ŞÂH KUBÂD ŞİRVÂNÎ
Velîlerin
önde gelenlerinden. İsmi Şâh Kubâd Şirvânî’dir. Mevlânâ Şâh Kubâd da
denir. Hazar Denizinin batı sâhilindeki Şirvan’da doğdu. Doğum târihi
bilinmemektedir. 1543 (H.950) târihinde Şirvan’da vefât etti. Hocasının
türbesi yanına defnedildi.
Şâh Kubâd Şirvânî, Şirvan Sultanı Kara
Halil’in akrabâsı idi. Sultan ona beylik verdi. Bir müddet idârecilik
yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve
makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed
Rukiyye’nin sohbetlerine devâm etti. Sonra da evliyânın büyüklerinden
Dede Ömer Rûşenî’nin talebesi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilimleri
öğrenip icâzet aldı.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat
Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşarak, Levh-i mahfûz ona
gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip sorardı. Zîrâ o, Allahü
teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlimler onu
görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh
Kubâd’ın bütün evlâdı ve torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu.
Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddînzâde onun
torunlarındandır.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde,
ibâdet ile alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını
söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim.”
diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok
büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ederek yanından ayrılırdı.
Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten
ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda
dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr
gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olmamıştı. Şâh Kubâd
hazretleri için de iyi konuşmaz; “O ümmî, okuma yazması olmayan
biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabilir? Doğru yolu nasıl
gösterebilir?” derdi. Şâh Kubâd’a, Abdülmecîd Efendinin hârikalar
gösterdiğinden bahsedilince; “Keşf ve kerâmet, hârikâlar riyâzetler
yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâzım olan
mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise,
bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla
olur. Şimdi Abdülmecîd’i irşâd edelim.” buyurdu. Sonra Abdülmecîd
Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet
ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin
muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun kulağına eğilip; “Yâ Allah!”
dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal kapladı. Kendinden
geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha döndü.
Abdülmecîd Efendi, uzun müddet o halde kaldıktan sonra kendine geldi.
Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini görünce, kalkıp doğru şeyhin evine
gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dediğinde; “Molla
Abdülmecîd’dir.” cevâbını verdi. Şâh Kubâd; “Burası medrese değildir.
Sen müftî bir adamsın. Biz ise ümmî bir kişiyiz.” dedi ve kapıyı
açmadı. Bir müddet geçtikten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu.
Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da;
“Şeyh Abdülmecîd.” cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine;
“Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin.” dedi. Şeyh Abdülmecîd
çâresiz kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh
Kubâd kapıyı açtı. Şeyh Abdülmecîd’i içeri alıp, kendisini kabûl etti.
Şeyh Abdülmecîd bir müddet Şâh Kubâd’ın yanında yetişip icâzet aldı.
Bir gün Molla İvaz, ahırdaki hayvanların
yanına gidip, bir buzağının ipini çözüp kendi boynuna taktı. Orada
bulunan hayvanların arasına katıldı. Bu hâli görenler, durumu Mevlânâ
Şâh Kubâd’a bildirdiler. O da; “Kendi eli ile böyle yaptı ise ne kadar
güzel; “Allahü teâlâ için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir.”
buyurmuşlardır” dedi.
Yine bir gün Molla İvaz, mânevî perdeler
açılınca aşka gelip, kendi nefsine; “Ey kâbiliyetsiz İvaz! Senin yerin
hayvanlar ahırıdır. Hâlâ insan olmadın” dedikten sonra, ikinci defâ bir
hayvanın yularını başına geçirdi. Onun bu hâlini tekrar Mevlânâ Şâh
Kubâd’a bildirdiler. O da hemen gelip, onun boynundaki yuları çıkardı.
Ona sarılıp; “Ey Molla İvaz! Bizi yaktın, yeter artık.” dedi. O anda
Molla İvaz, Allahü teâlânın birçok lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Sonra
Mevlânâ Şâh Kubâd ona hilâfet vererek, talebe yetiştirmesi için tekrar
dergâhına gönderdi.
İran’da o zamanlar hüküm süren Şâh
İsmâil, Ehl-i sünnet âlimlerine ve tasavvuf büyüklerine çeşitli
eziyetler yapıyor ve onları öldürüyordu. Birçok Ehl-i sünnet âlimi
İran’dan Anadolu’ya hicret etti. Mevlânâ Şâh Kubâd ise, Allahü teâlâya
tevekkül ederek, bulunduğu yerden ayrılmadı. Onu sevenler, İran’dan
ayrılması için ne kadar ısrâr ettiyseler de, orada kaldı. Şâh İsmâil’in
askerleri onu öldürmek için Şirvân’a geldilerse de, Allahü teâlânın
izni ile Şirvân’a girdikleri anda, kimisi kör, kimisi kötürüm oldu.
Mevlânâ Şâh Kubâd’a hiçbir kötülük yapamadılar. Mevlânâ Şâh Kubâd
hazretleri sâyesinde, Ehl-i sünnet olan birçok kimse belâ ve musîbetten
kurtuldu.
BAŞÜSTÜNE EFENDİM
Ömer Rûşenî hazretlerine talebe olması
şöyle anlatılır: Karabağ’da Dede Ömer Rûşenî hazretleriyle
karşılaşınca, kendisine talebe olmak istediğini bildirdi. Rûşenî
hazretleri; “Bu altın yaldızlı elbiselerini sat. Yerine aba alıp giy.
Köle ve hizmetçilerini bırak.” buyurdu. Şâh Kubâd; "Başüstüne Efendim!"
diyerek, bütün kıymetli eşyâlarını sattı. Elde ettiği binlerce altını
alıp Rûşenî hazretlerine getirdi. Sonra talebeliğe kabûl edilip nefsine
zor gelen şeyleri yaparak hocasına candan hizmet etti. Rûşenî
hazretlerine tam olarak bağlandı. Şâh Kubâd yetiştikten sonra Rûşenî
hazretleri ona icâzet, diploma verdi. Daha önce teslim aldığı altınları
da kendisine verip, Şirvan’a gönderdi. O parayla dergâh ve mescidler
inşâ etti. Orada insanları iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalıştı.
BİR ÜMMÎYİ HOCA EDİNESİN!
Şirvân’da Molla İvaz ismi ile meşhûr,
zühd ve verâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan ve şüphelilerden kaçan
kâmil bir zât vardı. Kırlık bir yerde, kırk odalı bir binâ yaptırdı.
Burada kırk büyük âlime ders verirdi. Ders verdiği bu kırk âlimin
herbirinin de ayrı ayrı ders verdikleri yerleri vardı. Bundan dolayı,
Molla İvaz’a kırk meclisli derlerdi. Bu zât, gündüzleri oruç tutar,
geceleri ibâdetle meşgûl olurdu. Fakat, tasavvuf büyüklerinin
sohbetinde hiç bulunmamıştı. Sâdece zâhirî ilimlerle uğraşırdı.
Tasavvuf yolundakilere de iyi gözle bakmazdı. Bir gün bâzı talebeler,
onun yanında Şâh Kubâd hazretlerinin hakkında ileri geri konuştular.
“Şeyh Şâh Kubâd, okuma yazması olmayan bir câhildir. Onun yanında
bulunanlar da ona uymuş câhillerdir.” dediler. Molla İvaz bu durum
karşısında, ders verdiği kırk âlim talebesine; “Herbiriniz tasavvuf
yolunda bulunanların küfür ve günah üzere olduklarını bildiren
meseleleri ve fetvâları toplayıp getirin. Bizzat gidip onlara yanlış
yolda olduklarını söyleriz. Şâyet bu hâllerinden vazgeçerlerse, onların
dalâletten ve bu yanlış yoldan kurtulmalarına vesîle olmuş oluruz. Eğer
bu hâllerinden vazgeçmezlerse, hâkim haklarında gerekeni yapar.” dedi.
Hocalarının emri üzerine, talebelerin
herbiri büyük gayret sarfedip, istenilen fetvâları hazırladılar.
Mevlânâ Şâh Kubâd’ı sevenlerin geldikleri bir günde, ona, Molla İvaz’ın
onun hakkında fetvâ hazırladığı ve gelmek üzere olduğu bildirilince,
sadece; “Hasbünallah” dedi, aslâ alınmadı. Molla İvaz talebeleri ile
mahalle kenarına kadar geldiği hâlde, onda herhangi bir değişiklik
olmadı ve normal hâlini bozmadı. Molla İvaz bu duruma kızıp; “İlimdeki
zayıflığını göstermemek için böyle yapıyor, dışarı çıkmıyor. Artık
iyice anlaşıldı ki, hakkında isnâd edilenler gerçekten doğru.” diye
düşündü. Bu düşünceler içerisinde Şâh Kubâd’ın bulunduğu odaya girdi.
Şâh Kubâd, onlar gelince ayağa kalktı ve; “Buyurun efendiler.” diyerek
oturmaları için yer gösterdi. Oturduklarında, Mevlânâ Şâh Kubâd başını
önüne eğdi. Bu sırada Molla İvaz talebelerine; şimdi söze başlayın diye
işâret etti. Fakat talebelerden hiçbiri, kendilerinde konuşma tâkati
bulamadı. Konuşması için hocalarına ricâ ettiler. Molla İvaz da
konuşmak istedi, fakat o da konuşamadı. Şeyh Şâh Kubâd’ın tasarrufunun
kendilerini kapladığını anlayıp; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize
ilim sofranızdan bir şeyler ikrâm edin.” diyerek ricâda bulundu. Bunun
üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd, kelâm ilminden tasavvufî bir tarzda söze
başladı. Mevzûlar hâlinde anlatırken, kelâm ilminin derin meselelerine
daldı. Orada bulunanlar, onun anlattıkları derin bilgiler karşısında
hayran kaldılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvaz’dan Şerh-i Mevâkıf’ı
okurken, bir cümlenin îzâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri
mümkün olmamıştı.
Şeyh Şâh Kubâd, kelâm mevzûlarını
anlatırken, onların anlamadıkları o cümleyi de kolay ve anlaşılır bir
şekilde anlatıverdi. Talebeler şaşkın bir hâlde birbirlerine
bakarlarken, Molla İvaz da Şâh Kubâd hazretlerinin tasavvuf ilmindeki
kuvvetini ve gözleri önünde olan kerâmetini görünce, ister istemez;
“İnsaf dînin yarısıdır.” diyerek, Şâh Kubâd hakkında söylediği sözlere
tövbe edip, helâllik diledi ve talebeliğe kabûl edilmesini ricâ etti.
Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd; “Sen ki, Şirvân memleketinde kırk
meclisli Molla İvaz olasın da, bir ümmîyi hoca edinesin” dedi. Molla
İvaz; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize hakîkat gösterildi.
Bizim ve bizim gibilerin sû-i zanlarından ve yanlış düşüncelerinden
zât-ı âliniz uzak imişsiniz. Fakat şu âna kadar siyah çehremiz, saf,
temiz ve parlak bir aynaya rastlamadı. Kendi ayıplarımızı görmeyip,
ayıplarımızı başkalarına isnâd ettik. Elhamdülillah şimdi kendi kötü
cemâlimizi gördük. O parlak ayna ile şereflendik. “Mümin, müminin
aynasıdır.” hadîs-i şerîfinin mânâsınca, sizin parlak ve cilâlanmış
aynanıza bakmak sûretiyle; kendi hatâlarımızı gördük.” diyerek, hâlini
arz etti. Şâh Kubâd hazretleri de, Molla İvaz’ı ve talebelerini
affederek, hepsini talebeliğe kabûl etti. Molla İvaz ve ona tâbi olan
talebelerden bâzıları, bu yolda çok yükseldiler. Zîrâ Mevlânâ Şâh
Kubâd, onlara hizmeti kendisine vazife edinmişti.
1) Hediyyet-ül-İhvân; Süleymâniye
Kütüphânesi Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4587
2) Lemezât, Süleymâniye Kütüphânesi,
Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4546
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi ;
c.14, s.204