SULTAN DÎVÂNÎ
Afyon'da
yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî
Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu.
Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan
Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da
şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer
kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu
MehmedÇelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın
rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer
yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce
girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne
uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi.
Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini
açtı ve babasına uzun uzun baktı.
Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha
götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde
SultanDîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının
sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.
Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten
sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola
çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında
Beşâre denilen yere geldiğindeKonya'dan karşılamaya gelenler oldu.
Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna
devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti
esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin
halleri SultanDîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan
ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir
etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk
düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.
Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin
süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'i
türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan
karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından
olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
SultanDîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at
ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple
Afyon'dan yola çıkan SultanDîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin
kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her
uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.
İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip
geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada
muhâfızların başındaki çavuş, SultanDîvânî'ye edepsizlik etti. Bu
yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde,
oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin
üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar
vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.
Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar
veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar.
Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah
İsmâil, SultanDîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik
etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını
yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e
rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm
görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt
altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi.
Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in
teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri
aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin
zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan
Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini
alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir
ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti.
Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun
bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in
kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören
devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından
vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.
Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i
teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla
vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî
orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip
ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek,
SultanDîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasındaŞah
İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan
Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin
bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru
tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı
da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.
Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep
üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu
sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.
İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti
nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu
Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli
ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl
etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve
taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup,
kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu
Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu
ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik
etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan
Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar
verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran
tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki
ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır
ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu.
Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye
başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî
işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.
Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen
yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede
unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret
etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet
sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan
Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun
dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu
yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki
külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir
hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların
vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun
bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay
ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest
bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini
tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve
bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya
başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu
karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de
vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların;
"Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine;
"Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz."
buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde
olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan
Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan
sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz
olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada
bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir
kavun yemediklerini söylediler.
Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu
sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı.
Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin
eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu
hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını
bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu
arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken
yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile
karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu.
Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir
ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye
edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten
sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi
halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi.
Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.
Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci
Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse,
SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı.
Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile
istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o
sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.
Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru
ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü
sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı.
Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş
ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu.
Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle,
sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata
kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden
kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok
kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına
defnedildi.
Sadrâzam KaraMustafa Paşa, Sultan
Dîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına
hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve
yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında
âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp
tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm
Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan
hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet.
Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm
Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları
bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada
paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın
yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir
ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.
Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi
şöyledir:
Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm
Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.
Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim
var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım
var!
MESNEVÎ OKUTABİLİRSİN
Sultan Dîvânî, Burdur'a gitmişti. Burada
Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed
Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım
etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok
memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O
da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu.
Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini
îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin."
buyurdu. Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan
Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle
dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.
1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; s.15