.

bismill2.gif (3562 Byte)

 

 

MESNEVİ ŞERİF

ANA SAYFA

KİTAP-3

BEYİT 2801-3500

Dama çıkıp aşağıya eğildi, hırsızı görüp “ Baba, ne yapıyorsun?
   Hayırdır, inşallah… gece yarısı ne ediyorsun, kim sen” dedi.
Hırsız “ Davulcuyum azizim”diye cevap verdi.
   Adam “ Peki, burada ne yapıyorsun?” deyince hırsız “ Davul çalıyorum” dedi. Ev sahibi dedi ki: “ Be adam, davul sesi hani?”
   Hırsız “ Dur hele, sesini yarın duyarsın eyvahlar olsun! dediğin zaman kulağına dank eder!”

2805. Kelîle’ de ki o hikâye de yalan, saçma, düzme… fakat o saçma hikâyenin ne demek olduğunu, o hikâyenin maksadının anlamadın ki! 


          Münkirlerin söyledikleri tavşanın aya elçilik ederek file haber 
                                    getirmesi hikâyesinin hakikatı

  
A herzevekil, o tavşanın hakikati Şeytan’dır. Senin nefsine elçi olarak geldi de,
   Ahmak nefsini, Hızır’ın içtiği Âbıhayattan mahrum eti.
   Sen onun mânasını ters anladın. Küfür söyledin, azabına hazırlan!
   Arı duru suda ayın hareketini, bununla tavşanın filleri korkuttuğunu anlattın.


2810. Tavşan hikâyesini, fili, suyu, ayın hareketinden fillerin korkmasını söyledin.
   Fakat ey ham körler, bu ay, halkı da, halkın ileri gelenlerini de zebun etmiş olan aya nasıl benzer ki?
   Ay nerede, güneş nerede, gök nerede akıllar nerede, nefisler nerede, melek nerede?
   Hattâ güneşin güneşi nerede?
Nasıl söylerim bu sözü, uykuda mıyım, sayıklıyor muyum?
   Ey yol sapıtmış kişiler, padişahların hışmı yüz binlerce şehri harap etmiştir.

2815. Dağlar bile, onların hışmından yarılır, yüzlerce parça olur… güneş biel, onların etrafında döner, onları tavaf eder.
   Erlerin hışmı, bulutu kurutur, gönüllerinin kızgınlığı âlemleri yakar, yıkar.

  
Ey kefensiz adamcıklar, ey yıkanmamış ölücükle,. Lût Peygamber’in şehri nasıl yere battı, na hale geldi? Bakın da görün!
   Fil de kim oluyor ki? Üç tane kuşcağız, o fillerin kemiklerini kırdı.
   Kuşların en zayıfı Ebabil olduğu halde filleri, bir daha yamanmalarına imkân bulunmayacak bir tarzda yırttı, parçaladı.


2820. Nuh tufanını duymayan, yahut Firavun’la Musa’nın savaşını işitmeyen var mı?
   Ruh gibi olan Musa, onları mağlup etti, sulara boğdu; su da bunları zerre, zerre parçaladı.
   Semud kavminin ahvalini, kasırganın âd kavmini mahvettiğini duymayan var mı?
   Bir defacık olsun gözünü aç da gör:
Savaşta filleri yıkıp öldürdüğü halde,
   Bu derecede kuvvetli filler, bu kadar zâlim padişahlar bile gönül hışmına uğramışlar, taşlanıp durmaktadırlar.

2825. Ebedîyen zulmetten zulmete gidiyorlar… Ne yardım eden var, ne imdatlarına yetişen!
   İyi adla kötü adı duymadınız mı yoksa? Hakikati herkes gördü de siz görmediniz mi yoksa,
   Görülmüş şeyi görülmemiş sanırsınız,
meydanda olan şeyleri bile görmezsiniz ama ölüm, gözlerinizi adamakıllı açacak elbet.
   Tut ki âlem, güneşle, nurla dopdolu… sen, kör gibi karanlıklara gittikten sonra elbette ondan uzakta kalırsın, mahrum olursun!
   O kerem sahibi aya pencereni kapatırsan o ulu nurdan elbette nasibin olmaz!


2830. Sen köşkten çıkmış, kuyuya girmişsin. Bu geniş âlemlerin ne günahı var?
   Kurt huylarıyla huylanmış olan ruh, Yusuf’un yüzünü nasıl görebilir, söyle!
   Davud’un sesi dağlara, taşlara ulaştı da yine o taş yüreklilerin kulaklarına girmed!..
   Her an akla, insafa aferin! Doğrusunu Tanrı bilir ya!
   Ey Sebâlılar, peygamberleri tasdik edin, Tanrı’ya olan ruhu tasdik edin!


2835. Tasdik edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyametin azaplarından kurtarırlar.
   Tasdik edin; onlar kıyamet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de nurlandıran aydın dolunaydır.
   Tasdik edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın…
onlar, rica ve niyaz anahtarlarıdır.
   Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdik edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecavüz etmeyin!
   Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibaret insan, o Türk’ün Hindusu ol (o güzelin yanağına bi siyah ben kesil!)

2840. Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile. 


                                        İhtiyat ve ihtiyatlı adam

  
Önce gelenlerin hallerine bakın, yahut sonradan gelenlerin tarafına doğru ihtiyatla uçun!
   İhtiyat nedir? İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır.
   Birisi, “ Bu yedi günlük yolda hiç su yoktur. Bütün yol ayakları yakıp kavuran kumluk” dese,
   Öbürü de “ Yalan… yürü de bak, her gece bir akan kaynak görürsün” dese,


2845. İhtiyat kokudan kurtulmak ve doğruya ulaşmak için yanına su alıp yola düşmendir.
   Yoksa su varsa, yanına aldığın suyu dök… fakat ya yoksa… o vakit vay susuz yola düşenin haline!
   Ey halife oğulları, insaf edin de kıyamet günü için ihtiyatlı davranın!
   O düşman yok mu, o düşman? Sizin atanıza da kin güttü de onu İliyyinden zindana attırdı.

  
Gönül satrancının şahını bile mat etti de cennetten çıkarttı, belâlara uğrattı, maskara etti.

2850. Güreşte onu yere yıkmak, yüzünü saratmak için onunla savaşa girişti, ona ne oyunlar oynadı.
   Öyle bir pehlivana bile böyle oyunlar yapan düşmanı sakının, ehemmiyetsiz görmeyin!

  
O hasetçi, bizim anamızın, babamızın tacını tahtını bile  el çabukluğuyla kapıverdi;
   Onları, oracıkta, çırılçıplak, ağlayıp inler bir halde hor hakir bırakıverdi. Âdem, yıllarca zarı zarı ağladı.
   Neden âsiler defterine kaydedildim diye öyle bir ağladı ki göz yaşlarının aktığı yerlerde nebatlar bitti!


2855. Bir bak da hilebazlığını anla… öyle bir ulu bile, onun hilesi yüzünden saçını, saklını yoldu.
   Ey balçığa tapanlar, onun şerrinden amanın aman… onun kafasına “ Lâ havle” kılıcını vurmaya bakın!
   Pusudan sizi görüp durur, fakat siz onu görmezsiniz, gaflet etmeyin sakın!
   Avcı, daima taneler saçar… saçtığı taneler görünür de yapacağı kötülük görünmez.

  
Nerede tane görürsen sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun, kanadın bağlanmasın!

2860. Taneyi bırakan kuş, o hilesiz, düzensiz ovanın tanelerini yer, doyar.
   Ona kani olduğundan uzaktan kurtulur; hiçbir tuzağa düşmez; kolu kanadı bağlanmaz. 


       Hırs yüzünden havasına uyan ve ihtiyatı bırakan kuşun âkibeti

  
Bir kuş, bir duvarın üstüne kondu, tuzaktaki taneleri gördü.
   Bir ovaya bakıyordu, gönlü orasını çekmekteydi; bir de tanelere bakıyordu, hırsı kendisini oraya sürüklemekteydi.
   Bu iki istek arasında çırpındı, durdu… nihayet aklı başından gitti; tanelere tamah etti, uzağa düştü!

2865. Başka bir kuş da bu tereddüdü bıraktı, tanelere meyletmedi, sahraya uçup gitti.
   Neşeli bir surette kol kanat açtı; ne mutlu ona! Bütün hürlerin ulusu, başı oldu.

  
Onu kendisine baş yapan da kurtuldu, emniyet makamına ulaştı.
   Çünkü bu kuşun gönlü, ihtiyata riayet edenlerin padişahı kesildi de konağı, güllükler, çimenlikler dolu!
   O ihtiyatından razı, ihtiyatı ondan memnun… işte sen de tedbirde bulunacaksan böyle bir tedbirde bulun, bu işe sarılacaksan böyle bir işe sarıl!


2870. Nice defalar hırs tuzağına düştün, boğazını kesilmeye teslim ettin!
   Tövbeler kabul eden Tanrı, yine seni azad etti, tövbeni kabul ederek seni neşelendirdi.
   “ Tövbenizi bozar, kötülüğe başlarsanız biz de tekrar size azap ederiz. Biz yapılan işlere uygun karşılıkları çift ettik” dedi.

  
Bir kadının kocasını, yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına gelir.
   Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık… bir amelde bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder.

2875. Birisi gelip bir karının kocasını esir ederek götürse karısı, kocasını araya araya çıkagelir.

  
Sen de bir kere daha bu tuzağa geldin, bir kere daha tövbenin gözüne toprak serptin!
   Tövbeleri kabul eden, suçluları yargılayan Tanrı, tekrar o düğümü çözdü de “ Kendine gel… bu tarafa yüz tutma” dedi.
   Fakat tekrar unutkanlık pervanesi geldi, canınızı ateşe doğru sürükledi!

  
Ey pervane, öyle çok unutkan olma, öyle pek şüpheye düşme… yanan kanadına bak bir kere!

2880. Ateşten kurtuldun mu bu kurtuluşun şükrü, bir daha tane olan yere hiç uğramamandır.
   Uğrama da şükrettikçe Tanrı sana tuzaksız, düşman korkusundan uzak bir nimet ihsan etsin.

  
Tanrı’nın sizi azat etmesine karşılık şükretmeniz, Tanrı nimetini anmanız gerek.
   Nice zahmetlere, nice belâlara düştün de “ Yarabbi, beni bu tuzaktan kurtar…
   Sana itaat edeyim, ibadetlerde bulunayım, Şeytan’ın gözüne toprak serpeyim” dedi.


 Köpeklerin, her kış mevsimi “ Yaz gelince kışın barınmak için kendimize
                                bir ev kuralım “ diye ahdetmeleri

2885. Kış geldi mi köpek ezilir, büzülür. Kışın soğuğu onu perişan bir hale kor.
    “ Kışa dayanamıyorum sağ olursam taştan bir ev kurmam lazım.
   Yaz gelince dişimle tırnağımla çalışıp çabalayayım, kışın barınmak için bir taş ev kurayım” der.
   Fakat yaz gelip de ısındı mı kellesi, kemiği yerine geldi mi, ilikleri, kemikleri kızışıp derisi gerildi mi,
   Kendisini koskocaman görür de “ İyi ama ben hangi eve sığarım ki?” der.


2890. İrileşir, ayağını çeker… tembel tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye çekilir.
   Gönlü “ Bir ev kur” derse de o, “ Söyle be yahu, ben nasıl olur da bir eve sığarım ki?” diye cevap verir.
   Sen de bir belâya, bir musibete düştün mü büzülürsün, hırs kemiklerin bitişir; küçülür, kalırsın.
   “ Tövbeden bir ev kurayım, kışın o evceğizde barınayım” dersin.

  
Fakat dertten kurtuldun da hırsın büyüdü mü köpek gibi ev sevdası geçer gider.

2895. Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına düşer mi?
   Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür.

  
Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör!
   Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu suretle de yoksullara yüzlerce nimet bağışlarsın.
   Tanrı yemeğinden ye, doy da senden oburluk, tamah ve şuna buna ihtiyacını arz etme illeti geçsin.


    Münkirlerin, Peygamberleri nasihatten menetmeleri ve Cebriler gibi
                                            delil getirmeleri

2900. Onlar dediler ki: “ A öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa!
   Tanrı, bizim gönlümüzü kilitledi, kimse Tanrı’dan ileri geçemez ki.
   Her şeyi düzüp koşan Tanrı, bizi de böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez.
   Taşa istersen tam yüzyıl boyuna lâl olsana de… eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur.

  
Toprağa yüzyıl su gibi arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda!

2905. Gökleri ve göklerdeki şeyleri yaratan… suyu, toprağı ve topraktakileri halk eden Tanrı,
   Göğe dönmeyi takdir etmiş, onu sâf bir hale getirtmiş… suyla toprağa da bulanıklık vermiştir.
   Gayri nasıl olur da gökyüzü bulanır, suyla balçık durulur?
   Tanrı, hepsine bir şey takdir etmiştir. Bir dağ, çalışmakla saman çöpü olur mu hiç?


                             Cebrîlerin Peygamberlerin cevabı

  
Peygamberler dediler ki: “ Evet… Tanrı, çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır.

2910. Fakat ârızi sıfatlar da yarattı ki onları terk etmek mümkündür; herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları terk eder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur.

  
Taşa altın ol demek beyhudedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır pekâlâ altın olabilir.
   Kuma toprak ol dersen âcizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu söz yerindedir, toprak, balçık olabilir.
   Tanrı, insana topallık, yassı,burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir ama,
   Ağız, yüz çarpıklığı, yahut baş ağrısı gibi bazı illetler de vermiştir ki bunlara çare vardır.


2915. Tanrı bu ilâçları, insanlara iyilik vermek için yarattı. Dertler, devalar saçma değil ya!
   Hattâ dertlerin çoğunun devası, çaresi vardır. Adamakıllı aradın, üstüne düştün mü ele geçer!” 


                      Kâfirlerin tekrar Cebrîce deliller getirmeleri

Onlarsa “ Bu, bizim derdimiz, deva kabul eder dert değil.
   Siz yıllarca öğütler verdiniz, afsunlar okudunuz. Bizim de her lâhza derdimiz arttı, bağımız kuvvetlendi.
   Eğer bu hastalık, iyileşecek bir hastalık olsaydı nihayet bir zerresi olsun geçerdi.

2920. İnsan susuzluk hastalığına uğrarsa içtiği su, ciğere gitmez… denizi içse başka bir yere gider.
   Nihayet el ayak şişer... su içmek, susuzluğu bir türlü geçirmez” dediler. 


                   Peygamberlerin, tekrar onlara cevap vermeleri

  
Peygamberler dediler ki: “ Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Tanrı’nın ihsan ve rahmetlerine son yoktur.
   Böyle bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
   Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer gider.


2925. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var… karanlığın ardında nice güneşler var!
   Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu.
   Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz… biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Tanrı’ya teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir.

  
Bize o kulluğu o buyurdu… bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki!
   Canımız, onun emrini yerine getirmek için… bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek dese bile biz ekeriz.

2930. Peygamberin canına Tanrı’dan başka bir dost yoktur. Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş… bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki!

  
Tanrı, emirlerini halka bildirir, bunu için alacağı ücreti de Tanrı verir. Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti!
   Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da. Yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz.

  
Sevgiliden ayrılan, hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar.
   Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber… rahmetini saçıp durmakta; canımız da ona şükretmekte.

2935. Bizim gönlümüzde lâlelik var, gül bahçesi var. oraya solmanın, perişan olmanın yolu yok!

  
Daima terütazeyiz, daima genciz, lâtifiz… daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz!..
   Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil!
   O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar.
   Eshabı Kehif, üç yüz dokuz yıl yattılar. Uyudular ama bu üç yüz dokuz yıl, onlara bir gün geldi, ne gamlandılar, ne teessüf ettiler.


2940. Uyandıkları anda uyudukları o uzun yıllar, kendilerine bir gün gibi göründü. Çünkü ruhları, yokluktan tekrar bedenlerine geldi.
   Bu âlemde geceyle gündüz, ayla yıl bile olmazsa usanç, ihtiyarlık, bıkkınlık nasıl olur.
   Yokluk gülistanında insan kendisinden geçer… o âlemdeki sarhoşluk, Tanrı lûtfunun büyük kadehindendir.
   Onu içmeyen, tadını tatmayan bilmez, anlamaz. Gül kokusu, bok böceğinin aklına mı gelir ?
   Bu zevk mevhum değildir. Mevhum olsaydı da mevhumlar gibi yok olurdu.

2945. Cehennem, nasıl olur da aklına cenneti getirir? Çirkin domuzda güzel yüz ne gezer?
   Kendin gel, aklını başına devşir de böyle bir lokma ağzına kadar gelmişken kendi boğazını kendin sıkma a aşağılık kişi!
   Biz sarp yolları vardırdık… Bize uyanlara yolu kolaylattık. 

     
Peygamberlerin “ ,imana gelin “ diye ricalarına karşı halkın tekrar
                                                 itiraz etmesi


   Sebâlılar, “Siz kendinizce yomlu yıldızlarsanız ama bize göre yomsuzsunuz; bizimle zıtsınız, bize aykırısınız siz.
   Hiçbir düşüncemiz yokken bizi dertlere, meşakkatlere saldınız.

2950. Biz, birbirimizle uzlaşmış bir topluluk, sizin kötü haberlerinizle aramıza yüzlerce ayrılık düştü.
   Biz şekerler yiyen dudu kuşlarıydık… sizin yüzünüzden ölümü düşünen baykuşlara döndük.
   Nerede bir gam masalı varsa, nerede bir kötü, bir kabul edilmeyecek ses duyulursa…
   Bu âlemde nerede bir kötüye yormak,nerede bir kötü surete dönmek, nerede bir azap varsa,
   Hepsi sizin söylediğiniz sözlerde sizin getirdiğiniz misallerde, sizin yormanızda. Bütün hırsınız, zevkiniz, âlemi derde düşürmek” dediler. 

                             
Peygamberlerin cevapları

2955. Peygamberler dediler ki: “ Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu kabahat biz de değil, sizde.
   Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da baş ucundan sana doğru gelmeye başlasa,
   Merhametli birisi “ Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak” diye seni uyandırsa,
   “ Neye kötüye yoruyorsun” der misin? Ne yorması, kalk da aydınlık bir bak, gör!
   Ben, seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna götürüyorum.

2960. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agâh eden adamdır. O, cihan halkının örmediği şeyleri görmüştür.
   Bir doktor sana “ Koruk yeme, san şu çeşit kötü bir hastalık verir” dese,
   “ Neden kötüye yoruyorsun” der misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir.
   Müneccim “ Bugün sefere çıkma sakın” dese,      
   Müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü doğru çıksa yine sözüne uyarsın.

2965. Bizim nücum bilgimize asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna inanmıyorsun, doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor?
   O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor,söylüyoruz.
   Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.
   Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor demektesin.
   Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan var, seninledir!

2970. Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor.
   Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor.
   Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama,
   “ Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin?
   Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?”dersin.

2975. O adam da iyi ama sen, benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? sana çok söyledim ama kâr etmedi ki.
   Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler verdim.
   Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin… öğüdüm, seni büsbütün azdırdı, bana büsbütün cefa etmeye, beni büsbütün incitmeye başladın der.
   Aşağılık, kötü kişilerin huyu budur. Sen ona iyilik ettin mi o, sana kötülük eder.
   Sabırla nefsin belini bük. O alçaktır, kötüdür, iyilik etmeye gelmez ona!

2980. Kerem sahibi birisine ihsanda bulunursan değer. Bire karşılık sana yedi yüz verir.
   Bu alçağa da cefa eder, onu kahreylersen sana aşırı vefalar gösterir, kulun kölen olur.
   Kâfirler, nimete eriştiler mi cefa tohumunu ekerler de sonra cehennemde, aman yarabbi diye bağırıp dururlar.” 

  
Tanrı’nın ahrette cehennemi, dünyada zindanı yaratmadan maksadı,
    kendilerini büyük görenlerin ister istemez Tanrı’ya kulluk etmeleridir


   Alçaklar, cefaya, derde düştüler mi arınır, temizlenirler. Vefa gördüler mi de cefakâr olurlar.
   Şu halde onların ibadet edecekleri mescit cehennemdir, yabancı kuşun ayağını bağlayan, tuzaktır.

2985. Zindan da hırsızın, alçak kişinin ibadet yeridir. Orada daima Hakk’ı anar durur.
   Mademki insanın yaratılmasında ki maksat, Tanrı’ya ibadet etmesidi, şu halde ibadetten baş çeken, ibadete yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir.
   İnsan her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir.
   “ Ben, insanları, cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Bu âyeti okusana. Âlemin yaratılmasında ki maksat, ibadetten başka bir şey değil!
   Kitaptan maksat, içindeki fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya.

2990. Fakat ondan maksat yastık olması değil, bilgi, irfan, irşat ve faydadır.
   Kılıcı mıh yaparsan zafere mağlûbiyeti tercih ettin demektir.
   İnsandan maksat ilimdir, doğru yolu bulmaktır ama her insanın bir ibadet yeri var.
   Kerem sahibine ikramda bulundun mu bu ikram, ona ibadet yeridir, ikrama uğradıkça şükreder. Alçağı da aşağılattın, alçağa da kötülük ettin mi onu ibadete sevk edersin.
   Vur alçakların başına ki yere baş koysunlar… ver kerem sahiplerine ki ihsanına mazhar oldukça şükretsinler!

2995. Hulâsa Tanrı iki mescid yaratmıştır: Cehennem onların mescidi, cennet bunların!
   Musa, o  iç ağrısı kavim, başlarını eğsin diye Kudüs’te alçacık bir kapı yaptırdı.
   Çünkü onlar cebbar, başı dik kişilerdi. Onlara bu küçücük, bu alçacık kapı, niyaz kapısıdır, cehennemdir!

Tanrı, padişahların suretini Hakk’a tabi olmayanları yola getirmek için halk  
   etmiştir. Nitekim Musa aleyhisselâm da Kudüs kalesinin duvarına dik   
    başlı cebbarlar eğilerek girsinler ve girerken secde ederek, Yarabbi  
   günahlarımızı al bizden, desinler diye küçücük, alçacık bir kapı yaptı


   İyi bak, kendine gel! Tanrı, padişahları etten, kemikten küçücük bir kapı olarak halk etti ya.
   Dünya ehli olanlar, onlara secde ederler. Çünkü Tanrı’ya secde etmenin düşmanıdır onlar!

3000. Dünya ehline bir fışkı yerceğizini mihrap düzdü… o mihrabın adı da bey, padişah!
   Bu tertemiz kapıya lâyık değilsiniz ki… temiz kişiler, şeker kamışıdır, sizse bomboş birer kamıştan ibaretsiniz.  
   O çeşit köpeklere elbette bu çeşit bayağılık adamlar hürmet ederler. Öyle âdi kişiye hürmet etmek, öyle âdi adama inanmak, aslana ardır.
   Fare huylulara kedi bey olur. Fare kim oluyor ki aslandan korksun?
   Fare huyludur, Tanrı köpeklerinden korkarlar,

3005. Uluların virdi, ( Rabbimiz yücelerin yücedir) sözüdür. Bu aptallara lâyık olan Rab ise kendisinde Tanrı kuvveti vehmeden dünya büyükleridir.
   Fare, nasıl olurda savaş aslanlarından korkar. Onlardan korkanlar, misk ceylânlarıdır ancak.
   Yürü ey çömlek yalayıcı, kâse yalayıcının yanına git… onu kendine Tanrı say, velinimet say!
   Kâfi yeter artık… uzun uzadıya anlatmaya girişsem beyler, padişahlar, hem kızarlar, hem de anlattıklarımın kendilerinde olduğunu bilirler anlarlar.
   Hulâsa ey kerem sahibi, alçak nefse iyilik etme, kötü davran da alçaklarla beraber o da sana boyun eğsin, teslim olsun.

3010. Alçak nefse ihsanda bulunursa alçaklar gibi nimeti inkâr eder, azgınlaşır.
   İşte mihnette, meşakkatte bulunanların şükretmesi, nimet ve devlet sahiplerinin azgın ve hilebaz olmaları bu yüzdendir.
   Altınlarla bezenmiş kaftanlara bürünen beyler, padişahlar azgın kişilerdir. Abaya sarınan yoksul yok mu… şükreden odur işte.
   Mal, mülk, devlet ve nimet sahipleri hiç şükrederler mi? Şükür mihnetten ve meşakkatten biter, gelişir.

                          
Sofinin boş sofraya sevdalanması

  
Bir sofi bir gün çiviye asılmış bir sofra gördü. Vecde geldi, dönmeye, oynamaya başladı, elbisesini yırtıyor.

3015. İşte azıkların azığı... İşte kıtlıkların, dertlerin devası diye nâralar atıyordu.
   Dumanı başından çıkıp neşesi, zevki arttıkça arttı… sofilerde ona uydular, semâa başladılar.
   Kih, kih gülmeye, hay huy etmeye koyuldular… defalarca kendilerinden geçip kendilerine geldiler.
   Herzevekilin biri, sofiye “ Çiviye asılı ve içinde ekmek olmayan bomboş sofra nedir ki seni bu derece zevke, vecde getiriyor?” dedi.
   Sofi dedi ki: “ Yürü git be… sen mânasız bir suretten ibaretsin… sen varlık peşinde koş, âşık değilsin sen.

3020. Aşığın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi. Varlığa bağlanmaz.
   Âşıkların varlıkla işi yoktur… âşıklar, kârı sermayesiz elde ederler.
   Kanatları yoktur, âlemin etrafında uçarlar… elleri yoktur, topu meydandan kaparlar!
   Mâna kokusunu duyan o yoksul da eli kesik olduğu halde zembil örerdi ya!
   Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar… onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların!

3025. Süt emen çocuk yemekten nasıl zevk alabilir? Perinin gıdası kokudan ibarettir.
   Fakat insan oğlu perinin kokusundan koku alabilir mi? Huyu, onun huyunun zıddıdır.
   Perinin az bir güzel kokudan aldığı zevki, sen yüz batman güzel yemekten bile alamazsın.
   Nil ırmağının suyu Mısırlılar’a kan kesildiği halde İsrailoğulları’na sudur.
   Deniz, Firavun’u boğduğu halde İsrailoğulları’na bir ana cadde haline gelir. 

   
Tanrı kadehini Yusuf’un yüzünden içmek, Tanrı kokusunu Yusuf’un
       kokusundan duymak, Yakub aleyhisselâm’a mahsustur. Yusuf’un
                    kardeşleri de bunlardan mahrumdur başkaları da


3030. Yakub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü nur, ancak Yakub’a mahsustu. Kardeşleri bunu nereden görecekler?
   Bu, sevgiliye olan sevdası yüzünden kendini kuyulara atar. Öbürü kininden sevgiliye kuyu kazar!
   Sofra, onun önünde ekmeksizdir, bomboştur… fakat Yakub’un önünde nimetlerle dopdoludur, iştahını açar.
   Yüzünü yıkamayan, hurilerin yüzünü göremez. Peygamber, “ Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” demiştir.
   Canların gıdası aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdası, açlıktır.

3035. Yakup, Yusuf’a acıkmıştı, ekmek kokusu ona ta uzaklardan gelmekteydi.
   Halbuki Yusuf’un gömleğini alıp koşa koşa Yakub’a getiren o gömleğin kokusunu duymadı bile!
   Aradaki mesafe yüzlerce fersahken Yakub, Yakub olduğundan Yusuf’un gömleğinin kokusunu duyuyordu.
   Nice âlimler vardır ki hakikî ilimden hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu çeşit âlim, ilim hafızıdır, ilim sevgilisi değil.
   Onun sözlerini duyan kişi, alelâde bir adam olsa bile o sözleri anlar, hakikat korkusunu alır.

3040. Çünkü böyle âlimin eline düşen gömlek, eğretidir, bir zaman içindir… esir tellâlının elindeki cariye gibi!     
   Tellâlın eline düşen cariye, müşteri içindir, tellâla ne fayda var?
   Rızık vermek, Tanrı’nın işidir. Herkes Tanrı’nın takdirine göre hareket eder, başka türlü hareket etmesine imkân yoktur.
   Güzel bir hayal, ona bağ, bahçe haline gelmiştir… Çirkin bir hayal, bunun yolunu kesmiştir!
   Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki bir hayalden, bağ, bahçe düzmüş, bir hayalide cehennem haline getirmiş, yanıp yakılma yeri yapmıştır!

3045. Peki… o halde onun gül bahçelerinin yolunu… külhanlarının yerini kim bilebilir ki?
   Gönül gözcüsü, bu hayal, canın ne yanından geliyor… fırsat bulup göremez ki.
   Bir kolayını bulup da doğduğu yeri, geldiği tarafı görseydi kötü hayallerin yolunu keser, gelmelerine mâni olurdu.
   Yokluk geçidine, yokluğun gözetleme yeri olan oraya casus, nasıl ayak atabilir?
   Kör gibi onun ihsan eteğine yapış! Padişahım, körün yapışması diye buna derler işte!

3050. Onun eteği, emridir, fermanıdır. Ondan korkmayı, ondan çekinmeyi kendisine can ittihaz eden adam ne iyi bahtlı bir adamdır!
   Birisi çayırlıkta, çimenlikte akar su kıyısında… onun yanı başındaki de âzap içinde!
   Azap çeken, öbürüne bakar da “ Bu zevk neden ki?” diye şaşırır kalır… bu da meşakkat çekeni görür de “ Acaba bunu kim hapsetmiş ki?” diye hayretlere düşer.
   Zevk içinde olan azap çekene “ Kendine gel… neden böyle perişansın? Bak, burada ne güzel kaynaklar var. Neden böyle benzin sararmış? Burada yüzlerce deva var...
   Arkadaş, gafil olma, bu çimenliğe gel!” der. Fakat öbürü “ Canım efendim… gelemiyorum ki!” diye cevap verir. 

       
Bir beyle namaza düşkün olan ve namazdan, Tanrı’ya niyaz
                                      etmeden zevk alan kölesi


3055. Bir bey, hamama gitme lüzumunu duydu… seher çağı, kölesine “ Sungu, uyan başını kaldır.
   Hamam tasını, peştamalı, havluyu, kili, Altın’dan al da hamama gidelim, haydi” diye seslendi.
   Sungur, hamam tasıyla iyi bir peştamal ve havlu aldı. Beraberce yola düştüler.
   Yolda bir mescit vardı. Ezanda okunmaktaydı. Sungur ezan sesini duydu.
   Namaza pek düşkündü. Dedi ki: “ Ey kuluna iltifatlarda, ihsanlarda bulunan beyim,

3060. Sen şu dükkanda birazcık otur da ben namazı kılıvereyim.”
   Bey, dükkânda oturdu. İmamla cemaat namazı kılıp camiden çıktılar.
   Sungur kuşluk çağına kadar içerde kaldı. Bey, bir müddet bekledi.
   “ Sungur, neye dışarı çıkmıyorsun?” diye seslendi. Sungur, içerden “ Efendim, koyuvermiyorlar.
   Birazcık daha sabret, şimdi geliyorum. Beni beklemekte olduğunu biliyorum, unutmadım” dedi.

3065. Bey, tam yedi kere seslendi, bekledi, bekledi, seslendi. Nihayet Sungur’un bu cilvesinden usandı, âciz kaldı, sabrı tükendi.
   Sungur, beyin her seslenişinde “ Efendim, dışarı çıkacağım ama daha koyuvermiyorlar” diyordu.
   Bey “ Yahu, mescitte kimse kalmadı koyvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırdı.
   Sungur dedi ki: “ Seni dışardan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o.
   Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta.

3070. Senin bu tarafa adım atmana müsaade etmeyen benim de dışarıya adım atmama mâni oluyor!”
   Balıkları karaya çıkarmayan deniz, karadakileri de denize sokmamakta.
   Balığın aslı sudan, öbür hayvanların aslı topraktan.
   Bu işte hile ve düzene başvurmanın, tedbirlere girişmenin faydası yok ki!
   Kilit pek kuvvetli, açıcıda Tanrı. Teslimiyete yapışa gör, rıza göster!

3075. Tedbirini unuttun mu pirinden o taze bahtı bulur, devlete erişirsin.
   Kendini unuttun mu seni anarlar… kul oldun mu azat ederler!

    
“ Hattâ izistey’ eserrüsül “ hükmünce Peygamberlerin, münkirler,
         sözlerimizi kabul etmiyorlar diye ümitsizliğe, yese düşmeleri


   Peygamberler bile, “ Şuna buna nasihat edip duruyoruz.
   Niceye bir soğuk demiri dövüp duracak, niceye bir kafese üfleyip yatacağız?” diye hatırlarından geçirdiler.
   Halkın yaptığı işler, Tanrı’nın kaza ve kaderiyledir. Dişin keskinliği, midenin hararet ve kuvvetinden ileri gelir.

3080. Nefs-i Kül, insanın cüz’i nefsine tesir etti de olacaklar oldu. Balık baştan kokar, kuyruktan değil!
   Bunu böyle bil,bil ama eşeğini de yine ok gibi süre dur. Çünkü Tanrı, “ Emirlerimi tebliğ et” diye emretmiştir; emrinden dışarı çıkmaya imkan yok.
   ( Bir fırka cennetliktir, bir fırka cehennemlik). Bu iki fırkanın hangisindensin, bilemezsin ki. Ne olduğunu görünceye kadar çalış, çabala!
   Gemiye yükünü yükledin mi Tanrı’ya dayanman gerek.
   Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi başına gelecek, bilemezsin ki,

3085. Eğer ne olacağım, başına ne gelecek? Bunu bilmedikçe gemiye binmem.
   Bu seferden kurtulacak mıyım, yoksa yolda boğulacak mıyım? Ne olacağımı bildir bana.
   Ben, başkaları gibi kuru bir ümide kapılıp şüpheyle yola düşmem dersen,
   Hiçbir ticarette bulunamazsın. Çünkü bu ikisi de gaybdadır , sırdır.
   Pul şişe gibi ruhu incecik olan, cüz’i bir şeyden kırılıveren korkak tacir, ticaretinden ne fayda görür, ne ziyan eder.

3090. Hattâ fayda şöyle dursun ziyan eder, mahrum kalır, hor olur. Kimde yanış varsa nuru o bulur.
   Çünkü bütün işler, ihtimalle yapılır. Sen de din işini üstün ve ön planda tut da kurtul.
   Bu kapıyı ümitten başka bir şeyle açmaya izin yok… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.

                         
Mukallidin imanı korku ve ümittir

  
Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir.
   Sabahleyin dükkânına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider.

3095. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun?
   Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir. Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni âciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor?
   Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. Var ama bu korku tembellikte daha fazla.
   Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok… Tembellikte daha fazla zarar var.
   Peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusu eteğini tutuyor öyleyse?

3100. Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velîlerin ne kârlar elde ettiklerini görmedin mi ki?
   Onlara bu dükkânı terk etmekle neler yüz gösterdi… bu pazarda nasıl kârlar ettiler… haberin yok mu ki?
   Ateş onlara halhal gibi râm oldu, deniz, onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı.
   Demir, onlara râm oldu, mum kesildi… rüzgâr, onlara kul oldu, hükümlerine girdi!

   
Resulullâh sallallâhu aleyhi ve selem, “ Şüphe yok ki Tanrı’nın gizli
                                        velîleri var “ buyurdu


   (Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler. Bu zâhir halkına nereden meşhur olacaklar?

3105. Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez!
   Hem uludurlar, kerametleri vardır… hem Tanrı hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdâl bile işitmemiştir.
   Sen yoksa Tanrı’nın keremlerini bilmiyor musun ki… seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor.
   Âlemin altı ciheti de onun keremleriyle dolu… nereye baksan onun bayrakları orada dikildi!
   Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe… beni yakar mı deme bile! 

 
Tanrı razı olsun, Enes’in peşkirini ateşe atması ve peşkirin yanmaması

3110. Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu.
   O hikâye eder: Yemekten sonra, peşkirini sararmış,
   Kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadına: “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi.
   Enes’in sırlarına vâkıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.
   Bütün konuklar, şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı.

3115. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi.
   Oradakiler, “ Ey Peygamber’le görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de temizlendi?” dediler.
   Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!”
   Ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele, böyle bir ağıza yaklaş!
   Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse âşığın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz?

3120. Kâbe’nin taşını kerpicini öptü, Kâbe ( puthaneyken)  kıble oldu. Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!)
   Sonra o hizmetçi kadına dediler ki: “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin?
   O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş…
   Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?”
   Hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki.

3125. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese,
   Ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Tanrı kullarından ümidim çoktur.
   Her kerem sahibi, her sır bilir ere itimadım var. Bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi.
   Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya!
   Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül, işkembeden de bayağıdır gayrı.

 
Rasûl aleyhisselâm’ın susuzluktan bunalmış, su bulamadıklarından âciz  
  bir hale düşmüş, adamların da, develerin de dilleri, ağzlarından çıkmış   
                     olan bir Arap kervanının imdadına erişmeleri

3130. Çölde bir Arap kervanı susuz kalmış, yağmursuzluktan kırbalarında bir damlacık olsun su kalmamıştı.
   Bütün kervan, o çöl ortasında  bunalmış, ölüm haline gelmişti.
   Ansızın o iki dünyanın imdadına yetişen Mustafa, onların imdadına erişmek üzere yoldan çıkageldi.
   Çölde, o sarp ve sonsuz yolda, o kızgın kumların üstünde bunalıp kalmış olan o kalabalık kervanı gördü.
   Develerinin dilleri, ağızlarından çıkmış; adamlar, taraf taraf kumlara serilmiş kalmıştı!

3135. Bu hali görünce acıdı, “ Kalkın, bir kaçınız derhal o kum yığınına doğru koşun!
   Orada zenci bir köle kırbayla beyine su götürüyor.
   O zenci deveciyi devesiyle beraber ister istemez tutup bana getirin “ dedi.
   Birkaç kişi, kalkıp kum tepesine doğru koştular. Bir müddet sonra hakikaten dediği gibi,
   Zenci bir kul gördüler, kırbasını doldurmuş, devesine binmiş, beyine su götürüyordu.

3140. Zenciye “ Şu tarafta insanların iftihar edecekleri zat, Kâinatın hayırlısı olan Peygamber seni çağırıyor “ dediler.
   Adam, “ Ben onu tanımıyorum, o da kim?” dedi. “ Ay yüzlü, şeker huylu Muhammed “ dediler,
   Nasılsa öylece anlattılar, öylece övdüler. Zenci, “ O galiba bir şair olacak.
   Bir kısmı halkı sihirle zebun etmiş… ona yarım arşın bile yaklaşmam ben “ dedi.
   Nihayet herifi yakalayıp zorla, çeke çeke o tarafa sürüklemeye başladılar. Zenci, bağırıp çağırıyor, sövüp sayıyordu !

3145. Zenciyi Azizin yanına getirdikleri zaman Peygamber, “ Su için, mataralarınızı, kırbalarınızı da doldurun “ dedi.
   Hepsini o bir tek kırbadan kandıra kandıra suvardı. Hem adamlar, hem develer o kırbadan kana kana su içtiler,
   Kölenin kırbasından herkes kırbasını, matarasını doldurur. Gökyüzündeki bulut bile hasedinden şaşırıp kaldı !
   Bunu kim görmüştür? Bir tek kırbadan bunca cehennemin harareti sönsün?
   Kim görmüştür bunu ? Su dolu bir tek kırbadan bunca kırba ağzına kadar dolsun!

3150. Kölenin kırbası zaten vesileden, hakikatı örten bir sebepten ibaretti. Peygamberin emriyle ihsan dalgaları, aslî denizden coşup köpürmekte, kopup gelmekteydi!..
   Su kaynayınca buhar haline gelir, havaya çıkar…havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi ?
   Doğrusu şu: yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz, illetsiz yokluktan sular coşturmada.
   Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
   Sebepleri görüyor da müsebbipten gaflet ediyorsun. Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere ondan meyletmektesin sen.

3155. Sebepler gitti mi başına vurmağa başlar, aman Yarabbi demeye koyulursun.
   Tanra da sana “ Hadi, yürü, sebepe git… ne acayip şey, sen, beni, yarattığım sebepler için andın ha !” der.
   O vakit kul “ Bundan böyle hep seni göreceğim, sebebe, o lâftan ibaret saçma şeye bakmayacağım artık “ der ama,
   Tanrı “ Seni tekrar sebep âlemine göndersem yine sebebe yapışırsın. Senin için bu, a tövbesinden durmayan ahdi çürük adam!
   Fakat ben bu işe bakmam, rahmetim boldur. Rahmer etrafında dönüp dolaşırım, herkese rahmet ederim ben!

3160. Senin kötü ahdine bakmam, madem ki şimdi bana niyaz ediyorsun, keremimden sana ihsan eder, muradını veririm “ der.
   Evet…kafile halkı Peygamberi’in mucizesine hayran oldu… “ Ya Muhammed, ey deniz huylu Peygamber, bu ne?
   Küçücük bir kırbayı sebep ittihaz ettin, Arab’ıda suya gark ettin. Kürdü de!

    
O kölenin kırbasının gaybdan suyla dolması ve kara yüzünün ulu
                                     Tanrı’nın izniyle ağarması


   Ey köle, şimdi kırbanın dolu olduğunu da gör de şikâyet edip iyi, kötü söylenme “ dediler.
   O zenci köle, Peygamber’in, bu mucizesine  hayran oldu, imanı Lâmekân âleminden doğmaktaydı.

3165. Gökten akan bir çeşme gördü o… kırbası onun coşkunluğuna bir vesile, onun hakikatine bir örtüydü!
   Gözünden bütün örtüler, bütün sebebler yırtılıp sıyrıldı. Böylece gayb çeşmesini görmeğe başladı.
   Göz pınarları doldu, efendini de unuttu, durağını da!
   Elsiz, ayaksız kaldı, yola gitmeye ne eli vardı artık, ne ayağı… Tanrı, ruhuna bir titremedir saldı!
   Mustafa, iş görmesi için tekrar onu o âlemden çekti de dedi ki: “ Kendine gel… ey faydalanmak isteyen, yürü…

3170. Şaşırıp kalacak zaman değil. Asıl şaşılacak şey daha ileride.
   Şimdi öyle durma; davranıver bakalım, çevik bir halde yola düş! “
   Mübarek eliyle kölenin yüzünü sıvazladı, onu kutlu bir hale getirdi.
   O kölenin, o Habeş oğlunun yüzü bembeyaz oldu; gecesi, ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı!
   Güzellikte, işvede bir Yusuf kesildi. Peygamber ona “ Hadi şimdi git de hali anlat “ dedi.

3175. Köle elsiz, ayaksız sarhoş bir halde geldi, elden çıktı, ayağını tanımaz oldu!
   Kervan halkından ayrıldı, suyla dolu iki kırbasını aldı, yola düştü.

     
Efendinin, kölesini bembeyaz görüp tanımaması, “ Benim kölemi
      öldürdün, seni kan tuttu, Tanrı seni benim elime düşürdü “ demesi


   Efendi, köleyi uzaktan görüp şaşırdı. Şaşkınlıkla o köy halkını çağırdı.
   “ Bu kırba bizim kırbamız, deve de bizim devemiz. Fakat Zenci köle ne oldu ki?
   Bu uzaktan gelen, ay’ın on dördü gibi bir delikanlı… Yüzünün nuru, balkıyıp durmakta… gündüzü bile nursuz bırakmakta.

3180. Kölemiz nerede? Acaba birisi mi öldürdü, yoksa kurt mu paraladı da öldü?” dmeye başladı.
   Köle yanına gelince “ Sen kimsin?” Yemenli misin, Türk müsün?
   Söyle, doğru söyle…kölemi ne yaptın? Öldürdüysen gizleme, hileye sapma!” dedi.
   Köle dedi ki: “ Öldürmüş olsam yanına nasıl gelirim,
   Kendi ayağımla kanımı döktürmeye gelir miyim hiç?

3185. Bey, “ Hey ne söylüyorsun, kölem nerede benim? Doğruyu söylemekten başka çare yok, kurtulamazsın elimden “ dedi.
   Köle dedi ki: “ Köleyle arandaki sırları birer birer tamamıyla söyleyeyim…
   Beni satın aldığın zamandan şimdiye kadar ne gelmiş geçmişse anlatayım da,
   Kapkara vücudumdan bir sabah açılmış olmakla beraber senin kölen olduğumu anla!”
   Kölenin rengi değişti ama tertemiz ruhun rengi yoktur ki… ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne toprağa mensuptur!

3190. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de!
   Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olan denize gark olmuşlardır!
   Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!
   Melekle akıl, aynı yaradılıştadır hikmeti var da iki suret oldu.
   Melek, kuş gibi kanatlı olmuş; akıl, kanadı bırakmış, nura bürünmüştür.

3195. Hulâsa ikisinide mânası aynı olduğundan, ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel, birbirlerine arka olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.
   Melek de Hakk’ı bulmuştur, akıl da. Her ikisi de Âdem’ yardımda bulunmuş, her ikisi de Âdem’e secde etmiştir.
   Nefisle Şeytan’sa ezelden bir olduğundan Âdem’e düşmandır, ona hased edip durur.
   Âdem’i bedenden ibaret gören ondan kaçmış ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mahzar olmuş bir nur olarak gören, karşısında eğildi, secde etti.
   Melekle aklın… o ikisinin gözleri Âdem’i görüp nurlandı. Şeytan’la nefsin… bu ikisinin gözleri, Âdem’i ancak toprak olarak gördü.

3200. Bu anlatışım da işte kara saplanmış eşek gibi kalakaldı. Yahudiye’ye İncil okunamaz ki!
   Şia’ya Ömer’den bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?
   Fakat köyün bir bucağında tek bir adam bile varsa bu hayhuyum kâfidir, o anlatmıştır ya, yeter!
   Anlatılması icabeden şeyi taşlar, kerpiçler bile dile gelir de anlayana adamakıllı anlatır!

         Tanrı, göklerden, yerlerden, ârazdan, âyandan ne verdi ve ne
    yarattıysa hepsini de ihtiyaca karşılık olarak vermiş, yaratmıştır. Bir
   şeye muhtaç olmalı, o ihtiyacı elde etmeli ki Tanrı ihsan etsin. “ Tanrı,
   bunalan kişinin duasını kabul eder. “ Bunalma, bir şeye hak kazanmış
                                             olmaya şahittir.


   Küçücük bir çocuk olan İsa’yı dile getirip konuşturan, Meryem’in derde düşüp niyaz etmesidir.

3205. Meryem’in cüz’ü olan İsa, Meryem’in diliyle değil, kendi diliyle onun yerine söz söyledi. Senin cüz’ünün cüz’ü de gizlice söz söyler durur.
   A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın?
   Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür anlar… yatar, uyur!
   Arayan, aradığını bulsun diye yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter
   Tanrı, gökleri yarattıysa ihtiyaçları gidersin diye yarattı.

3210. Nerede dert varsa deva oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.
   Müşkül neredeyse cevap oradadır, gemi neredeyse su orada!
   Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukardan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!
   Boğazcağızı nazik yavrucak doğmasaydı onu besleyecek süt nasıl olur da memeden akardı?
   Yürü, bu inişlerde, bu yokuşlarda koş da susa hararetlen!

3215. Ey ulu er, ondan sonra havadaki arı(gibi) bulutlardaki ırmakların sesini iç!
   İhtiyacın, otlardan, sebzelerden az mı ki suyun önünü keser, sebzelere akıtırsın…
   Suyun kulağını çeker, kurumuş nebatlar yeşersin, gelişsin diye o tarafa yürütürsün.
   Cevherleri gizli olan can ekinleri için de Kevser suyuyla dolu rahmet bulutları var. Susuz kal, susa da sana “ Onları Rableri sular “ hitabı gelsin…
   Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir!

   
Kâfir karısının, süt emer çucuğuyla Mustafa aleyhisselâm’ın yanına
    gelmesi ve çocuğun, Rasûl sallallâhu aleyhi vesellem’in mucizesiyle
                                İsa gibi dile gelip konuşması


3220. Yine o köyden bir kâfir karısı Peygamber’i sınamak için koşa koşa,
   Eşeğiyle beraber yanına geldi, kucağında da iki aylık bir çocuk vardı.
   Çocuk, Peygamber’ee “ Tanrı, sana selâm söyledi Ya Rasûllâllah, sana geldik işte “ dedi.
   Anası kızgınlıkla “ Sus be, bu şahadeti kulağına kim üfürdü?
   A yumurcak, bunu sana kim söyledi de böyle dilin açıldı, söyleyip duruyorsun? “ dedi.

3225. Çocuk dedi ki: “ Evvelâ Allah, sonra da Cebrail! Ben, bu sözde Cebrail’e ahenk uyduruyorum. “
   Kadın “ Nerede Cebrail? “ deyince çocuk dedi ki: “ Nah; başının üstünde. Görmüyor musun? Kafanı kaldır da bir yukarıya bak!
   Cebrail, başının üstünde duruyor; bana yüz çeşit delil olmakta! “
   Kadın, “ Sahi görüyor musun ? “ dedi. Çocuk dedi ki: “ Evet, başının üstünde ayın on dördü gibi durmakta.
   Bana Peygamber’i vasfediyor. Beni, bu suretle bu aşağılıklardan yüceltmede!

3230. Sonra Peygamber, “ Ey süt emer yavru, adın ne? Hadi bunu da söyle de sonra ananın isteğine uy, sus “ dedi.
   Çocuk, “ Adım, Tanrı yanında Abdülâziz, fakat bu bir avuç edepsize göre Abdül Uzzâ!
   Halbuki ben sana bu peygamberliği veren Tanrı hakkı için Uzzâ’dan usanmışım, berîyim! “ dedi.
   İki aylık, çocuk, ayın on dördü gibi parlamış, baş köşeye geçen bilgi sahipleri gibi yetişmiş kişilere ders veriyordu.
   Bu sırada çocuğun burnuna da, anasının burnuna da cennetten kâfuru kokusu geldi.

3235. Her ikisi de yaşarsak yine bu mertebeden düşer, kâfir oluruz korkusuyla bunu söylediler ve bu kokuyu duya duya can verdiler.
   Birisini, Tanrı överse ona cansızlar da yüzlerce kere doğrudur, haktır der, canlılar da!
   Birisini koruyan Tanrı olursa ona kuş da gözcü, bekçi kesilir, balık da!

      
Tavşancıl kuşunun Mustafa Aleyhisselâm’ın pabucunu kapıp
    havalanması ve havada pabucu ters çevirmesi, içindeki kara yılanın
                                                    düşmesi


   Tam bu sırada Mustafa, yücelerden ezan sesini duydu.
   Abdest tazelemek üzere su istedi. O soğuk suyla elini, yüzünü yıkadı.

3240. Ayaklarını da yıkayıp pabuçlarını giymek üzereyken bir kuş gelip pabucunun bir tekini kapıverdi.
   O güzel sözlü Peygamber, tam pabucu eline almışken tavşancıl pabucunu elinden kapıvermişti.
   Kuş, yel gibi havalandı, pabucu, tersine çevirdi, içinden bir yılan düştü.
   Kapkara bir yılandı o… tavşancıl, bu hareketiyle Peygamber’e iyilik etmek istemiş, Tanrı inayetine sebep olmuştu.
   Kuş, sonra pabucu getirip “ Buyur, namaza git “ diye Peygamber’in önüne koydu.

3245. Âdeta “ Bu küstahlığı zoraki yaptım, yoksa benim de edep ağacından bir dalcağızım var, ben de haddimce edep erkân nedir, bilirim “ diyordu.
   Vay o kişiye ki küstahça adım atar, nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir!
   Peygamber, şükretti de dedi ki: “ Biz, bunu cefa sanıyorduk, halbuki vefanın ta kendisiymiş! “
   Pabucumu kaptın, aklım karıştı, canım sıkıldı, sen beni gamdan kurtarıyormuşsun, bense gama düşmüştüm!
   Tanrı, bize bütün gaypları gösterdi ama o sırada gönlüm, kendimle meşguldü! “

3250. Tavşancıl, “ Sen, gafil olmazsın, bu, senden uzak. Ey Mustafa, benim gaybı görmem de sendeki bilginin aksinden !
   Havadayken pabucun içindeki yılanı görmem, kendimden değil, senden aksetti bu bana “ dedi.
   Nurlu kişinin aksi de aydındır. Zulmette kalanın aksiyse baştanbaşa külhan kesilir.
   Tanrı kulunun aksi tamamıyla nurdur, yabancının aksiyse tamamıyla körlük!
   Ey can, herkesin aksi nedir, bunu bil… dilediğin kişinin yanında otur!..

    
Bu hikâyeden ibret alış şüphesiz olarak her güçlüğün bir kolaylığı
                                              olduğunu biliş

3255. Ey can o hikâye, Tanrı hükmüne razı olasın diye sana ibrettir.
   İbret al da kötü bir işe düşünce aklını başına devşir, ye’se düşme, hüsnü zanda bulun!
   Başkaları, o hâdiseden korkup sapsarı kesilse bile sen aldırış etme. Fayda, zamanında da, ziyan zamanında da gül gibi gülmeye bak!
   Gülün yapraklarını birer birer koparsan da yine gülmeyi bırakmaz, yine solup gamlanmaz.
   Bir dikenden niçin gama düşeyim? Zaten bu gülmeyi diken yüzünden buldum der.

3260. Takdir yüzünden kaybettiğin şeyler, muhakkak senden belâyı giderir… bunu böyle bil!
   Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular da dedi ki: Sıkıntı zamanı, gönülde neşe, ferah bulmak!
   Tanrı’nın verdiği mihnet ve cefayı da Peygamber’in pabucunu kapan tavşancıl say.
   Tavşancıl, Peygamber’in ayağını yılan sokmasın diye pabucu kaptı, toza, toprağa bulanmamış akla ne mutlu!
   Tanrı, “ Kaybettiğiniz şeylere eseflenmeyin, hattâ kurt gelse de keçinizi yese bile “ buyurdu.

3265. O belâ, daha büyük belâları defetmek, o ziyan daha dehşetli ziyanları menetmek içindir.

 
Bir adamın, Musa’dan hayvanların, kuşların dillerini öğrenmeyi istemesi

   Musa’ya bir delikanlı dedi ki: “ Hayvanların dillerini öğrenmek istiyorum.
   Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım.
   Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait.
   Belki hayvanların bu dünyadan göçme zamanındaki tedbirleri, bu tedbirler yüzünden başka bir dertleri var! “

3270. Musa, “ Hadi efendim, hadi… vazgeç bu hevesten… bunun önünde, sonunda pek çok tehlikesi var.
   İbret almayı, uyanmayı Tanrı’dan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil! “ dedi.
   Adam, Musa menettikçe kızıştı, üstüne düştü. Zaten insan, bir şey menedildi mi, o şeye haris olur, büsbütün üstüne düşer!
   dedi ki: “ Ya Musa, nurun parlayınca her şey, kadrini, kıymetini, senin sayende buldu.
   Beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna düşmez ey cömert er!

3275. Bu zamanda Tanrı’nın vekili sensin. Muradımı vermezsen beni meyus edersin. “
   Musa, “ Yarabbi, taşlanmış Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor?
   Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem gönlüme bir kötülük gelecek “ dedi.
   Tanrı dedi ki: “ Ya Musa, öğret… çünkü biz, keremimizden hiçbir duayı asla redetmeyiz.
   Musa dedi ki: “ Yarabbi, sonra pişman olacak, elini dişleyecek, elbiselerini yırtacak.

3280. Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Tanrı’dan çekinen kişiye sermayedir.
   Eli bir şeye erişmeyen, Tanrı’dan korktu, çekindi, kendisini ibadete verdi… yoksulluk, işte yüzden daima övünülecek bir şeydir!
   Zengin zenginliği yüzünden Tanrı tapısından rededildi. Çünkü kudreti var; sabrı terk etti, dilediğini yapıverdi!..
   Âcizlik, yoksulluk, insana hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından aman verir.
   Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir. Çünkü gulyabanilere avlanmış olan insan, o olmayacak dileklere alışmış, onlarla huylanmıştır.

3285. Toprak yiyen, toprak ister; o biçare gülbeşekerden hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez! ”

     
Ulu Tanrı’dan, Musa’ya dileğinden bir kısmını olsun öğret… diye
                                                vahiy gelmesi


   Tanrı, Musa’ya “ Ya Musa, sen onun dileğini verde elini aç, dilediğini yapsın! “ dedi.
   Dileğini yapmak kudreti, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.
   Fakat düşünüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü hesap vakti sevap ta ihtiyarî olarak yapılan işe verilir, azap da!
   Zaten bütün âlem Tanrı’yı tesbik eder… fakat bu zoraki tesbihten, bir sevap elde edilemez.

3290. Erin eline kılıcı ver, onu âcizlikten kurtar, onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!
   Âdem, “ Keremn⠓ sırrına, dilediğini yapabilme kudretiyle erişti… insanların yarısı bal arısı oldu, yarısı yılan!
   Müminler, bal arısı gibi bal madeni oldular… kâfirler, yılan gibi zehir madeni!
   Çünkü mümin, seçilmiş, helâl otlar yer, tükrüğü bile bal arısı gibi hayat verir!
   Kâfire gelince, irin şerbeti içer, gıdasından da zehir meydana gelir!

3295. Tanrı ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!
   İyilik edenler, ihtiyarlarıyla iyilik ederler, uyanık hareketleriyle kendilerini korurlar da o yüzden övülürler, takdir edilirler. Cihandaki bu medihler, bu takdirler, hep ihtiyar yüzünden meydana gelir.
   Külhaniler, zindanda oldukça Tanrı’dan çekinirler, zâhit olurlar, Tanrı’yı anarlar!
   Fakar kudret gitti mi amel kesada uğrar… kendine gel de ecel, sermayeyi elden almasın!
   Kendine gel… kudretin, kâr elde etmek için bir sermayedir. Kudret zamanını kaçırma, kıymetini bil!

3300. İnsan, “ Kerremna “ kır atına binmiş, ihtiyar dizginini de akıl eline vermiştir.
   Musa, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “ İsteğin seni mahcup eder, yüzüznü sarartır.
   Gel, bu sevdadan vazgeç. Tanrı’dan kork. Şeytan, seni aldatmış, o sana ders vermiş! “ dedi.

  
Adam’ın, yalnız kümes hayvanlarıyla köpeğin dillerini anlamaya razı
    olması, Musa aleyhiselâm’ın da onun bu muradını yerine getirmesi


   Adam, “ Bari hiç olmazsa kapı dibinde yatıp duran, ev bekçiliği eden köpekle kümes hayvanlarının dillerini öğret.” dedi.
   Musa dedi ki: “ Hadi, peki… bu ikisinin dillerini anlayacaksın, yürü git! “

3305. Adam , sabah çağı, bakalım sahiden dillerini öğrendim mi, anlayacak mıyım ki? Diye kapının eşiğinde beklemekteydi.
   Hizmetçi kadın sofra örtüsü silkerken bir lokmacık bayat ekmek düştü.
   Ekmek parçasını horoz, hemencicik kapıverdi. Köpek dedi ki: Sen, bize zulmettin.
   Buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem ki… yerimde, yurdumda bundan âcizim ben.
   Sen buğday da yiyebilirsin, arpa da, darı, mısır gibi başka şeyler de… Halbuki ben bunları yiyemem.

3310. Böyle olduğu halde bizim kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile kapıyorsun!

                            
Horozun köpeğe cevabı

   Bu sözü duyan horoz, “ Merak etme, Tanrı sana buna karşılık başka şeyler verir.
   Bu ev sahibinin atı sakatlanacak, yarın sabah, adamakıllı doyacaksın, kederlenme.
   Atın ölümü, köpeklere bir bayram olacak… çalışıp çabalmadan bir hayli rızık dökülüp kalacak “ dedi.
   Adam, bu sözü duyunca derhal atı sattı. Horozun dediği çıkmadı, köpeğe karşı mahcup vaziyette kaldı.

3315. Ertesi günü yine horoz, ekmeği kapınca köpek ağzını açtı, dedi ki:
   “ A düzenbaz horoz… bu yalan niceye bir? Niceye bir bu zulümkârlık, bu yalancılık, bu kara yüreklilik?
   Hani at sakatlanack dediydin, nerde? Sen, düzenci körün birisin, sözünde hiçbir doğru yok!”
   Her şeyden haberi olan horoz, köpeğe “ Atı sakatlandı, sakatlandı ama başka yerde.
   Atını satıp ziyandan kurtuldu. Uğrayacağı ziyanı, başkalarına yükletti.

3320. Fakat yarın katırı sakatlanacak, o nimet, ancak köpeklere nasip olacak” dedi
   O haris adam, hemencecik katırı da sattı, dertten de kurtuldu, ziyandan da.
   Üçüncü günü köpek, horoza dedi ki: “ Ey beyliği davulla dümbelekle ilân edilen yalancılar beyi, hani, nerede vaadin?”
   Horoz, “ Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek.
   Ölünce de akrabası, yoksullara köpeklere ekmekler dağıtacaklar” dedi.

3325. Adam, bunu duyunca köleyi de satıp ziyandan kurtuldu, yüzü parladı, neşelendi.
   Şükürler etmekte, âlemde üç ziyandan da kurtuldum.
   Kümes hayvamlarıyla köpeklerin dillerini öğrendim de kötü takdirlerden kendimi kurtardım demekteydi.
   Ekmekten mahrum kalan köpek, üçüncü gün “ Ey tek, çift atıp duran herzevekil ve yalancı horoz!
  
  
Köpeğe vaat ettiği üç şeyde de yalanı çıkmış olan horozun utanması

   Yalanın, düzenin niceye bir sürecek? Sen yalandan başka bir söz söylemez misin?” dedi.

3330. Horoz dedi ki: “ Haşa… ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan yunmuş, arınmışız!
   Biz horozlar, müezzinler gibi doğru söyler, güneşi gözetler, vakit geldi mi ki diye bekler dururuz!
   Bizi bir leğen altına kapatsalar yine içten içe güneşi gözler, onun nerede olduğunu anlarız.
   Velîler, güneşin bekçileridir. İnsanlar içinde Tanrı sırlarını bilir, anlar onlar.
   Tanrı, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdemoğluna hediye etmiştir.

3335. İçimizden biri yanılır da vakitsiz öterse o ötüşü ölümüne sebep olur.
   Vakitsiz “ Haydin namaza” dememiz, kanımızı mübah eder.
   Mâsum olan, yanılmayansa ancak vahye mahzar olan can horozudur.
   Kölesini de sattı. Köle satılır satılmaz öldü, alan da iki kat ziyana girdi.
   Malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına girdi.

3340. Bir ziyana uğramak, birçok ziyanları defedecekti. Cismimiz, malımız, canlarımıza fedadır; canımıza gelecek belâ, cismimize, malımıza gelir.
   Gazaba uğradın mı padişahlara malını verir, başını kurtarırsın.
   Fakat iş bilmez cahil misin? Kazaya düşünce padişahtan malını kaçırmaya kalkışırsın.

               
Horozun ev sahibinin ölümünü haber vermesi

   Fakat şimdi de yarınki gün ev sahibi ölecek. Mirasına konan feryat ve figan ederek bir öküz kesecek.
   Yarın, adam ölünce sana epeyce yemek düşecek.

3345. Köyde halk da, ilerigelenler de kurban etleri, lalangalar, yemekler yiyecekler.
   Yoksullara, köpeklere bir hayli öküz eti, koca koca ekmekler dağıtılacak.
   Atın, eşeğin, kölenin ölümü, bu ham mağrura gelecek kazayı defedecekti.
   Fakat o, malının ziyan olmasından ve bu yüzden derde düşmesinden kaçtı, malını çoğalttı… çoğalttı ama kendi kanına girdi!
   Dervişlerin bu riyazatları neden? Çünkü cisme verilen o eziyetler, canların bakasına sebep olur.

3350. Salik, ebediliğe erişmese nasıl olur da tenini hastalıklara uğratır, helâk eder?
   Ruhu, karşılığında elde edeceği şeyleri görmese insan, elini açar da cömertlik eder, ibadette bulunur mu?
   Kâr ummaksızın veren ancak Tanrı’dır, Tanrı’dır, Tanrı!
   Yahut da Tanrı huylarıyla huylanmış olan, nur olan, Tanrı parıltısını elde eden Tanrı velîsi.
   Çünkü o ganidir, ondan başka herkes yoksul. Bir yoksul, karşılık ummadan al diyebilir, mal verebilir mi?

3355. Çocuk, elmayı görmedikçe kokmuş soğanı elinden bırakır mı hiç?
   Bütün alışverişlerde maksat var. Herkes, bir şey elde etmek için dükkânına geçmiş, kurulmuştur.
   Yüzlerce güzel matahlar gösterir, gönlünden elde edeceği karşılığı düşünür durur.
   Ey din ulusu, bir selâm bile duymazsın ki selâm veren, sonunda yenini, yakanı yakalamasın.
   Kardeş, ben halkın ileri gelenlerinden de, geri kalanlarından da tamahsız bir selâm bile işitmedim vesselâm!

3360. Yalnız Tanrı’nın selâmında bir tamah yoktur… işte o kdar. Sen ev ev, yer yer onu ara, gaflet etme!
   Ben ağzı güzel kokan adamın ağzından hem Tanrı haberini duydum, hem Tanrı selâmını!
   Bu Tanrı erlerinin selâmını da canla, gönülle kabul eder; Tanrı selâmını onların selâmından duyar, içerim.
   Çünkü onun selâmı da Tanrı selâmı olmuştur. Çünkü o, kendi varlığını ateşlere atmış, yakmıştır.
   Kendi varlığından ölmüş, Tanrı’yla dirilmiştir. Onun için Tanrı sırları, iki dudağının arasından çıkıp durmadadır.

3365. Riyazatta tenin ölümü diriliktir. Bu bedenin eziyet çekmesi ruha ebedîlik verir.
   O habis herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu.

       O adamın, horozdan ölüm haberini duyunca Musa’ya koşması

   Bunları duyunca ateşlenip koşa koşa Musa Kelimullah’ın kapısına dayandı.
   Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey Kelîm, feryadıma yetiş demekteydi.
   Musa, “ Yürü, yüzünü yerlere döşe de kurtul. Mademki usta oldun, kuyudan sıçra, çık!

3370. Hadi Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.
   Ben, sana aynada görünen bu kaza ve kaderi kerpiçte gördüm.
   Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür, gönlüne doğar; bilgisi az kişiye sonunda!” dedi.
   Adam tekrar feryat edip dedi ki: “ Ey iyi ahlâklı, lûtfet. Başıma kakma yüzüme vurma.
   Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi bir karşılık ver, lûtfet.”

3375. Musa, “ Oğul, şastten bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir ki.
   Fakat bir iyilikte bulunmak isterim; ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin.
   İmanını yoldaş edindin mi dirisin… imanla gittin mi ebedîsin” dedi.
   Tam bu sırada adamın hali değişti gönülü bulandı, leğen getirdiler.
   Bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil, ölüm alâmeti! A ham betbaht, kayetmenin ne faydası var sana?

3380. Dört kişi alıp evine götürdüler. Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu.
   Musa’nın öğüdünü dinlemiyor, halifelikte bulunuyorsun ha… Fakat kandini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne atıyorsun!
   Kılıç, senin canını alıverir, hiç utanıp sıkılmaz. Kardeş, bu senin lâyığındır, lâyığın!

               
Musa’nın, o adamın imanla ölmesi için duası

   Musa, o seher çağı duaya başladı: “ Yarabbi, sen, onun imanını alma.
   Padişahlıkta bulun, bağışla onu… o yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş!

3385. Bu bilgi, senin harcın değil dedim ama sözümü anlamadı. Başımdan savuyorum sandı.
   Sopasını ejderha yapabilen kişi ejderhaya el atabilir.
   Dudağını yumup söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.
   Su kuşundan başka kuş denize atılmaz, artık anlayıver… doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
   O da suda yaşayan kuş olmadığı halde denize atıldı, boğuluyor… ey merhametli Tanrı, sen elini tut! “

        
Ulu Tanrı’nın Musa aleyhisselâm’ın duasını kabul etmesi

3390. Tanrı dedi ki: “ Peki… imanını bağışladım. Hattâ dilersen şimdi dirilteyim de…
   Değil yalnız onu, hatırın için bütün ölüp gömülmüş olanları diriteyim.
   Musa, “ Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık âlemde dirilt.
   Bu fena dünya, varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet dirilmede ne fayda var?
   Sen, şimdi onlara, gözlerden gizli olan “ Ledeyna muhdarun “ yurdunda rahmet saç! “ dedi.

3395. Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır canı vebalden kurtarır.
   Sen de riyazata canla, başla müşteri ol. Tenini riyazata verdin mi canını kurtardın demektir.
   Ey bahtı yaver kişi, gönlüne ihtiyatsız riyazat isteği gelirse secdeye baş koy, şükranelikler ver.
   Mademki Tanrı, o riyazat isteğini verdi, şükürler et. O istek, sana kendiliğinden gelmedi, seni “ Kün “ emriyle riyazata çekti.

  
Çocuğu yaşamayan kadının ağlayıp inlemesi, “ Bu, senin riyazatına
     karşılıktır, senin için, mücahitlerin cihadına mukabildir “ diye cevap
                                                  gelmesi


   Bir kadın vardı, her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk, altı aydan fazla yaşamazdı.

3400. Üç aylıkken, yahut dört aylıkken ölür giderdi. Kadın feryad ederek dedi ki: Yarabbi,
   Bu çocuklar, bana dokuz ay yük oluyor, üç aycağız da ferahlık veriyor. Bana verdiğin nimet eleğisağmadan da tez geçip gidiveriyor! “
   Tanrı erlerine ağlayıp yalvarmakta, çocuklarının ölümünden şikâyet etmekteydi.
   Bu suretle tam yirmi oğlu öldü, ciğerine bir yaman ateştir düştü.
   Nihayet bir gece o kadına rüyasında yemyeşil güze, kusursuz, ebediyet yurdunu, cenneti gösterdiler.

3405. Keyfiyete sığmayan nimete cennet dedim. Bağ bahçe dedim. Çünkü orası, nimetlerin de aslıdır, bağların, bahçelerin de toplandığı yer.
   Yoksa ne bağı? Orada öyle şeyler var ki gözler görmemiştir.
   Bu ancak misaldir, onun misli değil. Bu misal de anlamaktan âciz olan bir koku alsın, anlasın diye getirilir.
   Hulâsa kadıncağız, cenneti görüp mest oldu. O teselliye uğrayınca elden çıktı, kendinden geçti!
   Kçşkün birinde adının yazılı olduğunu gördü, o âşık orasını kendinin sandı.

3410. Sonra ona dediler ki: “ Bu nimet, canını feda etmede doğru olan ve bu fedakârlıkta doğruluktan ayrılmayan kişinindir.
   Bir hayli hizmet etmek gerek ki sen de bu kuşluk kahvaltısından yiyesin!
   Fakat sen, Tanrı’ya sığınmada tembellik ediyorsun. Tanrı da ona karşılık olarak sana o musibetleri verdi. “
   Kadın, “ Yarabbi, yüzyıl, hattâ daha fazla bir müddet benden kan dök, evlâtlarımı öldür… razıyım “
   Yavaş yavaş, adım adım o bahçeye girince bütün çocuklarını orada gördü de,

3415. Dedi ki: “ Yarabbi, ben kaybettim ama sen kaybetmemişsin! “ Evet… insan, gaybi gören göze malik olmadıkça insan olamaz.
   Sen istemezsin, sebep olamazsın ama burnun kanar, bir hayli de kan akar… derken ateşin geçer, kurtulursun.
   Her meyvanın içi, kabuğundan iyidir. Teni de kabuk, sevgiliyi iç bil!
   İnsan, pek lâtif bir içe maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara!

              
Tanrı razı olsun, Hamza’nın savaşa zırhsız girmesi

   * Peygamber’in amcası Hazma, gençlik çağında savaşa daima zırh giyerek girerdi.
   Son zamanlarındaysa savaş saflarına zırhsız olarak katılır, sarhoşça savaşa atılırdı.

3420. Göğsü açık, vücudu çıplak oalarak kendini kılıçlara atardı.
   Halk, “ Ey Peygamber’in amcası, ey saflar yaran aslan, ey erlerin padişahı.
   Tanrı buyruğunda “ Nefislerinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın “ emrini okumadın mı ki?
   Peki, neden kendini böyle bir savaş esnasında tehlikeye atıyorsun?
   Gençken, iri yapılı ve kuvvetliyken saflara zırhsız katılmazdın.

3425. Şimdi ihtiyarladın, zayıfladın, belin büküldü… öyle olduğu halde hiçbir şeye aldırış etmez oldun.
   Her şeye boş veriyor; bir kılıç ve bir mızrakla savaşa atılıyor, âdeta kendini sınıyorsun.
   Kılıç, ihtiyara hürmet etmez. Hiç kılıçla okun aklı, temyizi olur mu? “ dediler.
   O bîhaberler, Hamza’nın kaydına düşüyorlar, gayretlerinden ona bu çeşit öğütler veriyorlardı.

                        
Hamza’nın halka cevap vermesi

   Hazma dedi ki. “ Gençken ölümü, bu dünyaya vedâ etme tarzında görürdüm.

3430. Kim ölüme isteyerek gider? Kim ejderhanın karşısında soyunur?
   Fakat şimdi Muhammedin’in nuruyla bu fâni şehre zebun değilim ki.
   Duygudan hariç olan ve halk nuru askeriyle dolu bulunan padişah ordugâhını görmekteyim,
   Çadırlar, çadırlara geçmiş, çadır direklerinin ipleri, iplere sarılmış… şükürler olsun ki Tanrı, beni uykudan uyandırdı.
   Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “ Tehlikeye atılmayın “ emri de onadır.

3435. Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa ona… “ Haydin, çabuk olun “ hitabı gelir.
   Ey ölümü görenler, uzaklaşın… ey haşri, dirilmeyi görenler, çabuk olun!
   Ey lûtuf görenler, ferahlanın, sevinin… Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!
   Ölümü, bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt olarak görense yolunu sapıtır!
   Oğul, herkesin ölümü, kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!

3440. Ayna Türke nazaran güzel renktedir. Zenciye nazaran o da Zencidir.
   Ey can, aklını başına devşir… Ölümden korkup kaçarsın ya… doğrucası sen, kendinden korkmaktasın.
   Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün, canın ağaca benzer… ölüm, yaprağıdır.
   İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin varlığından gelir.
   Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin eğirmişsindir.

3445. Bil ki iş, ona verilen karşılıkla aynı renkte olmaz. Hiçbir hizmet, o hizmete mukabil verilen şeyle bir renkte değildir.
   Ücret alnaların ücreti, yaptıkları işe benzemez. Çünkü o iş ârazdır, buysa cevher ve ebedî.
   İş, güçlükten, zordan, alın terinden ibarettir; buysa gümüştür, altındır, tabaklarla verilen ihsandır.
   Sana bir yerden bir töhmet gelse, mutlaka zulmettiğin birisi mihnete düşmüş, beddua etmiştir.
   Ama sen dersen ki ben bir şey yapmadım, kimse hakkında bir töhmette bulunmadım.

3450. Fakat başka çeşit bir günah etmişsindir. Tohum ektin, nasıl olur da meyve vermez?
   Zina edene yüz sopa vururlar da zinâkâr, ben kimseyi dövmedim ki der.
   Fakat bu belâ, bu dövüş, o zinanın cezası değil mi? Ama sopa, gizli bir yerde edilen zinaya nasıl benzer?
   Ey Kalîm, yılan hiç sopaya benzer mi? Ey hakîm, dert, devaya benzer mi ?
   Sen de o sopa yerine meninin nasıl döktün de o meni, güzelim bir şahıs oldu?

3455. O menin, bir dost oldu, yahut bir yılan kesildi. Asâ’nın yılan olduğuna şaşıyorsun değil mi? Fakat buna daha ziyade şaşmak icabetmez mi?
   Hiç meni, o çocuğa benzer mi ? Hiç şeker kamışı, şekere benzer mi?
   Adam, bir rükû, yahut sücud etti mi onun rükû ve sücudu, o âlemde bağ, bahçe olur.
   Ağzından Tanrı’ya bir övüş utçumu tan yerini ağartan Tanrı, o övüşü bir cennet kuşu yapar.
   Kuşun menisi de yeldir, havadır ama senin Tanrı’yı övüşün, Tanrı’yı tesbih edişin, hiç de kuşa benzemez.

3460. Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle bir hayırda bulundun mu o âlemde bu hayır, ağaçlık, çayırlık, çimenlik olur.
   Sabır suyun, cennetteki nehirler… cennetin süt ırmağı, sevgin, aşkındır.
   İbadetten zevk alman, bal nehri, Tanrı aşkıyla sarhoş olman, şevk duyman şarap ırmağıdır.
   Bu sebepler, o eserlere benzemez. Fakat Tanrı, nasıl oldu da bu sebeplerin yerine o eserleri getirdi? Kimse bilmez.
   Bu sebepler, dünyada nasıl senin ihtiyarınla, senin fermanınla meydana geldiyse o dört ırmak da ahrette şüphe yok, senin fermanına tabi olur.

3465. Onları ne tarafa dilersen akıtırsın. Sebepleri nasıl tasarruf ettiysen onları da öyle tasarruf edersin.
   Menin nasıl sana tabiyse meniden gelen soy sop da derhal senin emrine girer, sana tabi olur.
   Oğlum, senin buyruğunla koşar, yürür… ben senin cüz’ünüm, beni anamaın karnında rehin olarak bırakan sendin, der.
   O sıfat, bu âlemde senin emrindeydi. Cennette de o  ırmaklar senin emrindedir.
   Cennetteki ağaçlar, senin fermanına tabidir, çünkü o ağaçlar, senin sıfatlarından yeşerdi, meyve verdi.

3470. Bu sıfatlar, burada nasıl senin emrine tabiyse onlara karşılık olan şeyler de orada senin emrine tabidir.
   Bir mazluma karşı elinden bir zulüm çıktımı o zulüm bir ağaç olur, o ağaçtan zakkum biter.
   Kızgınlıkla gönüllere ateş saldın mı cehennem ateşinin aslı oldun gitti.
   Ateşin burada nasıl adamlaraı yakarsa ondan meydana gelen eser de orada seni yakar.
   Kızgınlığın ateşin adamlara saldırmakta ya… ondan meydana gelen ateş de adamlara saldırır.

3475. O yılana, akrebe benzeyen sözlerin yılan ve akrep olur da seni kuyruğundan yakalar.
   Velîlere uymadın, onları bekletip durdun, orada da kıyamet gününün beklenmesi san yâr olur, bekler durursun.
   Hele yarın, hele öbür gün diye vaat eder, Tanrı’ya dönmeyi sallar durursun ya… İşte bu bekleyiş, mahşerdeki beklemendir, vay sana!
   O uzun günde hesap için, canlar yakan güneşin altında bekler kalırısn…
   Çünkü sen dünyada göğü de, göktekileri de elbette yola girerim tohumunu eke eke beklemiştin!

3480. Kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır.
   Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem mümine “ Nurun ateşimizi söndürdü “ der… Tanrı’ya şükürler olsun!
   Nura sahip olmadığın halde yavaşlık, mülâyimlik gösterirsen bu kötü bir şeydir. Çünkü ateşin sönmemiştir, küllenmiştir.
   Bu hal, bir tekellüftür. Aklını başına al, ateşi din nurundan başka bir şey söndürmez.
   Din nurunu görmedikçe emin olma… çünkü gizli ateş, bir gün olur ortaya çıkar.

3485. Nuru bir su bil, suya yapış… suyu elde ettin mi ateşten korkma!
   Ateşi su söndürür. Çünkü ateş, huyu muktezası suyun soyunu, sopunu, oğullarını, ( yani ağaçları, otları) yakar, yandırır!
   Birkaç günceğiz o su kuşlarının yanına git de seni Abıhayata ulaştırsınlar.
   Kara kuşuyla su kuşu, suret bakımından birdir ama suyla yağ gibi hakikatte birbirine zıttır,
   Bunlar, birbirlerine benzerler ama her biri, kendi aslına kuldur, köledir. Dikkat ve ihtiyatla hareket et.

3490. Nitekim vesveseyle Elest deminin vahyi… her ikisi de duyguyla değil, akılla anlaşılır; fakat aralarında fark var.
   Her ikisi de gönül pazarının tellâlıdır, her ikisi de matahlarını över, durur.
   Gönül sarrafıysan fikrini anla, gönlüne geleni bil de esir tellâlı gibi bu iki fikri birbirinden ayırtet.
   Eğer şüpheye düşüyor ve iki fikri ayırt edemiyorsan “ Aldatmaca yok “ de; acele etme, koşma!

                         
Alışverişte aldanmamanın çaresi

   Bir dost, Peygamber’e “ Ben alışverişte daima aldanıyorum.

3495. Bir şey satan, yahut alan kişinin hilesi sanki sihir… gelip benim yolumu kesiyor “ dedi.
   Peygamber dedi ki: “ Alışverişte aldanmaktan korkuyorsan alacağın şeyi üç gün muhayyer olarak al.
   Çünkü şüphe yok, yavaş iş Rahman’dandır. Acele edşinse melûn Şeytan’dan. “
   Önüne bir lokma atsan köpek bile köpekliğiyle önce koklar da sonra yer a ihtiyatlı adam!
   O burnuyla koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz.

3500. Tanrı bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı.

 

AÇIKLAMALAR

 

B. 2834. Bu beyitten itibaren 2839 uncu beyte kadar beş beyit arapçadır.


B. 2948. C. I, S. 72, B. 751-753 e bakınız.


B. 2982. Kur'anın 23 üncü suresi olan Mü'minun suresinin  107  inci  âyetidir.


B. 2997. den sonraki başlık. "An o zaman ki dedik. Bu köye girin, dilediğiniz meyvaları sıkıntısızca yiyin, Beyti Makdes'in kapısından secde ederek girin de, yarabbi, günahlarımızı affet, bizi günahlardan arıt deyin.. suçlarınızı örtelim. Bu söyleyeceğiniz söz yüzünden yakında ihsan sahiplerinin sevaplarını çoğaltacağız"  (Sure 2, Bakara, âyet 58)


B. 3028. Tanrı emriyle Musa Peygamber, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmak, esirlikten kurtarmak istediği vakit Firavun razı olmamış, Tanrı da Mısırlılara bazı belalar vermişti ki bunlardan biri de Nil ırmağının Mısırlılara gönderdiği bu belâlar on taneydi, bunlara "Beliyyât-ı aşere - onbelâ" denir, Tevrat, bunları uzun uzadıya anlatır Kur'anda da kısaca anılır. C. II, S. 64, B. 694 e de bakınız.


B. 3033. H. Muhammed'den böyle bir hadis rivayet edilmiştir.


B. 3075. ten sonraki bahis. S. 193, B. 2033-2036 ya bakınız.


B. 3080. Hukema denilen ve Yunan felsefesini İslâmileştiren filozoflara göre yaratıcı kudretin faal tecellisine "Akl-ı Kül" derler. Bu tecelli, bir de münfeillik meydana getirmiştir ki buna da "Nefs-i kül" denir. Akl-ı kül ile Nefs-i Küll'ün birleşmesi gökleri meydana getirmiştir. Göklerin dönüşünden dört unsur meydana gelmiş, unsurlarla göklerin birleşmesi de "cemat, nebat ve hayvan" âlemini vücuda getirmiştir. Akıl, bütün âlemde tedbir sahibidir ve nefsi tedbir eden odur. Madde âlemi Nefs-i küll'ün zuhurudur ve her şeyin maddî varlığı, zahiren o şeye ait "Nefs-i cüzi" dir, fakat hakikatta Nefs-i Küllinin bir tecellisinden ibarettir. C. I, S. 186, B. 1899 a da bakınız.


B. 3081. "Ey Peygamber sana Rabbinden indirilen şeyi tebliğ et. Bunu yapmazsan elçiliğini yapmamış olursun.. Ve Tanrı, seni insanlardan korur, şüphe yok Tanrı kâfir olan kavme hidayet etmez" (Sure 5, Maide, âyet 67).


B. 3102. Arap memleketlerinde ayağa da bilezik takma âdeti vardır. Ayağa takılan bileziğe "halhal" derler.


B. 3104. ten sonraki başlık ve bahis. Ankaravî, bu bahsin, "Şüphe yok, Ulu Tanrı'nın gizli velileri vardır. Saçları karmakarışık ve kıvırcık, yüzleri tozludur. Bir beyin, bir emirin yanına girmek isteseler onlara izin verilmez, gözden kaybolsalar aranmazlar, bir yerde bulunsalar çağırılmazlar, hastalansalar halleri, hatırları sorulmaz, ölseler kimsecikler cenazelerine gitmez. Onlar, yeryüzünde bilinmeyen, gökyüzünde tanınan, bilinen kişilerdir" mealinde ve hadis olarak rivayet edilen bir söze dayandığını söylüyor (S. 518-519),


B. 3110. Ankaravî, bu hadisin "Nüzhetünnâzırîn" adlı hadis kitabında bulunduğunu söylüyor (S. 521).


B. 3129 dan sonraki bahis. Ankaravî, bu bahisteki hikâyenin de aynı kitapta hadis olarak nakledildiğini kaydetmektedir (S. 524).


B. 3145-3150. Sehabeden Enes ve Cabir böyle bir hadis rivayet etmişlerdir.


B. 3200. Müslümanlara göre İsa Peygamber'e inen ve dört büyük kitaptan biri olan kitap. Diğer üçü şunlardır: Musa Peygamber'e inen Tevrat, Davut Peygambere inen ve yalnız ilâhî neşidelerden ibaret olan Zebur ve H. Muhammed'e inen Kur'an. Hıristiyanlara göre, muştuluk mânasına gelen İncil, İsa'nın hayatıdır. Bu hayatı ve İsa'nın sözlerini kendisine inananlar, sonradan toplamışlar ve kitap haline getirmişlerdir.


B. 3201. Şîa, yani Şiî olan müslümanlar, halifeliğin, H. Muhammed tarafından Ali'ye verildiğini, sonra sırasıyla Ebubekir, Ömer ve Osman'ın, onlardan sonra da Ümmeyye ve Abbasoğulları'nın bu hakkı Ali ile evlâdı olan diğer on bir İmam'dan zorla aldıklarını söylerler. Halifeliğin Ali'den alınmasında, onlarca en mühim rolü Ömer oynamıştır. Bu yüzden bütün halifeleri ve hele Ömer'i sevmez ve bu hususta ileri gidenleri bunlara dil uzatırlar.


B. 3203. ten sonraki bahis. "Kimdir acaba âciz kalan kişi dua ettiği vakit ona erişen, duasını kabul eden, kötülüğü gideren ve sizi, sizden öncekilerin yerine koyan? Tanrı ile beraber başka bir Tanrı var mı ki? Tanrı, şirk koşanların şirkinden yücedir"    (Sure 27, Neml,  âyet 63).


B. 3219 dan sonraki bahis, Ankaravi bu mealde bir  hadisin Nüzhetünnâzırîn'de  bulunduğunu   söylüyor (S.  539-541).


B. 3231-3232.    Uzzâ,   İslâm’ dan    önce   Arapların taptığı putlardan biri. Aziz, pek yüce mânasına gelir ve Tanrı   sıfatlarını  bildiren  "Esmâyi  hüsnâ  -  Tanrı'nın güzel adları" ndandır.


B. 3234. Kâfur kokusu, ölüme delâlet eder. Ölünün kokusu varsa gitsin ve kabirde de yılan ve sair hayvanlar dokunmasın diye gözlerine, kulaklarına, burnuna ve bazı yerlerde yedi secde azasına pamuklu suya karışmış kâfuru korlar. Hattâ bazı mezheplerde ölüyü bir kere de kâfuruyla karışık suyla yıkarlar.


B. 3237 den sonraki bahis. Ankaravî, bu hadisi ve yazılı kitapları kaydetmektedir (S. 541).


B. 3254 ten sonraki başlık. Kur'anın 94 üncü suresi olan İnşirah suresinin 5 ve 6 inci âyetlerinden alınmıştır.


B. 3264. C. II, S. 13, B. 140 a bakınız.


B. 3276. Şeytan'dan, Kur'anda "Racîm-taşlanmış, sürülmüş, Tanrı tapısından kovulmuş" diye bahsedilir. Halk arasında İbrahim Peygamber'in Şeytan'ı taşladığı, hattâ bir gözünü kör ettiği rivayet edilegelmiştir. S. 71, B. 775 ve C. II, S. 207, B. 2231, S. 209, B. 2243 e de bakınız.


B. 3349. Riyazat, dervişlerin az yemek, az içme, az uyumak ve boyuna ibadet etmekle nefislerini ıslâha çalışmaları.

 

B. 3394. "Kıyamet bir bağırışta kopuverir, hemencecik de bütün mahlûkat yanımıza hazır oluverir" (Sure 36, Yasin, âyet 53)


B. 3418 den sonraki bahis. Hamza, H. Muhammed'in  amcasıdır, Uhud savaşında  müşrikler tarafından öldürülmüştür.  Pek  kuvvetli  ve  yiğitti.


B. 3422. C. I,  S. 389,  B. 3930 a  bakınız.


B. 3435. Rabbinizin  yargılamasına ve genişliği göklerle yeryüzü kadar olan ve temiz kişilere hazırlanan cennete  koşun.  (Sure 3, Ali İmran,  âyet 133)


B. 3446.  C. I,  S. 66,  B. 286 ya  bakınız.


B. 3445-3494. C. II, S. 89, B. 963 e bakınız.


B. 3457.     H. Muhammed'in   "Cennette   bol  bol dikin"  dediği,  sahabenin     "Cennetin  ağacı  nedir?"  diye sorması üzerine "Tanrı'yı tespih etmek" diye cevap verdiği  rivayet  edilmiştir.


B. 3494 ten sonraki bahis. H. Muhammed'den böyle bir hadis rivayet edilmiştir.


B. 3500. Tevrat'a göre gökler, yeryüzü ve bütün mevcudat altı günde yaratılmıştır. Bu inanış aynen Kur'ana da alınmış ve birçok âyetlerde anılmıştır

 

 

 

.