cezâyir'de
Tilmsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerinden. Hadîs, kelâm, mantık
ve kırâat âlimi. İsmi Muhammed, babasınınki Yûsuf'dur. Es-Senûsî,
et-Tilemsânî, El-Hasenî nisbeleri olup, künyesi Ebû Abdullah ve Ebû
Ya'kûb'dur. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasan'a dolayısıyla Peygamber
efendimize dayanmaktadır. Bunun için Hasenî diye nisbet edilmiştir.
Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna
nisbetle de Senûsî denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur. 1428 (H.832)
senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir Pazar günü Tilemsân'da
vefât etti.Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da
rastlanmıştır.
Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât
olarak yetişen Senûsî, ilk olarak babasından ders aldı. Sonra;
Nasruddîn ez-Zevâvî, Allâme Muhammed bin Tûmert, Seyyîd Şerîf
Ebü'l-Haccâc Yûsuf bin Ebi'l-Abbâs, Ebû Abdullah el-Habbâk, Muhammed
bin Abbâs, Ebü'l-Hasan Tâlütî, Ebû Zeyd Abdürrahmân es-Se'âlebî,
İbrâhimTâzî, Ebû'l-Hasan Kalsâdî, Hasan er-Râşidî ve daha başka
âlimlerden ilim öğrendi. Bu âlimlerin yanlarında çok kalıp, onlardan
istifâde etti. Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever,
hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret
ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan
âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine Şeyh-ul-allâme denildi.
Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât
oldu.
İbn-i Sa'd, Ebü'l-Kâsım ez-Zevâvî, İbn-i
Ebû Midyen, Yahyâ bin Muhammed, İbn-ül-Hâc el-Beyderî, İbn-ül-Abbâs
es-Sagîr, Veliyyullah Muhammed el-Kal'î, İbrâhim el-Vecdîcî ve fazîlet
sâhiplerinden nice yüksek zâtlar ondan ilim öğrenmişlerdir. Yâni
talebelerinin hemen hepsi de âlim ve fâzıl zâtlar idi. Şerîf Muhammed
bin Yûsuf Senûsî, yaptığı bütün işlerin dînimizin hükümlerine uygun
olmasına âzamî gayret gösterirdi. Zühd sâhibi olup, dünyâya düşkün
değildi. Allahü teâlânın muhabbeti ile ve bu muhabbetin elden gitmesi
korkusu ile doluydu. Firâseti kuvvetliydi. Yaptığı duâlar kabûl
olunurdu.
İlimde, hidâyette, doğrulukta, güzel
ahlâkta, zühd ve verâda haram ve çirkin işleri yapmaktan sakınmakta
üstün derece sâhibiydi. Zâhirî ilimlerde olduğu gibi, bâtınî ilimlerde
de de çok yüksekti. Din ve dünyâ saâdetine sebep olan ilimleri
okuturdu. Her ân Allahü teâlâyı tefekkür ederdi. Bu hâl kendisini öyle
kaplardı ki, sanki âhireti görüyor gibi hareket ederdi. Devâmlı
hüzünlüydü, fakat asık suratlı ve çatık kaşlı değildi.
Senûsî hazretleri sohbet edip bir şey
anlattığı zaman, bütün fehm, anlayış kapıları açılır, dinleyen herkes
konuşulanları rahatlıkla anlıyabilirdi. Hadîs-i şerîflerde
Peygamberlerin vârisleri oldukları bildirilen hakîkî âlimlerdendi.
Bütün sözleri, her isteyene doğruyu gösteren kuvvetli bir ölçü idi.
Allah korkusunun şiddetiyle göğsünün (kalbinin) inlediği, yanında
bulunanlar tarafından işitilirdi. Bâzan Allahü teâlâyı zikrederek
kendinden geçer, böyle hâllerde yanında bulunanları bile tanıyamazdı.
Güzel ahlâk sâhibi, gâyet mütevâzî ve
yumuşak kalbli idi. İnsanlara, hattâ her mahlûka karşı çok
merhametliydi. Yanına gelenleri güler yüzle, karşılardı. Çocuklara çok
iltifât edip kolaylık göstererek muâmele eder, yolda yürürken bile bu
iltifâtı gösterirdi. Büyüklere saygı gösterir, küçüklerle birlikte
oturmaktan sıkılmazdı. İyilik, ikrâm sâhibi olup, zayıfları gözetir,
yardımda bulunurdu. Hiç kimseye îtirâzda bulunmazdı. Gücü yettiği
nisbette ihtiyaç sâhiplerine yardımcı olurdu. Sevdiklerinden birinin
sultâna bir işi düşse, bu işin kolayca halledilmesi için sultâna ricâda
bulunur, bu hususta sıkıntılara sabrederdi. Onu tanıyan herkesin
kalbinde, onun büyüklüğünü kabûl ve onun heybeti vardı. İnsanlar,
bereketlenmek ve sohbetlerinden istifâde etmek niyetiyle, kalabalık
gruplar halinde onun ziyâretine gelirlerdi. Onu çok sevenlerden birisi,
tanıdıklarına şöyle söylemiştir: Zamânımızda Senûsî hazretleri gibi,
zâhirî ve bâtınî ilimlerin tam bir şekilde kendisinde toplandığı ve bu
ilimlerden birçok kimsenin faydalandığı çok yüksek bir âlimin
bulunması, teaccüb olunacak, hayret edilecek bir hâldir. Böyle bir âlim
ender bulunur. Her kim o büyük zâta kavuşursa, dünyâ ve âhiretine çok
faydalı büyük bir hazîneye kavuşmuş gibidir. Henüz sağ iken kendisinden
ilim öğrenmekte ve istifâde etmekte çok acele ediniz. Belki de yakın
zaman sonra ondan mahrûm kalırsınız (o vefât eder) ve siz de bu
zamanda, doğuda ve batıda onun gibi bir âlimi belki de bulmazsınız."
Bir zaman, Senûsî hazretlerinin bulunduğu
beldede kıtlık meydana gelmişti. Zamânın sultânı ona haber gönderip,
Hasan Ebrikân Medresesinde bulunan gıdâ maddelerinden istediği kadar
alabileceğini bildirince, Senûsî hazretleri buyurdu ki: "Hakîkî velî o
kimsedir ki, şâyet Cennet ve içinde bulunan sayısız nîmetler keşfolunup
ona gösterilse, bunların hiçbirine iltifat etmez. Allahü teâlâdan başka
hiçbir şeye meyl ve îtimâd etmez. İşte bu hakîkî velinin hâlidir."
Böyle söyledi ve sultanın teklifini kabul etmedi. Kendisi de, böylece
hakîkî velînin halini göstermiş oldu.
Ebû Abdullah Senûsî hazretleri, vâz ve
nasîhatlerinde hep âlimlerden anlatır, onların sözlerini naklederdi.
Kendinden hiçbir şey söylemezdi. Sohbetleri çok bereketliydi.
Vâzlarında herkesin arzu ettiği öyle güzel meseleleri anlatırdı ki,
sohbette bulunan herkes; "Sâdece benim için konuşuyor. Yalnız benim
arzu ettiğim şeyleri anlatıyor." derdi. Sohbeti o kadar tesirliydi ki,
sohbette bulunan herkes murâkabe hâline dalar ve kendisini âhiret
düşüncesi kaplardı. Onun vâz meclisi hiç boş kalmazdı. Herkese hâline
göre konuşur, o kimsenin istidâdı ne ise, o nisbette anlatırdı. Sohbet
olmadığı zaman, dudakları devamlı Allahü teâlânın zikri ile hareket
ederdi. "Hakîkî kulluk; tam bir gönül kırıklığı içinde, boynu bükük
olarak ve emirlere tam itâat edip, yasak edilenlerden kaçınmaktır."
buyururdu.
Senûsî hazretleri, zamânının en çok verâ
sâhibi olanıydı. Dünyâya düşkün olanlarla berâber bulunmayı, onlarla
görüşmeyi ve onlara yakın olmayı hiç sevmezdi. Bir defâsında
talebelerinden birkaçı ile birlikte bir yerden geçiyordu. Süslü
elbiseler giyinip, süslü atlara binmiş bâzı kimselerin oradan
geçtiklerini gördü. "Bunlar da kim?" dedi. "Bunlar, âhireti akıllarına
getirmeyen dünyâlık kimselerdir." dediler. Böyle hâllere düşmekten
Allahü teâlâya sığındı ve yoluna başka bir yerden devâm etti. Yine bir
zaman aynı kimselerle karşılaştı. Bu sefer yolunu değiştirmek imkânı
yoktu. Bunun için, hemen bir duvarın arkasına geçti ve oraya gizlendi.
Onlar geçip gidinceye kadar çıkmadı.
Dünyâya düşkün olanlarla görüşmediği
gibi, onlardan bir hediye gelecek olsa, onu da kabûl etmezdi. Fevkalâde
hayâ sâhibi idi. En fazla Allahü teâlâdan hayâ ederdi. Bunca nîmetleri
ihsân eden Allahü teâlâya karşı, O'nun râzı olmadığı, hattâ yasak
ettiği bir işi işlemekten çok korkardı. İnsanların uygunsuz hâllerini
görünce, hiç dayanamaz; "Nasıl böyle yapabiliyorlar?" diye teaccüb
ederdi. Bu sebeple talebelerinden birine birgün; "Ey evlâdım! Vallahi,
şâyet mümkün olsaydı, ne kimse ile görüşürdüm, ne de kimsenin beni
görmesine râzı olurdum. Hep kendi hâlimde, Rabbime ibâdet ve tâat ile
meşgûl olurdum. Lâkin insanlar, dînî bakımdan kendilerine faydalı
olabilmem için yanıma gelirler. Bu sebeble, ben de onları men edemem."
buyurmuştur.
Yumuşak huylu ve çok sabırlı bir zât idi.
Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir söz duysa, buna
kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm ederek,
güzel konuşmaya devâm ederdi.Hiçbir kimseye kin tutmazdı. İtikâdı bozuk
ve çeşitli uygunsuz hâlleri sebebiyle sevmediği bir kimse ile
karşılaşsa, bunu ona belli etmez, yine yumuşak ve neşeli konuşurdu.
Hattâ o kimse; "Bu zât beni çok seviyor." zannederdi.
Mahlûklara karşı çok merhametli idi. Bir
defâsında bir yerden geçerken, avcıların ve av köpeklerinin bir kurdun
peşinde olduklarını gördü. Köpekler, kurdu yakalayıp, yere yıktılar ve
kanlar içerisinde bıraktılar. Mahlûklara olan merhametinin
fazlalığından bu hâle çok üzüldü ve; "Lâ ilâhe illallah. Vicdan buna
nasıl dayanır?" diyerek ağlamaya başladı.
"İnsanın, yürürken bile yumuşak ve
mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi, yerde
bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması
gerekir." buyururdu. Bir defâ, bir kimsenin merkebini dövdüğünü gördü,
çok üzüldü; "Ey mübârek! Yumuşak huylu ol!" diyerek, onu dövmekten men
etti. Mektepteki muallimlere, çocukları terbiye ederken onları
dövmemelerini tenbih ederdi.
Senûsî hazretleri, hiçbir zaman, hiçbir
kimseye bedduâ etmemişti. Ancak bir defâsında, bir evde çirkin
fiillerin işlendiğini haber alınca buna sabredemedi. Çok celâllendi ve
o evde bulunanlara bedduâ etti. Kısa zaman sonra da ev boşaltıldı.
Senûsî'nin sözlerini anlıyamadıkları
için, az da olsa ona îtirâz edenler oldu ise de, çoğu vazgeçip tövbe
etmişlerdir. Senûsî ölüm hastalığında iken, daha önce kendisine
îtirâzda bulunanlardan bir âlim gelerek özür diledi ve affını istedi. O
da o âlimi affedip, duâ etti. Senûsî vefât edince, o âlim çok ağladı ve
çok üzüldü. O büyük zâtın yüksekliğini anlıyabilmekte çok geciktiğini
düşünerek çok üzülür, ne zaman Senûsî'nin ismi geçse hemen ağlardı.
Senûsî hazretleri, birbirine hasım
olanların aralarını bulur, onları barıştırır, muhtaçların ihtiyaçlarını
giderirdi. Birisi kendisine bir iş havâle etse, onu geri çevirmez ve
görmeye çalışırdı. Bir defâsında, bir günde, hiç ara vermeden otuz
mektup yazdı. Bu kadar sıkıntıya girip, kedisini niçin yorduğu suâl
edildiğinde; "Bir kimse benden bu işi yapmamı istedi. Ben de onu
kıramadım." buyurdu.
Kul hakkına girmekten çok sakınırdı.
Yanına bir kimse gelse, ayrılıncaya kadar onunla ilgilenir, ilgisiz
kalmazdı. Kendisine bir iş havâle edilince, o işi yapma müddeti
bitmeden evvel mutlaka o işi tamamlardı.
Muhtâc olanlara çok sadaka verirdi.
Evinde bulunanlara da, her zaman ve bilhassa açlık ve kıtlık
zamanlarında çok sadaka vermelerini sık sık tenbih ederdi. "Cennet
nîmetlerine kavuşmayı arzu edenler, bilhassa pahalılık ve kıtlık
zamanlarında çok sadaka versinler." buyururdu.
Her ân Allahü teâlâyı tefekkür ederdi.
"İnsanlarla birlikte gülüyor görünüp, kalbi Rabbinin korkusuyla ağlayan
kaç kişi vardır." buyurarak, asıl maksadın Allahü teâlâdan gâfil
olmamak, O'nu unutmamak olduğunu bildirirdi. İşte bu hâl, âriflerin,
evliyânın hâlidir.
Senûsî, Allah korkusunun fazlalığı,
devamlı murâkabe hâli ve her ân tefekkür etmesi sebebiyle, dünyâda
sanki hapiste gibiydi.Dâvûd aleyhisselâmın yaptığı gibi, bir gün
oruçlu, bir gün oruçsuz olurdu. Az bir yemek ile iftar ederdi. Oruçlu
olmadığı günlerde de yiyecek bir şey istemezdi. Bâzan üç gün ve daha
ziyâde, hiçbir şey yemeyip içmediği olurdu. Kendisine bir yemek verilse
yer, yoksa böyle devâm ederdi. Yiyecek bir şeyler istemezdi. Oruçlu
olduğu bâzı günlerde; "Bugün oruçlu musunuz, yoksa oruçlu değil
misiniz?" diye suâl edilince; "Ne oruçluyum. Ne de oruçlu değilim."
derdi. Oruca niyetli olduğu için ve aynı zamanda kendisini hakîkî oruç
tutanlardan saymadığı için böyle söylerdi. "Oruçlu olup olmadığınızı
bilemiyor musunuz?" diyenlere de cevap vermez, sâdece tebessüm ederdi.
Senûsî hazretlerinin talebeleri derler
ki: "Biz, ondan daha güzel huylu birini görmedik. Kimseye kızıp
sinirlenmediği gibi, yüksek sesle bile konuşmazdı. Kendisine mahsus
olan, onunla tanındığı bir elbisesi yoktu. Gâyet sâde bir şekilde
giyinirdi."
Senûsî hazretlerinin geceki hâlini,
hanımı şöyle anlatır: "Gecenin ilk kısmında bir mikdâr uyuyup, sonra
kalkar, yüzünü semâya dönerek kendi kendine sitem eder ve; "Hem
Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet'e gideceği kendisine
haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?" derdi. Sonra
da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumak
niyetiyle hep mescidde kalmak ister, hiç çıkmak istemezdi. Ölüm
hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamıyacak durumda
olduğu zaman bile namazını terketmedi. On gün hasta kaldı. Hastalığı
ağırlaştığında kızı; "Gidiyorsun ve beni terkediyorsun." deyince;
"İnşâallahü teâlâ yakın zamanda Cennet'te buluşuruz." buyurdu. Vefât
ederken de buyurdu ki: "Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri
sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin.
O'ndan bunu dileriz." Bundan sonra vefât etti.Vefâtından sonra etrâfa
misk kokusu yayıldı ve insanlar bu güzel kokuyu hissettiler.
Senûsî hazretlerinin pekçok kerâmetleri
görülmüştür. Talebelerine, kendisine muhabbeti olanlara; "Bir yerde
daralıp, zor durumda kaldığınızda, bizden yardım isteyin. Allahü
teâlânın izni ile sizin o isteğiniz bize ulaşır ve bi-iznillâh yardım
ederiz." buyurdu.
Bir defâsında,Senûsî'yi sevenlerden bir
zât, evini kilitleyip bir yere gitmişti. Anahtarını kaybetti. Her ne
kadar aradı ise de bulamadı. Evine gelip, elini kapalı kilidin üzerine
koyarak; "Yâ Muhammed bin Yûsuf Senûsî bana yardım et. Seni vesîle
ederekAllahü teâlâdan yardım istiyorum." dedi. Daha sözünü bitirmeden,
kapalı kilit açılıverdi.
Senûsî hazretlerinin âdeti şöyle idi ki,
mescidinde sabah namazını kıldırdıktan sonra bir mikdâr zikir ile
meşgûl olur, sonra talebelere ilim öğretirdi. Sonra evinden çıkıp,
sohbet için toplanmış olanlarla bir müddet sohbet eder, daha sonra da
içeri girip duhâ namazını kılardı. Sâdece duhâ namazında Kur'ân-ı
kerîmden on hizb, elli sayfa okurdu. Öğle namazı vaktine kadar kitap
mütâlaa eder (okur), sonra namazı kıldırırdı. Bâzan duhâ namazından
sonra odasına girer, akşama kadar hiç çıkmazdı. Yatsı namazından sonra
bir müddet uyur, sonra kalkıp abdest alır, fecr vaktine kadar namaz
kılmakla veya Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olurdu.
Senûsî hazretlerinin yazdığı kıymetli
eserlerden bâzılarının isimleri şunlardır: Ümm-ül-Berâhîn (Akâid),
Şerhu Ümm-ül-Berâhîn (Bu kitap, bir önce zikredilen kitabın
şerhidir.), Tevhîdü Ehl-il-İrfân, Ikd-ül-Ferîd fî Halli
Müşkilât-it-tevhîd, Akîdetü Ehl-it-Tevhîd, Umdetü Ehl-it-Tevhîd
vet-Tesdîd fî ŞerhiAkîdetü Ehl-it-Tevhîd, Kitâb-ül-Hakâik,
Menhec-üs-Sedîd, Nusret-ül-Fakîr, Mukarreb-ül-Müstevfî, Şerhû
Esmâ-il-Hüsnâ, Şerh-ut-Tesbîh, Şerhu İsagûcî, Şerhu Müşkilât-il-Buhârî,
Şerh-uş-Şâtıbiyyet-il-Kübrâ, Muhtasarı Ravd-ül-Unf, Şerhu
Cevâhir-il-Ulûm, Tefsîr-ül-Kur'ân.
Âlimlerden birinin bir yakını vefât
etmişti. O âlim zât, vefât eden bu yakınını rüyâsında görüp hâlini
sordu. O da şöyle cevap verdi: "Elhamdülillah, Cennet'e girdim.
Cennet'te, İbrâhim aleyhisselâmın, küçük çocuklara Senûsî'nin Akîde
isimli kitabını okuttuğunu, o kitabı levhalara yazdıklarını ve
sesli olarak (açıktan) okuduklarını gördüm." Bu yakınının
söylediklerini hayretle dinleyen o âlim zâtın, Senûsî hazretlerine ve
kitaplarına olan muhabbet ve îtimâdı daha da arttı.
KORKULU HÂLLER
Talebelerinden birisi Senûsî
hazretlerine; "Efendim! Niçin bu kadar çok korkulu hâlde
bulunuyorsunuz? Devamlı Cehennem azâbından bahsediyorsunuz? Devamlı
yüzünüz sararmış bir hâlde?" diye sordu. Senûsî bu talebesine, bu suâle
verdiği cevâbı kimseye anlatmaması şartıyla cevap verebileceğini
söyledi. Talebe de kabûl edip, hocasının sağlığında kimseye anlatmamak
üzere söz verdi. Bunun üzerine Senûsî hazretleri buyurdu ki: "Allahü
teâlâ, beni Cehennem'e muttalî kıldı. Cehennem'i ve içinde ne varsa
hepsini gösterdi. Cehennem'den Allahü teâlâya sığınırız. İşte o zaman
yüzümün rengi değişti. Cehennem'in dehşetiyle bana mahzunluk çöktü. O
zamandan bu âna kadar yüzümün rengi değişmiş olarak duruyor. Cehennem'i
gören, ona muttalî olan kimsenin hâli nasıl olur? Onu görmüş olan kimse
gülebilir mi? Doyuncaya kadar yemek yiyebilir mi? İşte bende bulunan ve
senin suâl ettiğin hâlin sebebi budur." O talebe bundan sonra hocasına
daha çok bağlandı ve yaşadığı müddetçe bunu kimseye anlatmadı.
BİR
MİKDÂR ET
Rivâyet edilir ki, sıcak bir yaz günü,
bir kimse çarşıdan bir mikdâr et alıp evine götürürken, Senûsî
hazretlerinin mescidinin yanından geçiyordu. Bu sırada cemâat namaza
durmak üzere idi. İkâmet okunuyordu. O kimse, burada namazı kılıp,
ondan sonra gitmek istedi. Sonra, etin kaybolma veya bozulma ihtimâli
bulunduğunu düşünüp, tereddüt etti. O kimse bu tereddüt içinde iken,
namazın bir rekati kılındı. Nihâyet o kimse cemâate uydu ve namazdan
sonra eti alıp gitti. Etin üzerindeki kanlar duruyordu ve hiçbir
bozulma işâreti görülmemişti. Eve gelince pişirmek istediler. Tencereye
koyup yatsı namazına kadar kaynattıkları hâlde, ette bir değişiklik
görülmüyordu. Hattâ üzerindeki kanlar bile aynen duruyordu. Et, aynen
Senûsî'nin mescidine girerken bıraktığı hâlde duruyor, hiç bir değişme
olmuyordu. O kimse bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, Senûsî'nin
yanına geldi ve durumu anlattı. O da buyurdu ki: "Yavrucuğum, benAllahü
teâlâdan ümîd ediyorum ki, bana tâbî olup arkamda namaz kılanın etini
ateşte yakmaz. Bu et bu sebeble yanmıyor (pişmiyor) olabilir. Lâkin sen
bu hâli gizle. Hiçkimseye anlatma." O daSenûsî hayatta iken bu hâdiseyi
hiç kimseye anlatmadı.
1) Ta'rif-ül-Halef; c.1, s.179
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.12, s.132
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.216
4) El-A'lâm; c.7, s.154
5) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.109, 448, 651
6) El-Bustân; s.237
7) Neyl-ül-İbtihâc; s.325
8) Keşf-üz-Zünûn; s.170,1157,1158,
1501, 1539,1626
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13,
s.13