.

bismill2.gif (3562 Byte)

 

 

MESNEVİ ŞERİF

ANA SAYFA

KİTAP-5

BEYİT 1401-2100

1401.Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs ve tamah seni azdıran bir düşmandır.
Hırs, hepsini ister fakat bütün lezzetlerden mahrum olur. A turp oğlu turp hırsa tapma.
O halayıkcağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın sen ustayı yola saldın.

Ustasız is yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.

1405. Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın.
Kuş, hem harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolaşmamalıydı.
Taneyi az ye bu kadar pis boğaz olma. “Yiyin” emrini okudunsa “İsraf etmeyin” emrini de oku.
Bu suretle tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat ancak bunu icap ettirir.
Akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar.

1410. Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mi tane yemek, hepsine haram olur.
Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeye kalkışırsa tuzaktaki tane zehre döner.
Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, halkın bu dünya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler.
Çünkü, tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kördür o kuş ki tuzaktan tane diler.

1415. Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker götürür.
Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve zariflerinse güzel sesleri işe yarar.

Hasılı halayıkcağız kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce,
Dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana ustan bir şey gösterdiyse,
Yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki iç yüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkan açtın.

1420. Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün,âlâ. Fakat a haris neden kabağı görmedin?
Yoksa eşeğin askına o kadar mi dalmıştın ki gözüne kabak görünmedi?
Ustadan sanatın dış yüzünü gördün sevine, sevine ustalığa kalkıştın.
Nice riyacı ve işten haberi olmayan ahmak kişiler vardır ki erlerin yolundan göre, göre ancak sof kumaş görmüştür.
Nice boş boğazlar vardır ki azıcık bir hüner elde etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğrenmemişlerdir.

1425. Her biri Musa’yım diye eline bir sopa almış, her biri, İsa’yım diye ahmaklara üfürmeye kalkışmıştır.
Bir gün doğruların doğruluğu, senden mihenk taşını isteyecektir. Eyvah o günden!

Artık geri kalanını ustaya sor. Bu harislerin hepsi de kördür dilsizdir.
Hepsini aradın, elde etmek istedin, fakat herkesten geri kaldın. Bu ahmak sürü, kurtlara av olmuştur.
Bir suret gördün, onun sözünü söylemeye başlayıverdin ha; dudu kuşları gibi kendi sözünden haberin bile yok!


Tanrı telkinine takatleri olmayan ümmetlere peygamberlerin,müritlere, şeyhin telkini, insanla ülfeti olmayan dudu kuşunun ayna karsısında söz söylemeyi öğrenmesine benzer.Ulu Tanrı da dudu kuşuna yapıldığı gibi müridin önüne şeyhi bir ayna gibi koyar, ayna arkasından ona telkinde bulunur. Tanrı, Peygamberce ”Dilini oynatıp Cebrail’den önce okumaya kalkışma”ve “Peygamberin söylediği, ancak Tanri’nin vahyettigi sözdür”demiştir. İste sonu olmayan meselenin başlangıcı budur. Nitekim senin hayal dediğin aynadaki dudu kuşunun gagasını oynatması yok mu? O hareket dinarda söz söylemeyi öğrenen dudu kuşunun aksidir, fakat aynamın ardında bulunan söz öğretenin aksi değildir. Yalnız aynanın önünde dudu kuşunun sözü ve hareketi, ayna ardında bulunan ve söz söylemeyi öğretenin tasarrufuna tabidir. Bu da bir örnektir, tıpkısı değil.

1430. Dudu kuşu, önünde bir ayna, ayna içinde de kendi aksini görür.
Aynanın ardında usta gizlenmiştir; güzel dille edeplice söz söyler.
Duducuk, bu söz söyleyeni ayna içinde gördüğü dudu sanır.
Bu suretle o koca kurdun hilesinden haberi olmaz, güya kendi cinsinden olan bu dududan söz söylemeyi öğrenir.
Usta, ona ayna ardından söz söylemeyi öğretir. Böyle olmasa kendi cinsinden olmayan birisinden söz söylemeyi öğrenemez.

1435. O hünerli kus, söz öğrenir ama sırrından da haberi yoktur manasından da. Söz söylemeyi bir insandan beller. Fakat bir duducuk, bundan başka insandan ne bilebilir, ne elde edebilir ki?
Velinin beden aynasında da kötülüklerle dolu olan mürit, tıpkı bunun gibi kendisini görür.
Fakat söz ve iş zamanında aynanın ardındaki Akl-ı Küll-ü nereden görecek?
O sanır ki insan söylüyor. Halbuki bu, başka bir sırdır, onun bundan haberi bile yoktur.

1440. Söz söylemeyi belletir, belletir ama önü sonu olmayan sır belletir. Halbuki o, bu sırra eş değildir, bir dududur, bunu bilemez.
Halkta kuşların ötüşünü taklit ederler. Bu, ağzın ve boğazın yapabileceği bir şeydir. Fakat kuşların seslerini taklit edenin o seslerdeki manadan haberi bile yoktur. Kuş dilini ancak bakışı hoş Süleyman bilir.
Nice kişiler de dervişlerin sözlerini öğrenir, mimber ve meclisleri o sözlerle parlatır. Fakat onların ya bu sözlerden başka bir kısmetleri yoktur, yahut da sonunda Tanrı rahmeti onlara yol gösterir.

Gönül sahibinin biri, gebe bir köpek gördü. Yavruları karnında havlamaktaydı. Köpeğin havlaması bekçilik etmek içindir dedi, halbuki ana karnında bekçilik olmaz. Sonra köpek havlaması, imdat istemeye, süt istemeye ve saireyse delalet eder. Ana karnındaysa bunların hiçbir faydası yoktur. Bu ne iş? Şaşırmış bir haldeyken kendisine gelince Tanrıya münacatta bulundu, "Bunu,Tanrımdan başka kimse bilmez"dedi. Tanrıdan şu cevap geldi: Bu, hicaptan çıkamamış, can gözleri açılmamış olduğu halde görgü sahibi olduklarını davaya kalkışanların, bu hususta söz söyleyenlerin halidir. Bu davadan ve bu sözlerden ne bir kuvvete sahip olurlar, ne bir yardıma, ne de dinleyenleri doğru yola götürebilirler.

1445. Birisi çiledeyken rüyasında, bir yolda gebe bir köpek gördü.
Ansızın Köpeğin karnındaki enciklerin havladığını duydu. Encikler ortada yoktu.

Köpek Yavruları ana karnında nasıl havlar diye bir hayli şaştı.
Hiç köpek enciği anasının karnında nasıl havlar? Alemde bunu kim görmüştür?

Uykudan uyanıp kendine gelince şaşkınlığı an be an artıyordu.

1450. Çilede kimse yoktu ki düğümü çözsün? Bu işi ancak yüce ve ulu Tanrı tapısından halledebilirdi.
Dedi ki: Yarabbi, bu müşkül is, bu dedikodu nedir? Çilemde şaşırdım seni zikretmeden kaldım.
Kanadımı aç da uçayım, zikir bahçesine ve elmalıklarına gideyim.
Hatiften derhal ses geldi: Bu, bil ki bilgisizlerin lafına benzer.
Örtüden, perdeden dışarı çıkmamış, gözü bağlı. Fakat yine de beyhude yere söylenip durur.

1455. Ana karnında köpek enciğinin havlaması beyhudedir. Ne ava yarar, ne gece bekçiliğine.
Kurt görmemiş ki onu kovsun. Hırsız gelmemiş ki onu kovalasın.
Harislikten ve baş olma sevdasından bakışı görgüsüzdü, fakat laf söylemede atılgan. Müşteri bulma havasına kapılmış, hararetli bir halde, fakat gözü kapalı olarak işe girişmiş.
Ayı görmeden nişaneleri söylemede, köylüyü bu suretle aykırı bir anlayışa sürmede.

1460. Müşteri bulmak için, mevki kazanmak için ayı görmediği halde ondan yüzlerce nişane vermede.
Kâr veren müşteri, tektir. Fakat onlar, bu müşteri hakkında şüphe ve zan içindedirler.
Hiçbir ululuğu, hiçbir değeri olmayan müşteriye hava satar bu adamlar.
Bizim müşterimiz Tanrıdır, “Allah satın alır.” Artık sende her müşterinin derdine düşme, kurtul bu işten.
Seni arayan müşteriyi ara, senin başlangıcını ve sonunu bilen müşteriyi bul.

1465. Kendine gel. Her müşteriye el atma. İki sevgiliyi sevmek kötüdür.
O, satın alsa bile ondan kar elde edemezsin. Onda akla fikre değer verme kabiliyeti yoktur.
O, yarım nal parasına bile sahip değilken sen tutuyor, ona yakut ve lâl gösteriyorsun.
Şeytan, nasıl kendisini taslanmış bir hale getirmişse hırs da tıpkı onun gibi seni kör etmiş, her şeyden mahrum bırakmıştır.
O, azapçı Şeytan, Fil ashabı ile Lut kavmini nasıl taşlatmışsa onları da tıpkı öyle taşlatmış, helak etmiştir.

1470. Müşteriyi, sabredenler bulurlar. Çünkü onlar, her müşteriye koşmazlar.
Kim o müşteriden yüz çevirirse o adamdan baht da yüz çevirir, ikbal de, ebedilik de. Darvan’lilar nasıl haset yüzünden ebedi olarak hasrette kaldılarsa, haris olanlar da ebediyen hasrette kalmışlardır.

Darvan'lıların Babamız, bönlüğünden bahçenin hasılatından çoğunu yoksullara verirdi. Üzüm oldu mu, onda birini, kuru üzüm yapıldı mı onda birini, helva ve paluze pişirildi mi onda birini, harman toplanıp başaklar yığın yapıldı mı onda birini, harman döğüldü mü onda birini, samanla karışık buğdayın onda birini, buğday samandan ayrıldı mı onda birini, öğütülüp un oldu mu onda birini, hamur yoğruldu mu onda birini, ekmek yapıldı mı yine onda birini verirdi deyip yoksullara haset etmeleri. Ulu Tanrı, bu yüzden o bahçeye, tarlaya bir bereket vermişti ki bütün bahçe sahipleri, o bahçeyle tarlanın sahibine muhtaç olurlar, hem meyve, hem de para isterlerdi. Halbuki o bahçe ve tarla sahibi, onların hiçbirine muhtaç olmazdı. Adamın oğulları, tekrar tekrar onda bir verişi görüyorlardı da, o bereketi görmüyorlardı, hani o kadın gibi... Eşeğin aletini gördü de kabağı göremediydi ya!

Temiz bir Tanrı adamı vardı. Aklı, her şeye erer, işin sonunu görürdü.
Yemen ülkesine yakın Darvan şehrindendi, sadaka vermekle, güzel huylu olmakla şöhret kazanmıştı.

1475. Civarı yoksullarla Kâbe kesilmişti. Bir şey umanlar hep onun civarına gelirlerdi.
Riyasız olarak mahsulünün onda birini verir, buğday samandan ayrıldı mi tekrar, Öğütülüp un haline geldi mi, ekmek pişirildi mi yine onda birini verirdi.
Her elde ettiğinin onda birini verir, ektiğinin öşrünü dört kere yoksullara dağıtırdı.
O, yiğit her zaman bütün oğullarına vasiyetlerde bulunur;

1480. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için benden sonra hırsınıza uyup yoksulların hakkını vermemezlikte bulunmayın.
Bu onda birleri verin de Tanrı koruması ile mahsulünüz elinizde kalsın.
Tahmine şüpheye hacet yok, mahsulleri gayp âleminden veren de Tanrıdır, meyveleri veren de.
Gelir zamanında harcedersen bu harcetmen, kar kazancıdır, kar edersin.
Köylünün çoğu tarlasından elde ettiği tohumu yine eker.

1485. Yediğinden fazlasını yine tohumluk yapar. Çünkü tekrar mahsul elde edeceğinden şüphe etmez.
Tohumu, o yerden elde ettiği için yine o yere saçmaktan çekinmez.
Kunduracı da ekmeğinden arttırdığı parayla gön ve sahtiyan satın alır.
Elime ne geçiyorsa bunlardan geçiyor. Kapalı rızkım bunlarla açılıyor der.
Eline geçen para o yüzden geçtiğinden parasını ona sarf eder.

1490. Fakat bu yer ve deri, ancak perdedir. Asıl rızkı, her an Tanrıdan bil.
Elde ettiğin karı, elde ettiğin yere ekersen birine karşılık yüz bin elde edersin. Tutalım şimdi sebep sandığın yere tohumu ektin.
İki üç yıl o tohum bitmez, mahsul vermezse ne yaparsın? Tanrıya yalvarmadan el açıp dua etmeden başka elinden ne gelir?
Tanrı huzurunda elini başına vurursun. Bu el ve baş, bu çırpınış, rızkı onun verdiğine tanıktır.

1495. Bu suretle anlar bilirsin ki rızkın aslının aslı, odur. Rızık arayan da onu arar. Rızkı ondan ara, Zeyd’den, Amr’dan değil. Sarhoşluğu ondan iste esrardan, şaraptan değil.
Zenginliği defineden, hazineden, maldan mülkten değil, ondan dile. Yardımı amcadan, dayıdan değil ondan iste.
Çünkü sonunda bütün bunları bırakıp gideceksin. Kendine gel de o zaman kimi çağırıyor, kimden imdat istiyordun, bir düşün!
Şimdi de onu çağır, ondan başkalarını bırak. bırak da cihan mülküne varis ol.

1500. Bir zaman gelecek ki “adam, kardeşinden kaçacak”, oğul babasından ürkecek. O anda her dost, düşman kesilecek. Çünkü onlar, senin putundu, yoluna mani oluyordu.
Yüzünü nakkaştan çevirmiştin ve nakşa tutmuştun. Çünkü gönlün, o suretle hoşlanıyor, o nakışla avunuyordu.
Şimdi de dostların seninle zıt olurlar, senden yüz çevirip sana düşmanlığa kalkışırlarsa,
Hemencecik de ki: İşte, günün aydın oldu. Yarın olacak şey bu günden oluverdi.

1505. Buradakiler hep bana zıt oldular. Kıyamette böyle olacaktı ya, bu hal, bana daha önce gelip çattı.
Günümü onlarla geçirmeden, ömrümü onlarla bitirmeden ne olduklarını anladım. Eğer bu hal olmasaydı ayıplı bir kumaş satın almış olacaktın. Şükürler olsun ki o kumasın ayıplı olduğunu daha önceden öğrendin.
Elimdeki sermaye, elimden çıkmadan işi anladım, yoksa yine sonunda o kumasın ayıbı meydana çıkacaktı.
Mal da gidecekti ömür de. Bir yırtık kumaş için malımı da verecektin canımı da.

1510. Malımı mülkümü verip kalp para alacaktım, sonra da sevine, sevine evimin yolunu tutacaktım.
Şükürler olsun ki altının kalp olduğunu, ömrümü o yüzden harcamadan meydana çıktı.
Yoksa kalp, ta sona kadar boynumda kalacaktı. Bos yere de ömrümü zayi edecektim.
Mademki paranın kalp olduğu şimdiden anlaşıldı, ben de ondan ayağımı hemen çekeyim.
Dostun, sana düşmanlık eder, hasedini, kinini dışarıya vursa,

1515. Senden yüz çevirdiği için feryat etme. Kendini ahmak ve bilgisiz bir hale düşürme.
Tanrıya şükret yoksullara ekmek ver ki onun çuvalında eskimedin, yıpranmadın. Ebedi ve doğru bir dost aramak üzere çuvalından tez çıktın.
Ne nazlı, ne vefalı sevgidir o ki ölümünden sonra bile dostluğu bir katken üç kat olur, bağlılığındaki kuvvet üç kat artar.
O dost, ya padişahtır, yüce bir sultandır, yahut da padişahın makbulü olan yanında şefaati kabul edilen bir kuldur.

1520. Düzenbaz, hileci, riyakar dosttan kurtuldun, ölmeden önce onun düzenini riyasını gördün.
Eğer alemde halkın sana su cefasını bilsen bu, sence gizli bir altın hazinesi sayılır. Halkı, sana karsı kötü huylu eder de sonunda çaresiz kalırsın, hepsinden yüz çevirirsin.
Şunu iyice bil ki nihayet hepsi de düşman olacak, baş kesici hasım kesilecektir.
Sen de mezarda tek Tanrı’dan “Yarabbi, beni tek bırakma” diye feryat edeceksin.

1525. Ey cefası vefalıların ahdından güzel olan dost, vefalıların bal gibi vefaları da sendendir.
Ey ambar sahibi, sözü aklından duy da buğdayını Tanrı yerine saç!
Saç da hırsızdan da emin olsun, buğday bitinden de. Şeytanı, Şeytanın oğlu ile beraber çabuk öldür.
Çünkü o, seni yoksullukla korkutup durmadadır. Ey erkek çakır kuşu, ceylan avlar gibi avla onu.
Padişahın, muradına erişmiş yüce doğanı, ceylana avlanırsa ayıptır.

1530. Adam bu çeşit bir hayli öğüt tohumları ekti ama oğullarının yeri çoraktı bir fayda vermedi.
Öğütçü, yüzlerce çalışıp çabalasa öğüdü duymak ve kabullenmek için dinleyende kabul edici kulak gerek.
Sen yüzlerce lütuflarda bulunarak ona öğüt verirsin ama bu öğütün, onun kulağına bile girmez.
Duymayan inatçı bir adam, yüzlerce söyleyeni aciz bırakır.
Peygamberlerden daha Öğütçü, daha güzel sözlü kim vardır? Nefesleri tasa bile tesir eder.

1535.Fakat dağ taş bile onların sözlerini duydu, sözleri dağa, tasa bile tesir etti de bahtı kötü kişinin bahtı açılmadı gitti.
Bizlik benlik kaydına düşen gönüller, onların sözlerine karşı taştan da katı bir hal alırlar.

Tanrı vergisiyle Tanrı kudreti, halk vergisinde olduğu gibi kabiliyete muhtaç değildir. Çünkü vergi önsüzdür, kabiliyet sonradan meydana gelme. Vermek, Tanrı sıfatıdır, kabiliyet yaratılmışın sıfatı. Evveli olmayan, sonradan meydana gelen şeye bağlı değildir. Bağlı olduğu farz edilirse sonradan meydana gelmenin imkansız olması lazım gelir.

Bu gönlün ıslah olmasına çare, insanı halden hale döndüren Tanrının ihsan ve lütfudur. Onun vergisine de kabiliyet şart değildir.
Belki kabiliyete sahip oluşa şart, onun lütuf ve ihsanda bulunmasıdır. Tanrı vergisi içtir, kabiliyet, deri.
Şunu görsene: Musa’nın sopası ejderha olmada, avucu güneş gibi parlamada.

1540.Peygamberlerin aklımıza fikrimize sığmayan yüz binlerce mucizeleri, Sebeplerden olmamıştır, Tanrı yaratması ile olmuştur. Yoklara kabiliyet nereden geliyor?
Kabiliyet, Tanrı işinde şart olsaydı hiçbir yok varlık alemine gelmezdi.
Arayanlar için bu gök perdenin altında bir adettir koydu, sebepler ve yollar yarattı. Olan şeylerin pek çoğu o adete göre olagelir. Fakat bazı da olur ki kudret, o adeti yırtar, kaldırır.

1545. Hoşluk ve tatlılıkla adet, yol yordam koydu ama sonra da o adeti, o yolu yordamı yırttı, adına mucize dendi.
Sebepsiz olarak bize yücelik gelmez. Gelmez ama kudret, sebebi kaldırmada aciz değil.
Ey sebebe kapılan, sebepten dışarı uçma. Fakat sebebi yaratanı da abes sanmaya kalkışma.
Sebebi yaratan Tanrı, ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır.
Fakat arayan muradına erişsin diye çok defa, yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yaratır.

1550. Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır.
Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir.
Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın.
Bu suretle de mekansızlık yurdunda sebepleri yaratanı görsün, çalışmayı, kazancı dükkânı saçma ve beyhude saysın.
Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir. Babacığım sebep ve vasıtalar.

1555. Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir.

Adem aleyhisselam'ın bedeni, ilk yaratılırken Tanrının Cebrail aleyhisselam'a "Yürü, şu yeryüzünden bir avuç toprak al", bir rivayete göre de "Her yerden avuç avuç toprak al"diye emretmesi

Sanat sahibi Tanrı, hayra, şerre uğramak, sınamak üzere Adem’i yaratmak istediği zaman,
Özü doğru Cebrail’e “Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç al” buyurdu.
Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin rabbinin emrini yerine getirmek üzere yeryüzüne geldi.
O, buyruk kulu, yere el attı. Toprak, kendini çekti, çekindi.

1560. Dile gelip yalvarmaya, tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü git, canımı bağışla. O yürük atinin yularını çek benden.
Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek. Tanrı hakkı için beni bırak, alma.
Tanrı seni seçti, Levih’teki bilgiyi sana gösterdi. O lütuf hakkı için vazgeç benden.
Tanrı ihsanı ile meleklere hoca oldun. Daima Tanrı ile konuşmadasın.

1565. Peygamberlerin de elçisi olacaksın. Sen vahiy canının hayatısın bedeni değil.
İsrafil bedenlere can verir, sen cana can verirsin. O yüzden İsrafil’den üstünsün.
O, sur’u üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin mücerret gönüllere can bağışlar.
Bedendeki canın canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın, İsrafil’in ihsanından üstündür.
Sonra Mikâil bedenlere fizik verir. Senin çalışmansa aydın gönlü rızıklandırır.

1570. O kile vergisiyle eteğini doldurmuştur. Senin rızkınsa kileye sığmaz.
Kahır ve şiddet sahibi Azrail’den de üstünsün. Rahmetin, gazaptan fazla ve üstün olduğu gibi.
Arşı bu dördü taşırlar. Sen bunların padişahısın. Hakikatte uyanıklık bakımından dördünün en yücesi en üstünüsün.
Mahşer günü görürsün ki arşı sekiz melek taşır. O zaman sekizinin en üstünü yine sen olacaksın demeye başladı.
Bu çeşit sayıp dökmeye, ağlayıp yalvarmaya koyuldu. Çünkü o, bundaki maksadın ne olduğunu anlamış, bundan bir koku almıştı.

1575. Cebrail utanç madeniydi. O antlar, yolunu bağladı.
Yer, pek çok yalvardığı, antlar, yeminler verdiği için geri döndü, dedi ki: Ey kulların rabbi!
Ben senin işinde serseri değildim. Fakat aramızda geçen şeyleri, söylenen sözleri sen daha iyi bilirsin.
Adlarından bir adı andı ki ey her şeyi gören Tanrı, o adın korkusundan yedi gökte dönmesini terk eder durur.
Utandım adından sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kolay bir şey.

1580. Sen meleklere öyle bir kuvvet vermişsin ki bu gökleri bile yırtarlar.

Tanrının; insanların babası ve Tanrı halifesi olan ,melekler tarafından secde edilen ve onlara hocalık eden Adem aleyhisselam'ın mübarek bedenini yoğurmak üzere bir avuç toprak alması için Mikail aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.

Tanrı, Mikail’e “Sen yeryüzüne in de ondan aslan gibi bir avuç toprak kapıver” dedi.
Mikail yeryüzüne gelip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman,
Yeryüzü titredi, ağlamaya, yalvarmaya, gözyaşları dökmeye başladı.
Gönlü yanarak yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek ant verdi, dedi ki:

1585. Lütuf sahibi eşsiz Tanrı hakkı için ki seni, Arsı taşıyan ulu melekler arasına kattı.
Aleme Rızk veren kilelerin memurusun, lütuf ve ihsan susuzlarına avuç,avuç su verirsin.
Çünkü Mikail sözü kileden üremedir. Mikail fizik veren kilecidir.
Bana aman ver, azat et beni. Bak kanlı gözyaşlarına bulandım da seninle öyle konuşuyorum.
Melek, Tanrı merhametinin madenidir. Dedi ki: Şimdi ben şu yaranın üstüne nasıl tuz ekeyim?

1590. Nitekim Şeytan da kahır madenidir. Adem oğullarından bu yüzden feryat eder.
Yiğidim, merhamet, gazaptan fazladır, gazaba üstündür. Tanrı sıfatlarından lütuf, kahrın üstündedir.
Kullar da onun huyundadır, tulumlar onun suyu ile doludur.
O Tanrı Resulü, o sülük kılavuzu “İnsanlar padişahların dinindedir” demiştir.
Mikail, din rabbinin tapısına, eli yeni boş olarak gitti.

1595.Dedi ki: Ey sırları bilen tek padişah, toprak ağlayıp inledi, yolumu bağladı benim.
Senin yanında gözyaşının bir değeri vardır. İşitmezlikten gelemedim.
Ahın feryadın sence yüce bir değeri var. O hukuku terk etmek elimden gelmedi.
Sence yaşlı gözün pek değeri var. Artık ben, nasıl inat edebilirdim?
Kul, günde beş kere namaza gel, feryad et diye davet edilir.

1600.Müezzinin “Haydi felaha” demesi yok mu? O felah, bu ağlayış bu sızlanıştır.
Sen kimi dertle hasta etmek istersen onun gönlüne ağlayış yolunu kapatırsın.
Bu suretle de defeden olmaz, bela gelip çatar. Çünkü sızlanma şefaatçısı bulunmaz.
Birisini beladan kurtarmak istersen gönlüne sızlanmayı getirirsin.
Kuran’da şiddetli azaba uğrayan ümmetler hakkında dedin ki:

1605. O anda ağlayıp sızlanmadılar ki bela onlardan dönüp savuşsun.
Gönülleri katı olduğundan suçları kendilerine ibadet görünüyordu.
İnatçı kendisini suçlu bilmedikçe nasıl olur da gözleri yaşarır ağlar?

Ağlayıp sızlamanın, gökyüzünden gelen belayı defettiğine Yunus aleyhisselam'ın hikayesi deleldir. Ulu Tanrı,dilediği gibi iş görür, şu halde sızlanma ve onu ululama, insana fayda verir. Filozoflarsa Tanrı, tabiata ve sebebe göre işi görür, dilediği gibi değil. Onun için de sızlanış, tabiatı değiştiremez derler.

Yunus peygamberin kavmine bela gelip çattı. Gökten ateş dolu bir bulut ayrıldı.
Yıldırımlar saçıyor, taşları yakıyordu. Gök gürlemekte, benizleri sarartmaktaydı.

1610.Onların hepsi damlardaydı. Vakit geceydi. Gökyüzünden gelen bu bela, gece vakti gelip çatmıştı.
Hepsi damlardan aşağı indi. Başlarını açıp ovanın yolunu tuttular.
Analar evlatlarını kendilerinden ayırdılar. Hepsi feryat figana, çığrışıp ağlaşmaya koyuldu.
O kavim, akşam namazından seher vaktine kadar başlarına toprak serptiler.
Hepsi avaz,avaz ağlaşıp yalvardılar. O inatçı kavme Tanrı acıdı.

1615. Ümitsizlikten, sabırsız ah ve feryattan sonra yavaş,yavaş bulut dağılmaya başladı.
Yunus peygamberin hikayesi uzun ve etraflıdır. Halbuki toprağı anlatma ve feyiz verme zamanı.
Hasılı ağlayıp sızlanmanın Tanrı yanında değeri vardır. Ağlayıp sızlanmadaki değer nerede var?
Ey ümit hemen kalk, belini sıkıca bağla. Kalk ey ağlayan daima gül.
Çünkü ulu Tanrı üstünlük bakımından gözyaşını, şehitlerin kanları ile bir tutmadadır.

Tanrının, Adem aleyhisselam'ın bedenini yaratmak üzere bir avuç toprak alması için İsrafil aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.

1620. Tanrımız bunun üzerine İsrafil’e, yürü dedi, avucunu toprakla doldur gel. İsrafil yeryüzüne geldi ama toprak, ağlayıp inlemeye başladı.
Dedi ki: Ey sür meleği, ey hayat denizi! Ölüler senin nefeslerinle dirilir.
Sür’u öyle bir kuvvetli üflersin ki halk, çürümüşken dirilir, mahşere gelir, o ovayı doldurur.
Su’ru üfler, haydin ey Kerbela şehitleri, kalkın!

1625. Ey ölüm kılıcı ile helak olanlar, dallar, yapraklar gibi topraktan baş kaldırın dersin.
Senin merhametin ve o tesirli nefesin yüzünden şu alem, dirilerle dolar.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Sen Arşı taşımaktasın, ihsan ve lütufların kıblesisin.
Arş, ihsan ve adalet madenidir. Onun altıdan yargılamalarla dolu dört tane ırmak akmaktadır.
Süt, ebedi olan bal, şarap ve akar su ırmakları.

1630. Bunlar arştan cennetlere giderler. Alemde o ırmaklardan çok az bir şey görünür.
Gerçi o dört ırmağın burada görünen cüzleri bulanıktır ya. Neden? Acı yokluk zehrinden.
O dört ırmaktan şu kara toprağa bir yudumcuk serptiler de bir fitnedir kopardılar. Bu suretle aşağılık kişiler, onların aslını arasınlar, bunu dilediler. Fakat adam olmayanlar bunlara kani olup gittiler.
Tanrı çocukları beslemek, yetiştirmek için sütü verdi, her kadının göğsünü bu süt ırmağına kaynak yaptı.

1635. Şarap ırmağını, gamı defetmek, düşünceyi gidermek ve insana kuvvet ve cesaret vermek için üzümden akıttı.
Bal ırmağına da arının için kaynak etti, o ırmağı bedendeki hastalıkları gidermek için akıttı.
Suyu da temizlenmek ve içip kanmak için herkese ihsan etti.
Bu suretle de bunları görüp asıllarını izlemeni diledi. Fakat ey herzevekil, sen bunlara kani oluverdin.
Şimdi toprağın başından geçenleri dinle. Bak, o kudret sahibi İsrafil’e ne efsunlar okuyor.

1640. İsrafil’e karşı suratını ekşitti, yüzlerce şekilde yalvarıp yakardı.
Ululuk ıssı pak Tanrı hakkı için dedi, bana bu kahrı helal görme.
Ben bu işten bir koku alıyorum, kafama bir kötü şüphedir girdi.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Çünkü hama kuşu, hiçbir kuşu incitmez. Ey dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki kişinin yaptıklarını yap.

1645. İsrafil, çabucak padişahın tapısına döndü, özür getirdi olanları anlattı.
Dedi ki: Yarabbi, görünüşte toprağı al diye emrettin ama içine onun aksini ilham ettin.
Kulağıma, toprağı al dedin, aklıma da bunun aksini emrettin.
Rahmet gazaptan fazladır, üstündür, üstün geldi ey işleri essiz, örneksiz olan ve iyi işler işleyen Tanrı.

Tanrının çevik Adem'in aleyhisselam’ın bedenini yoğurmak üzere bir avuç toprak alması için azim ve şiddet sahibi bir melek olan Azrail aleyhisselam'ı yollaması.

Tanri, Azrail’e “Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör.

1650. O arık zalimi bul, hemen bir avuç torak al, gel” dedi.
Kaza ve kader çavuşu Azrail, buyruğu yerine getirmek üzere toprak yuvarlağına geldi.
Toprak adeti veçhile yine feryada, ant vermeye başladı. Bir çok yeminler verdi.
“Ey has kul, ey arşı taşıyan, ey arşta da, ferste de emrine itaat edilen!
Tek ve merhametli Tanrı’nın rahmeti hakkı için git. Sana lütuflarda bulunan Tanrı hakkı için git.

1655. Kendisinden başka tapılan bulunmayan, huzurunda kimsenin ağlayıp sızlanması ret edilmeyen padişah hakkı için” dedi.
Fakat Azrail dedi ki: Bu afsunla gizli, aşikar buyruk sahibi olandan yüz çevirmem ben.
Toprak, O, ilim sahibi olmayı da emretti. İkisi de emir. Bilgi yolu ile lütfet de halim ol, o emri tut dedi ama,
Azrail, O, ya tevildir, ya kıyas. Apaçık emirde öyle tevile, kıyasa az uy.
Kendi düşünceni tevil etsen daha iyi. Başka hiçbir emre benzemeyen bu açık emri tevil etmekten daha yeğ.

1660. Yalvarmana içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından gönlüm kanla doldu. Merhametsiz değilim, hatta o üç temiz melekten daha merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum.
Ben bir yetime tokat atsam, halim bir adam da ona tatlı bir şey verse,
Bu tokat onun tatlısından daha hoştur. Eyvah Eğer o tatlıya kanarsa.
Feryadından ciğerim yanıyor. Fakat Tanri, bana başka bir çeşit lütuf öğretmede.

1665. Gizli lütuf, kahırlar içindedir; değer biçilmez akikin pislik içinde oluşu gibi. Tanrı’nın kahrı, benim ilmimden yüz kat iyidir. Tanrı’dan canını esirgemek can çekişmektir.
Onun en kötü kahrı, iki alemin de ilminden iyidir. Ne güzeldir alemlerin rabbi ve ne iyidir onun yardımı.
Onun kahrında lütuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek, adamın canına canlar katar.
Kendine gel de kötü zannı ve azgınlığı bırak. Madem ki Tanrı gel diyor, başını ayak yap da koş.

1670. Onun gel demesi, insana yücelikler verir; sarhoşluklar, eşler, yaygılar bağışlar.
Ben o yüce emri hiç, ama hiçbir suretle tevil edemem.
Dertli toprak bütün bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe olmuştu, ondan vazgeçmedi.
Aşağılık toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde etmeye başladı.
Azrail dedi ki: Yeter, artık bundan fazlası yok. Hem benden sana ziyan da gelmez. Ben, istersen sana başımı, canımı rehin vereyim.

1675. Yalvarmayı düşünme, Artık o merhamet ve adalet sahibi padişahtan başkasına yalvarma da.
Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır.
O kulağı, gözü, başı, yaratan Tanrı’nın emrinden başka kendiliğimden ne bir hayır dilerim, ne bir şer.
Kulağım onun sözünden başka söze sağır. O, bana tatlı canımdan da değerli.
Can, ondan geldi, o candan değil. O, bedavaca yüz binlerce can verir.

1680. Can nedir ki kerem sahibinden esirgeyeyim? Pire de nedir ki onun yüzünden yorganı yakayım?
Ben, onun hayrından başka bir hayır bilmem. Ondan başkasına sağırım, dilsiz, körüm.
Ağlayıp inleyenlere karsı kulağım sağır. Onun elinde bir mızrak gibiyim ben.

Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer. Arif, ona derler ki alete değil, Tanrıya bakar. Görünüşte alete baksa bile bilgisizliğinden değildir de öyle icabetmiştir. Nitekim Tanrı sırrını takdis etsin, Ebu Yezid dedi ki: Bunca yıldır halkla konuşmam, halkın sözünü duymam, işitmem. Halksa,beni kendileriyle konuşuyorum, onların sözlerini dinliyorum sanır. Çünkü onlar, söz söylediğim ulu zatı görmezler. Onlar, bence birinin sesine ses veren dağa, dağdan gelen sese benzerler. Duyan akıllı kişi, sese bakmaz. Meşhur atasözüdür: Duvar çiviye niye beni yaralıyorsun? der. Çivi de beni kakana bak diye cevap verir.

Ahmakçasına mızraktan merhamet umma, mızrağı elinde tutan padişahtan um. Mızrağa, kılıca nasıl yalvarabilirsin? Onlar, o yüce kişinin elinde tutsaktır.

1685.O, sanatkarlıkta Azeri’dir, bense putum. Benden ne alet yaparsa o aletim ben.
Beni kadeh yaparsa kadeh olurum, hançer yaparsa hançer.
Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya.
Yağmur yaparsa yağar, harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa bedene saplanırım.
Yılan yaparsa zehirlerim, yardim ederse hizmette bulunurum.

1690. Ben iki parmağın arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında mütereddit değilim.
Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı.
Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı.
O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse öylece Tanrı tapısına götürdü.
Tanrı dedi ki: Apaydın bilgim hakki için seni bu halkın celladı yapacağım.

1695. Azrail dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. halkın ölüm çağında boğazını siktim mi herkes bana düşman kesilir.
Yüce Tanrım, reva görür müsün halk benden nefret etsin, bana düşman olsun?
Tanrı dedi ki: Ben, sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle sebepler yaratırım ki,
Onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalıklara, o sebeplere üç kat sarılırlar, yalnız onları görürler.
Azrail, “Yarabbi, Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar, sebepleri yırtarlar.

1700. Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri asar.
Hal göz doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de kurtulurlar sebepten de.
Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, bu sebeplere hiç ehemmiyet vermezler.
Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir.
Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse.

1705. Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk, yüz tane kürk giyse yüzünden de tesir eder.
Bedeni öyle bir titremeye baslar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
Kaza ve kader geldi mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme hususunda yolunu şaşırır.
Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın anlayışına perde olur?
Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil de fer’i görür” dedi.

Tanrıdan, Ey Azrail, sebepleri, hastalıkları, kılıç yarasını görmeyen, senin yaptığın işi de görmez. O sebeplerden daha gizlisin ama sen de sebepsin. Hatta o hastaya "Tanrı, ona sizden yakındır ama siz görmezsiniz" sırrı bile gizli kalmaz.

1710. Tanrı dedi ki: Aslı bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür?
Kendini halktan gizledin ama sırları apaydın görenlerce sen de bir perdesin.
Onlara ecel, seker gibi tatlı gelirken Artık gözleri dünya devlet ve ikbaline sarhoş olur mu?
Onlarca bedene ait olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan, zindandan çayırlığa, çimenliğe gidiyorlar.
Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar. İnsan bir hiçin kayboluşuna ağlar mı?

1715. Padişaha mensup birisi zindanın burcunu yıksa zindandakinin gönlü, ona incinir mi?
Yazık, şu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
O güzelim mermer, o yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de güzel uymuştu.
Nasıl oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suça karşılık elini kırmalı onun der mi?
Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus böyle saçma bir söz söylemez.

1720. Birisine, yılan zehrinden kurtarıp şeker verseler bu hal, o adama hiç acı gelir mi?
Can beden kavgasından kurtulur. Beden ayağı olmaksızın gönül kanadıyla uçmaya başlar.
Hani zindanın kuyusuna hapsedilen adamın uyuyup rüyasında gül bahçesini görmesi gibi.
Bu adam der ki: Tanrım, beni bedene döndürme de su gül bahçesinde bir salınıp gezineyim.
Tanrı da duan kabul edildi, dönme der. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir ya.

1725. Bu çeşit rüya bir bak ne hoştur. Adam, ölümünü görmeden cennete gitmede.
Artık hiç o adam, uyanmaya hasret çeker, kuyunun dibinde zincirlere, bukağılara vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?
İnanmışsan artık savaş safına gel ki senin meclisin gökyüzündedir.
Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk, ey kul, mihrap önündeki mum gibi dinel.
Başı kesilmiş mum gibi bütün gece arayıp isteme yüzünden ağla, gözyaşları dök, yan dur.

1730. Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş.
Her an ümidini gökyüzüne bağla. Gökyüzü havası ile söğüt gibi titre.
Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada. Rızkını arttırmadadır.
Seni de oraya götürürse şaşma. Aczine bakma isteğine bak.
Çünkü bu istek, sende Tanrının bir emanetidir. Her isteyen kişinin istenmesi yerindedir.

1735. Çalış da bu istek artsın. Bu suretle de gönlün şu ten kuyusundan çıksın.
Halk, filan yoksul öldü desinler, sen de a gafiller diriyim ben.
Bedenim yapayalnız yatmış, uyumuş ama sekiz cennet de gönlümde açılmış de.
Can, gül ve nesrin içinde uyuduktan sonra beden, su pislikte kalmış? Ne gam! Uyumuş canın bedenden ne haberi var? O, ister gül bahçesinde uyusun, ister külhanda.

1740. Can, şu su rengindeki alemde “Keşke kavmim, Rabbim beni ne yüzden yarlığadı, bilseydi” diye nara atmada.
Can, şu bedensiz yaşamayı istemezse peki, gökyüzü kimin sayvanı olacak?
Canın, bedensiz yaşamayı dilemezse “Rızkınız gökyüzündedir” nimeti, kimin kısmeti olacak?

Dünyanın yağlı, ballı nimetlerini yemek tehlikelidir. Tanrı yemeğine mani olur. Nitekim Peygamber, "Açlık,Tanrı yemeğidir. Onunla,yani açlıkla sözü doğruların bedenlerini diriltir" demiştir. Yine "Ben rabbime misafir olurum, o beni doyurur, suvarır" buyurmuştur. Tanrı da "Ferahlanarak rızıklanırlar" demiştir.

Bu kaba Rızk kırıntılarından kurtulursan yüce ve latif rızklara nail olursun.
O manevi rızktan binlerce okka yemek yesen yine pak ve tüy gibi hafif olarak gidersin.

1745. O yemek, sen de ne yel yapar, ne kulunç, ne de mide ağrısı verir.
Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen geğirmeye başlar, imtila olursun.
Az yersen huyun kötüleşir, kabalaşır, nobranlaşırsın. Çok yersen bedenin imtilaya müstahak olur.
Fakat Tanrı taamından, o lezzetli rızktan denizler kadar ye, yine de gemi gibi yürü yüz.
Oruca sarıl, sabret, orucu terk etme, her an Tanrı Rızkını bekle.

1750. Çünkü o işi gücü güzel Tanrı, bekleyenlere hediyeler verir.
Tok adam ekmek beklemez. Ekmeği yiyeceği ister er gelsin ister geç.
Aç adam daima nerede der durur. Açlıkla bekler, araştırır.
Beklemezsen o yetmiş kat devlet ve ikbal nevalesi sana gelmez.
Babacığım yüceler yemeğini ercesine bekle,bekle.

1755. Her aç nihayet bir yiyecek bulur. Devlet güneşi elbette ona vurur.
Himmet sahibi misafir, az yemek yerse sofra sahibi, ona daha güzel yemek getirir.
Yalnız yoksul ve nekes olan sofra sahibi başka, ona söz yok. Kerem sahibi Rızk vericiye kötü zanda bulunma.
Ey dayanılan, güvenilen er, bir dağ gibi başını kaldır da günesin ilk ışığı sana vursun.
Baksana o oturaklı yüce dağın tepesi de seher güneşini bekleyip durmada.

Ne hoştu bu dünya, ölüm olmasaydı: ne hoştu dünya mülk, zevali gelmeseydi diyen ve bu çeşit abes sözler söyleyen gafil kişiye cevap

1760. Biri ne hoştu dünya, ortada eteğimizi çeken ölüm olmasaydı demedeydi.
Bir başka biri de dedi ki: Ölüm olmasaydı ıstıraplarla dolu olan bu dünya hiçbir şeye yaramazdı.
Ovaya yığılmış, dövülmeden öylece bırakılmış bir harmana benzerdi.
Halbuki sen asil ölümü dirilik sandın, tohumu çorak yere ektin.
Yalancı akıl, her şeyi aksi görür, diriliği de ölüm sanır a ahmak!

1765. Ey Tanrı, sen bize her şeyi, o hile yurdunda nasılsa öylece göster.
Hiçbir ölü, öldüğüne hayıflanmaz, azığın azlığına hayıflanır.
Yoksa ölen, bir kuyudan ovaya, devlete, yaşayışa ve genişliğe çıkar.
Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçer.
Orası doğruluk makamıdır, yalan sayvanı değil. Orada hususi bir şarap vardır, adam onunla sarhoş olur ayranla değil.

1770. Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki orada onunla oturan Tanrıdır. Ateşe tapanların mabedi olan su balçıktan kurtulmuştur.
Aydın bir suretle yaşamadıysan, bir iki nefeslik ömrün kaldı bari ercesine öl!

Kul,müstahak olmadan nimetler veren Tanrının rahmetinden dilenen şeyler. Tanrı, bir Tanrı ki, insanlar, ümitsizliğe düştükten sonra yağmur yağdırır. Nice uzaklık vardır, yakınlığa sebep olur. Nice kutluluklar vardır, kötülük istediğinden gelip çatar. Bu suretle de Tanrının, kulların kötülüklerini, iyiliklere döndürdüğü bilinir.

Hadiste gelmiştir ki kıyamet günü, her bedene “kalk” diye emir gelir.
Sur’un üfürülmesi, pak Tanri’nin ey zerreler yerden bas kaldırın diye emretmesidir.
Herkesin canı, sabahleyin kalkınca nasıl aklımız başımıza gelirse tıpkı öyle, kendi bedenine girer.

1775. Can, kıyamet günü, kendi bedenini tanır, define gibi kendine mahsus olan o yıkık yere girer.
Her can, kendi bedenini tanır, o bedene girer. Kuyumcunu canı, nasıl olur da terzinin bedenine girer?
Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer, zulmedenin canı, zulmedenin bedenine.
Sabah çağı kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Tanrı bilgisi de bedenleri tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz?

1780. Ey Tanrıya sığınan, sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri de var ondan kıyas et.
Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle uçar.
İyiliğe kötülüğe dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik ve cömertlik defterini, insanın avucuna koyarlar.
Seher çağı uykudan uyandı mı o hayır ve şer, ona gelip çatar.
Riyazatı huy edinmişse uyandığı zaman yanına o gelir.

1785. Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa sol yanından verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, temiz, kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca değerli inciyi elde eder.
Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır.
Küçük haşir büyük hasrı gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter, hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar.

1790. Bu hayal, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere bürünür.
Mühendise bak yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma hayali kor.
O hayal, dışarıda zahir olur, adeta yerden tohum biter gibi.
Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.
Mühendisin gönlünde kurduğu hayali, tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada bitmiş mahsul tut.

1795. Bu iki mahşeri hulâsa etmeden maksadım bir kısastır, inananların bundan hisse almasıdır.
Kıyamet gününün güneşi doğdu mu çirkin, güzel herkes yerden derhal kalkar. Herkes kaza ve kader divanına koşar, geçer para da potaya girer, kalp para da.
Geçer para neşelenerek, nazlana,nazlana kalp para, yanıp eriyerek.
Anbean sınamalar gelmede, bedende gönül sırları görünmede.

1800. Kandil nasıl suyla yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa, yahut toprak, nasıl mahsul verir, sırlarını meydana korsa öyle.
Baharın eli, soğanı, safranı, haşhaşı çıkarır, kışın sırrını nasıl meydana korsa öyle.
Biri “Biz Tanrıdan çekinenleriz” diye yemyeşil, öbürü menekşe gibi başı aşağıda. Tehlikeye uğrama korkusu, gönle yerleşmiş, bu yüzden kaynaklat kaynama da, on tane dere olmada.
Gözler, defterler sol yandan gelmesin diye açılmış, bekleyip durmada.

1805. Amel defterinin sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için gözler sağı solu gözlemede.
Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla kötülüklerle dolu bir defter verilir.
İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma. Ancak doğru özlülerin gönlünü incitme var.
Baştan ayağa kadar kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla, onlarla ettiği alaylarla dopdolu.
Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz demeleri, defteri kaplamış.

1810. O kötü amelli kul, defterini okudu mu analar ki zindandan başka göçecek yer yok.
Suç meydanda özür yolu bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye baslar.
O binlerce delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını kapatmış.
Üstünde, evinde, çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş.
Cehennem zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına imkan yok.

1815. Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce gizliydiler şimdi asesler gibi meydana çıkarlar.
Onu, yürü ey köpek, samanlığına gir diye sürerler, ellerindeki mızraklarla dürterler.
O, her yol basında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine düşer. Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye çevirir.
Güz yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka elinden ne gelir?

1820. Her an yüzünü geriye çevirir, Tanrı’nın mukaddes tapısına yönelir.
Derken Tanrı’dan “Ey nur ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan çırılçıplak tembel” deyin.
Ey şer madeni, ne bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye çeviriyorsun?
İşte defterin, eline gelen defter a Tanrı inciten a Şeytana tapan!
Yaptığın şeylerin yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun Artık, yaptığının cezasını gör.

1825. Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda aydınlık ümidi nerede?
Ne görünüşte bir ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti.
Ne geceleri münacatta bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan çekindin oruç tuttun!
Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına baktın.
Önünde ölüm anlayışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının ölümünden başka ne var ki?

1830. Ne zulmünle yana yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp sızlandın ey
buğday gösterip arpa satan adı adam!
Terazin eğriydi azgındı. Artık mükafat terazisinin doğru olmasını neye beklersin? Hıyanette eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl olur da terazin sağ yanından gelir?
A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat, gölge gibidir, elbet gölgen de önüne iki büküm düşecek.
Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle ki bu sözleri dağ duysa kamburlaşır.

1835. Kul der ki: Yarabbi, buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz misli kötüyüm, yüz misli kötü.
Sen kötülüklerimi ilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıkları bilirsin.
Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü, yolumu yordamı mı,
Aczimle sana yalvarışımı, benim, yahut benim gibi yüzlerce kulun hayalini bir yana bırakalım.
Ancak senin lütfuna ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut inatçılığım söyle dursun.

1840. Ey garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına ümit bağlamışım.
Onun için kendi isime bakmıyorum, geri dönüp senin kayıtsız şartsız keremine bakıyorum.
O ümitle yüzümü geri çevirdim. Ben yokken varlığımı sen verdin.
Bedavaca bana varlık elbisesi bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu ihsanını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması gelip yetişir.

1845. Der ki: Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü rica ve niyazda.
Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem çekivereyim.
Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden kendisine ziyan gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hös bir ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru kalmasın.
Öyle bir ateş yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da yaksın, cebri de, ihtiyari da.

1850. İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi haline getirelim.
Biz dokuzuncu kat gökten “Sizin isinizi düzeltir” kimyasını gönderdik.
Artık o ebedi ve daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve ihtiyarı nedir ki?
Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması.
Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki kahra kanan ibaret.

1855. Sen pisliklerle dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir gürültü saldın. Meniden yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı hatırla.

Eyaz'ın çarık ve postunu koyduğu bir odası vardı. Kapısı sağlam ve kilitli olduğu için kapı yoldaşları, orada bir define var sanırlardı.

Eyaz, pek akıllı, fikirli olduğundan postu ile çarığını bir odaya asmıştı.
Her gün o boş odaya gider, kendi kendisine Ululanma derdi, işte çağırın şu. Padişaha onun bir odası var dediler, oraya biriktirdiği altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş.

1860. Kimseyi oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor.
Padişah dedi ki: Tuhaf şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba?
Bir beye, Oraya git, gece yarısı kapıyı aç, odaya gir.
Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç.
Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu halde hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!

1865. Vefa gösterme de seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi buğday gösterip arpa satan hey!
Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
Gece yarısı o bey, otuz tane güvenilir adamla Eyaz’ın odasını açmaya gitti.
Bunca yiğit meşaleler yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar.
Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın torbalarını alacağız diyorlardı.

1870. Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da nedir? Akik, lâl ve inciden haber ver.
Çünkü Padişah mahzeninin en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can mesabesinde.
Böyle bir sevgiye karsı yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
Padişahın ondan şüphesi yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti.
Onu her türlü gıllugıştan temiz biliyordu. Fakat yine de vehmimden gönlü titriyordu.

1875. Allah esirgesin diyordu, ya böyle bir şey çıkarda bundan incinirse. Utanmasını hiç istemem.
Bunu yapmamıştır ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne dilerse yapsın!
Sevgilimin yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o benden ibarettir, ben de oyum.
Sonra Ondan diyordu, bu çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz beyhude bir hayal.
Eyaz’ın böyle bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini görmenin imkanı bulunmaz.

1880. Yedi deniz de o denizin bir katresi. Bütün varlık onun dalgasından bir damla.
Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katreleri teker,teker birer sırça yapan sanatkar.
O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o. Yalnız kötü göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
Kötü göz söyle dursun, iyi gözler bile onu nazarlar. Çünkü güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar.
Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli öveyim.

1885. Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir ağız elde etsem yine de feryadı figan o ağıza sığamaz.
Fakat ey dayandığım dost, bu kadar da söylemesem gönül sırçası, zayıflığından çatlayacak.
Gönül sırçasını pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice cüppeler yırttım.
Güzelim; ben her ay başı mutlaka üç gün deli olurum.
Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer günü; firuze günü değil.

1890. Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var.
Deli oldum da Mahmut’un hikayesiyle Eyaz’ın vasıflarını söyleyemedim kaldı gitti işte.

Söylenenler, hikayenin suretinden ibarettir, sureti anlayabileceklerin anlayışına, onların tasavvur aynalarına göre söylenmiştir. Bu hikayenin haki katındaki mukaddesliğe iner de söylemeye kalkışırsam utancımdan baş da kaybolur, sakal da, kalem de. Akıllı olana bir işaret yeter.

Çünkü filim rüyada Hindistan’ı gördü. Köy harab oldu, haraçtan ümidini kes.
Aklım fikrim zayi olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye riayet edebilirim? Dertlerle deliliğim bir değil ki. Bende delilik içinde delilik var, delilik içinde delilik.

1895. Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti.
Ey Eyaz aşkınla kıla döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, Artık sen benim hikayemi söyle.
Ben aşkla senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen benim hikayemi oku.
Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim, sen Musa’sın bu da ses.
Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa bilir.

1900. Dağ, bilse bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az bir şeye maliktir.
Ten, hesaplarsan usturlaba benzer, güneşe benzeyen ruhun bir delilidir.
Gözü iyi görmeyen müneccimin usturlaba müracaatı zaruridir.
Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin nerede bulunduğundan bir koku alsın.
Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve güneşi ne kadar bilebilir?

1905. Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün.
Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede, sen neredesin? Neye bıyığını buruyorsun ya?
Ariflerin bir sürmesi vardır, onu ara da dereye benzeyen su gözün deniz kesilsin.
Zerrece aklım fikrim varsa bu ne sevdadır, bu ne dağınık söz?
Aklım, fikrim başımda yoksa benim bunda ne günahım var?

1910. Benim günahım yok ama aklimi alan sevgilinin de günahı yok. Bütün akılların aklı onun huzurunda ölüp gitmede.
Ey akıllara fitne salan, onları hayran eden, akılların senden başka sığınacağı yer yok.
Beni çıldırttığın demden beri aklı hiç arzulamadım. Beni süsleyip bezediğin zamandan beri güzelliğe hiç haset etmedim.
Senin sevdana düşüp çıldırmam hoş ve iyi değil mi? Tanrı sana hayırlar versin, evet iyi de!
O ister Arapça söylesin ister Farsça. Nerede bir kulak nerede bir akıl ki o sözleri anlasın.

1915. Onun şarabı, her aklın harcı değil. Onun küpesi her kulağın oyuncağı değil.
Bir kere daha delicesine geldim işte. Yürü, yürü ey can, çabuk bir zincir getir.
Fakat sevgilimin zülfünden başka iki yüz tane zincir olsa kırarım ha.

"İnsana bak, neden yaratıldı", hükmünce çarık ve kürke bakmanın sebebi

Yine Eyaz’ın aşk hikayesine dön. Çünkü o hikaye sırlarla dopdolu bir hazinedir.
Her gün o güzelim odaya çarığını postunu görmeye giderdi.

1920. Çünkü varlık, insanı adamakıllı sarhoş eder, aklını başından alır, utancını gönlünden.
Önce gelenlerden nice yüz binlerce taifeyi varlık sarhoşluğu, bu geçitte yere yıktı.
İblis de neden Adem benden üstün olsun ki deyip Azazil kesildi.
Ben hem hocayım hem hoca oğlu. Yüz binlerce hünere kabiliyetim var, her şeyi yapabilirim.
Hüner ve marifette kimseden aşağı değilim ki hizmet etmek üzere düşmanın önünde ayak üstü durayım.

1925. Ben ateşten doğdum, o balçıktan. Ateşe karşı balçığın ne değeri vardır ki?
Ben alemin en ulusu, zamanın övünülecek kişisiyken o vakit o neredeydi? dedi.

"Tanrı,cinleri ateşin dumansız alevinden yarattı" dendiği gibi yine ulu Tanrı İblis hakkında "Şüphe yok ki o, cin tayfasındandı, rabbinin buyruğundan çıktı" buyurmuştur.

Şeytanın can ateşi alevlenmede. O bir ateştir ki aslı gibi. “Çocuk babasının sırrıdır” denmiştir.
Hayır yanlış söyledim. O ateş Tanrı kahrıdır. Bu hususta bir sebep göstermeye ne hacet?
Sebepsiz ve sebeplerle hiçbir münasebeti olmayan bir iş, ezelden beri daima olagelmektedir

1930. Onun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan yaratılan bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.
Baba sırrı da ne oluyor? Babamız onun yaratışı. Yaradılış içtir, babaysa deriye benzer bir suret.
Bil ki ey aşk fındığı, dostun aşktır. Canını iç haline getirmek ister de derini yırtar, döker.
Sevgilisi deri olan kişinin derisini Tanrı, her an değiştirir durur.
Manen için, Ateşe hakimdir. Fakat kabukların, Ateşe ancak odun olabilir.

1935. Ateşin kudreti, içinde su olan tahta testinin dışındadır.
İnsanın sırrı ateşten üstündür. Hiç cehennemin maliki ateşte helak olur mu?
Şu halde sen, bedenini çoğaltma, mananın fazla olmasına bak ki Malik gibi ateşten üstün olasın.
Halbuki sen deri üstüne deriye bürünüyor, derilere bürünmüş bir kurda dönüyorsun.
Ateşin yiyeceği ancak deridir. Tanrı kahrı kibrin derisini yırtar, yüzer.

1940. Bu kibirlenme, derinin bir neticesidir. Kibrin mevkii, malı, o sevgiliden, deriden meydana gelir.
Bu kibirlenme nedir? İçten haberdar olmamak. Donan suyun güneşten gafil olusu gibi.
Fakat su güneşten haberdar oldu mu buzu kalmaz, yumuşar, ısınır akıverir.
İçi görmek, bütün bedeni hor etmek, aşık olmaktır. Çünkü bu taktirde bütün beden tamahtan ibaret olur. “Tamah eden alçalır” denmiştir.
Fakat içi görmeyen, deriyle kanaat eder. “Kanaat eden yüceldi” bağı, ona zindan olur.

1945. Burada yücelik kafirliktir alçalmak din. Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mi?
Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun. Halbuki senin yoksullanmanın, yok olmanın tam zamanı.
Kafir, daima mal ve mevki arar. Çünkü külhan, fışkı ile tavlanır.
Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur.
Kafirler gözlerini isin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar.

1950. Bu yola kılavuz İblistir. Çünkü mevki tuzağına ilk avlanan odur.
Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür.
Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur.
O ulu, yani İblis, önce bu yola diken döşemiştir. Onun için her incinen, lanet şeytana der.
Yani bu dert, bana onun hilesinden geldi. Hilede ilk önce ayak olan odur demek ister.

1955. Ondan sonra nice zamanlar geçmiş, niceleri gelip gitmiş, fakat herkes, onun yoluna ayak basmıştır.
Yiğidim kim bir kötü adet koysa, ondan sonra halk körlüğünden o adete uysa.
Bütün o adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o, baştır öbürleri kuyruk.
Fakat Adem, ben topraktan yaratıldım diye o çarıkla postu önüne koymuştur.
Eyaz gibi o da çarığını göz önünde tuttu, sonunda akıbeti Mahmut oldu.

1960. Mutlak varlık yoklukları meydana getirip durur. Yokluktan başka var yaratan is yurdu var mi?
Adam, yazılmış kağıda yazı yazar mı, yahut fidan dikilmiş fidanlığa tekrar fidan diker mi?
Yazmak için yazılmamış bir kağıt arar. Tohum ekmek için ekilmemiş bir yeri aktarır.
Sen de kardeş tohum ekilmemiş bir yol ol, yazılmamış beyaz bir kağıt kesil de,
“Nun vel kalem” yazısı ile şeref kazan, sana da o kerem sahibi tohum eksin.

1965. Bu paluzeden tatmamış ol. Gördüğün mutfağı görmezlikten gel.
Çünkü bu paluze insana sarhoşluk verir de postla çarık hatırından çıkar.
Can verme ve ölüm zamanı gelince sonra ah eder, o zaman hırkanı çarığını anarşin.
Fakat çirkinlik dalgasına dalmadıkça, sana bir sığınacak bulunmadıkça,
O doğru düzen gemiyi aklına bile getirmez, çarık ve pöstekine göz bile atmazsın.

1970. Fakat yokluk denizine daldın da aciz oldun mu sevgi davasına düşer,“Rabbimiz kendimize zulmettik” demeye kalkışırsın.
Şeytan der ki: Hele şu hama bakin. Şu vakitsiz öten horozun kesin başını.
Bu huy Eyaz’ın zekasından uzaktır. Yalvarıp yakarmadan namaz kılmaz o.
O, önceden de gökteki horozdur. Onun nazarları tam zamanındadır.

"Her şeyi, nasılsa bize öyle göster" hadisiyle "Perde kalksa, bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey görmez ve bilmezdim" sözünün ve "Kime kötü gözle bakarsan bil ki kendi varlık dairenden bakmada, sen fena olduğundan onu fena görmedesin" beytinin manası. Eğri merdiven basamağının gölgesi eğri olur.

Ey horozlar, ötmeyi para için değil, Tanrı için ötenden öğrenin.

1975. Yalancı sabah gelir, onu aldatamaz. Yalancı sabahı, ona iyilik ve kötülük alemidir.
Dünya ehlinin aklı, noksan olduğundan yalancı sabahı, sahici sabah sanırlar.
Yalancı sabah, nice kervanın yolunu vurmuştur. Kervancılar, o Yalancı aydınlığı sabah sanıp yola çıkmışlardır.
Yalancı sabah, halka kılavuz olmasın. Çünkü nice kervanları yele vermiştir.
Ey Yalancı sabaha kapılan, sahici sabahı da Yalancı görme.

1980. Nifaktan, kötülükten kurtulduysan neden kardeşin hakkında kötü zanna düşüyor, münafıklık diyorsun?
Kötü zanda bulunanın işi, daima çirkindir.Dostun hakkında da kendi kitabını okur o.
Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adam dediler.
O kötü düşünceli aşağılık beyler de Eyaz’ın odası hakkında böyle kötü düşünceye saptılar.
Orada definesi, hazinesi var dediler. Başkalarını kendi aynanda görme.

1985. Padişah onun temizliğini biliyordu. O araştırmayı onlar için yaptırıyordu.
O beye, odayı gece yarısı aç da haberi olmasın.
Bu suretle düşünceleri meydana çıksın. Ondan sonra ona yapılacak şeyi biz biliriz.
O altınları mücevherleri de size bağışladım. Yalnız neler çıktığını bana haber verin, o kadar dedi.
Dedi ama eşi olmayan Eyaz için de içi titremekteydi.

1990. Bunları ben mi söylüyorum? Bu sözleri duysa ne hale gelir? Diyordu.
Sonra da diyordu ki: Dini hakki için onun temkini bundan da artıktır.
Benim sitemime kızmaz, benim sözümden alınmaz, maksadımı sırrımı anlar.
Bir belaya uğrayan, o dertten perişan olmaz, bir çok tevillerde bulunur.
Eyaz’da sabırlıdır, tevillerde bulunur. O işin sonuna bakar.

1995. Yusuf gibi, bu zindandakilerin rüyalarını tabir eder, tabiri onca aşikardır. Rüyasını yoramayan başkasının Rüyasını nasıl yorabilir?
Ben onu sınasam, Sınama yüzünden ona yüzlerce kılıç vursam yine o merhametli sevgilinin sevgisi eksilmez.
Bilir ki o kılıcı kendime vuruyorum. Çünkü ben oyum hakikatte o da ben.

Niyaz, nazın zahiren zıddıdır, fakat hakikatte aşıkla maşuk, görünüşte zıt olmakla beraber birdir. Nitekim aynanın sureti yoktur, suretsizlik de suretin zıddıdır. Fakat aynayla suret arasında hakikatte birlik vardır. Bunu anlatmak uzun sürer. Aklı olana bir işaret yeter.

Ayrılık derdinden Mecnun, ansızın hastalandı.

2000. İştiyak aleviyle kanı kaynadı, nihayet boğaz illetine tutuldu.
Tedavi için hekim geldi. Gördü ki damarını yarmak ve kan almaktan başka çare yok.
Kanı defetmek için hacamat lazım dedi. Çağırdılar hünerli bir hacamatçı geldi. Kolunu bağladı, sis olan yeri deşeceği sırada o huyu, aşktan ibaret olan aşık, bir nara attı.
Dedi ki: Paranı al git, hacamat etme. Ölürsem öleyim, bu köhnemiş beden bırak ölsün!

2005. Hacamatçı dedi ki: Bundan ne korkuyorsun sen kükremiş aslandan bile korkmazsın.
Geceleyin aslan, kurt, ayı, yaban sığırı gibi hayvanlarla bütün yırtıcı hayvanat, saf,saf çevrene toplanırlar.
Onlar sende aşk ve vecitten başka hiçbir şey görmezler. Senden insan kokusu almazlar.
Kurt, ayı ve aslan bile aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi köpekten de aşağıdır.
Köpekte aşk damarı olmasaydı Ashabı kehf’in köpeği, kala erbabını arar mıydı hiç?

2010. Şöhret olmamıştır ama alemde onun cinsinden çok köpekler vardır.
Sense kendi cinsinden olandan bile bir koku almadın. Artık kurtla koyundan aşk kokusunu nereden alacaksın?
Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı?
Ekmek varlığa katıldı neden? aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mi?
Aşk,ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan cani ebedileştirmede.

2015. Mecnun dedi ki: Ben yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma dağlardan da fazladır.
Yarasız durmaya hayatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara koşa,koşa giderim.
Fakat vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef o incinin sıfatları ile dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım beni hacamat ederken Leyla’yı yaralarsın.
Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki benimle Leyla arasında bir fark yok.

Bir sevgili aşıkına sordu: Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi ki: Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. İlmimi unutmuşum, senin bilginle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum. "Kimde yakın aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Tanrıyı görmüş olur." "Sıfatlarıma bürünüp halka görün, seni gören beni görür, sana kaideden bana kasteder. " İşte bu, hep böyle gider.

2020. Bir sevgili aşkını sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey falan oğlu falan,
Ey dertlere uğramış aşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? doğru söyle.
Aşık dedi ki: Ben, sende öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa kadar seninle doluyum.
Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok.
Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum.

2025. Hani taş halis laal haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya,
Artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da.
Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım.
O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.
Halis laal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.

2030. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Her iki tarafta da doğu ışığından başka bir şey yoktur ki.
Fakat taş laal olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü orada bir varlık değil, iki varlık vardır.
Çünkü taş karanlıktır, gündüz bile kördür. Karanlıksa hakikatte nurun zıddıdır.
O, kendisini sever, kafirdir. Çünkü, büyük Güneşi men eder durur.
Şu halde taşın “ben” demesi yaraşır bir şey değil. O, daima karanlıktadır, yokluktadır.

2035. Firavun ben Tanrıyım dedi alçaldı. Mahsur Ben Hakkım dedi kurtuldu.
O “Benim” deyisin ardından hemen Tanrı laneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu“Benim” deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı.
Çünkü, o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı bu aşık.
Bu “Benim” demek, a boşboğaz, hakikatte “Odur” demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil.
Çalış da taşlığın azalsın, laal ol da taşın nurlansın.

2040. Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul.
Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, laal sıfatı kuvvetlensin.
Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın.
Kulak gibi tamamı ile kulak ol da sana laal küpe takılsın.
Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan su bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş.

2045. Fakat duru suyun rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su, yerden fışkırır.
Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş,yavaş kuyunun toprağını deş derinleştir.
Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır.
Peygamber, Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır dedi.
Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir.

O kovucu beyin gece yarısında çavuşlarla gelip Eyaz'ın odasını açması, odada asılı bulunan çarıkla postu görmesi, bunu düzen sanıp odanın her tarafını kazması, şüphe ettiği yerlerini deşmesi, kuyucuları getirmesi, duvarları delmesi ve nihayet hiçbir şey bulamayıp utanması, ümitsizliğe düşmesi. Nitekim kötü düşüncelerle hayale kapılanlar da peygamberlerle velilere büyücü dediler, bunlar, bu işi kendiliklerinden yapıyorlar, bununla yücelik ve ululuk diliyorlar diye söylendiler. İşin içyüzünü araştırdıktan sonra da utandılar, hiçbir fayda elde edemediler.

2050. O emin adamlar, hazine, altın ve altın dolu küpler bulmak üzere oda kapısına geldiler.
Yüzlerce hünerle ve istekten çırpınarak kilidi açtılar.
Çünkü kilit pek sağlamdı, adamakıllı kilitlenmişti. Aynı zamanda başka kilitlere de benzemiyordu.
Eyaz bu odayı hasisliğinden, yahut malını, ham altınını gizlemek için değil, bu sırrı halktan gizlemek için kilitlemişti.
Bazıları kötü hayallere kapılır, bir kısım halkta bana riyakar der demişti.

2055. Himmetli adamların öyle can sırları vardır ki lal madeni gibi onları aşağılık adamlardan gizlerler.
Fakat ahmaklarca altın, candan yeğdir. Padişahların yanındaysa can altını saçılır.
Onlar da altın hırsı ile hararetlenmişler, koşuyorlardı. Akılları böyle hızlı gitmeyin, daha yavaş olun diyordu ama dinleyen kim?
Hırs beyhude yere seraba doğru koşar. Akılsa iyi bak der o su değil.
Hırs üstün gelmişti, altın da can gibi sevgiliydi. Artık o anda aklın sesi duyulmaz olmuştu.

2060. Hırsları şamataları bir iken yüz olmuştu. Aklın tedbir ve irşadı artık gizlenmişti.
Nihayet aldanma kuyusuna düşecekler, o vakit hikmetin kınamasını duyacaklardı.
Tuzağın ipine dolaşıp gururu kırılınca nefsi levvamenin kınanmasını işiteceklerdi.
Bu çeşit adam, başını bela duvarına çarpmadıkça kulağı sağırdır, gönlün öğüdünü duymaz.
Helva ve şeker hırsı çocukların iki kulağını sağır eder, öğütleri duymaz.

2065. Fakat çıban çıkarmaya başladı mı kulakları açılır, öğütleri dinler.
O birkaç kişi yüzlerce hırsla, yüzlerce hevesle odanın kapısını açtılar.
Kokmuş ayrana üşüsen, ayranın içine düşen sinekler gibi birbirlerini çiğneyerek odaya girdiler.
Sinekler de ayrana debdebeyle ve koşa,koşa atılırlar ama içine düştüler mi içmelerine imkan bulunmaz, iki kanatları da ıslanır kala kalırlar.
Onlar da içeri girip sağa, sola bakındılar. Fakat odada bir yırtık çarıkla bir eski kürkten başka bir şey yoktu.

2070. Tekrar burası boş olamaz. Bu çarık, işi gizlemek için konmuş.
Keskin kazmalar getirelim de yeri kazalım dediler.
Her tarafı kazdılar estiler. Delikler açtılar, derin,derin çukurlar kazdılar.
Çukurları kazarlarken o çukurlar, onlara, a kazıcılar, bizde bir şey yok diyordu.
Nihayet bir şey bulamayınca bu zandan utandılar, çukurları doldurmaya koyuldular.

2075. Her biri sayısız Lahavle okumaktaydı. Tamah kuşları gıdasız kalmıştı.
Duvarın, kapının yarıkları, delikleri, onların o beyhude sapıklığına şahitti.
Sanki duvar değildi, inkar edememeleri için Eyaz’ın huzurunda onlar aleyhinde birer tanıktı.
Suçsuz birisine bir töhmet atıldı mı duvar ve ören tanıklık verir.
Hasılı üstleri, basları tozla toprakla dolu, yüzleri sapsarı utanmış bir halde Padişahın huzuruna vardılar.

Kovucuların, Eyaz'ın odasından torbaları boş, utanmış olarak Padişahın huzuruna gelmeleri, Nitekim "O gün bir gündür ki yüzler ağarır o gün, yüzler kararır" ve "Tanrıya yalan isnad edenleri görürsün ki yüzleri kapkara olmuş" ayetleri hükmünce peygamberlerin kötülükten ari ve tertemiz oldukları anlaşılınca onlar hakkında kötü düşüncelere saplananlar da utanırlar.

2080. Padişah mahsustan fikrini gizleyerek onlara “Hayrola koltuklarınızda ne altın var, ne torba.
Paralarla ağır kumaşları gizlediyseniz yüzünüzdeki neşe nerede? dedi.
Kök, gizlice ürer, kök verir ama “Eseri, yüzlerinde görünür” yaprağı yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün zehirden, şekerden ne yediyse, yediklerini bağıra,bağıra ilan eder.
Kökte bir maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir?

2085. Toprak, kökün ağzını mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık verir.
O emin adamlar, hep birden gölge gibi Padişahın huzurunda secde edip özür getirdiler.
O kızgınlığın, o benlik davasının mazur görülmesini niyaz etmek için huzura kılıç ve kefenle gittiler.
Utançlarından her biri parmaklarını ısırıyorlardı. Her biri cihan padişahı diyordu.
Kanımızı dökersen sana helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir nimettir, bir lütuf ve ihsandır.

2090. Biz, bize layık olanı işledik. Artık ey ulu Padişah, sen ne buyruk yürütürsen yürüt.
Ey gönülleri aydınlatan Padişah, suçumuzu bağışlamazsan haklısın, bağışlarsan lütuf etmiş olursun. Geceleyin gece gibi hareket etmiş, gündüzün gündüz gibi hareket etmiş olursun.
Bağışlarsan ümitsizliğimiz gider, bağışlamazsan bizim gibi yüzlercesi sana feda olsun.
Padişah dedi ki: Bu yanıp yakılmayı, bu yalvarıp yakarmayı ben istemem. Bu Eyaz’ın hakki.

Padişahın, o kovucuların, o adayı açanların tövbelerini kabul etmeyi Eyaz'a havale etmesi ve cezalarının tertibini onun reyine bırakması ve bu suretle bu kötülük bana değil, onadır demesi.

Bu kötülük bana değil onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin damarlarına vurulmuştur.

2095. Can bakımından biriz ama görünüşte bu kârdan, bu zarardan uzağım ben.
Kulun bir töhmet altına alınması, padişaha ayıp değildir. Bu, padişahın ancak bilimini keremini gösterir.
Padişah töhmet altına alınanı ihsanları ile Karun gibi zengin ederse suçsuza bakınca neler yapmaz?
Padişahı gafil sanma. O, herkesin yaptığını bilir. Yalnız bildiğini dışarıya vurmasına Hilmi rıza vermez.
Onun bilgisine karşı “Burada kim şefaatçi olabilir?” Onun ilminden başka pervasızca kim şefaat edebilir?

2100. Zaten o suç, önce onun Hilmi yüzünden meydana gelir. Yoksa onun korkusu, kimde suç islemeye mecal bırakır ki?



Açıklamalar:

1401 - 2100 Beyitlerin Notları :

S. 118, B. 1429 dan sonraki baslık: "Acele edip de dilini oynama. Onu toplamak da bize aittir. Okumak da. Sana okuduk mu sen de onu, oku." Sûre 75 (Kıyamet), ayet 16-18. 20’nci sûrede aynen böyle bir âyet vardır: "Doğru olan saltanat sahibi Tanrı, pek yücedir. Sana vahye dilmesi bitmeden Kuranı okumakta acele etme, rabbim, bilgimi arttır de!” (Tâhâ, âyet 114) Ayni baslıktaki ikinci âyet, 53’üncü sûrenin (Necm) 4 üncü âyetidir.

S. 119, B. 1444 ten sonraki baslık: "O öyle bir Tanrıdır ki saha kitap indirdi. Onun âyetlerinden bir kısmi, hükmü apaçık olan âyetlerdir ki bunlar, kitabin asli, esasidir. Öbür kısmi ise onlara benziyken âyetlerdir. Kalblerinde şüphe olan kişilerse fitne koparmak, tevil etmek için o hükmü açık olan âyetlere benziyken âyetleri ele alır, onlara uyarlar. Halbuki onların tevilini Tanri'dan başka kimse bilmez. Bilgide sabit olanlarsa inandık derler, hepsi de rabbim izden. Fakat akil sahibi olanlardan başkaları, bundan öğüt almazlar." Sûre 3 (Âli Imran), âyet 7.

S. 121, B. 1463: "şüphe yok, Tanrı cennet karşılığı olarak insanların nefislerini, mallarını satın aldı; Tanrı yolunda vuruşurlar, öldürürler, ölürler. Bu, Tanri'nin Doğru bir vaadidir. Tevrat ve İncil’de de vardır. Kur'anda da. Kim, Tanrı ile yaptığı ahitte. durursa onu alışverişinden dolayı muştulayın. Ve bu, pek büyük kurtuluştur." Sûre 9 (Tevbe), âyet 111.

S. 124, B. 1496: Zeyd ve Amr, Arap gramerinde örnek olarak kullanılan erkek adlarıdır, falan filân gibi. Kadın olursa Hind adi kullanılır. Fetvalarda da ayni adlar kullanilagelmistir.

S. 124, B. 1500: "Kıyamet günü insan, kardeşinden kaçar. Anasından, babasından., kardeşinden ve oğlundan kaçar." Sûre 80 (Abes), âyet 34-36.

S. 126, B. 1524: "Ve Zekeriyya'yı an; hani Rabbine yarabbi, beni tek bırakma, bana bir oğul ver.. Sen, vârislerin hayırlısısın demişti." Sûre 21 (Enbiya), âyet 89.

S.-127, B. 1536: "Sonra kalbileriniz katılaştı, bundan sonra âdeta tasa döndü, hattâ daha da kati oldu. Tas vardır ki ondan sular kaynar akar. Tas vardır ki yarılır, ondan su çıkar. Bazıları vardır ki Tanri korkusundan yukarıya aşağıya düşer. Tanrı, yaptığınız şeylerden gafil değildir." Sûre 2 (Bakara), âyet 74.

S. 129, B. 1556-1682: Ankaravî böyle bir hadîs nakletmektedir. S. 370-371.

S. 132, B. 1593: Böyle bir söz hadîs olarak rivayet edilmistir.

S. 132, B. 1593: Mecbur edecek bir kuvvet yoktur, diledigini yapar ve yaptığını, mecbur olduğu için değil, ihtiyariyle yapar. Su halde Tanri, faili muhtardır. Hukemaya gelince: Onlarca kudretli fatira yani yaratıcı kudret, bir illet ve sebeple teb'an yaratır. O kudret, bittabi faaldir. Bu faaliyet, yine zaruri olarak bir münfaillik meydana getirir. Bu faillik ve münfaillik, zaruri olarak gökleri, yıldızları, onların da zaruri dönüşleri, zaruri olarak unsurları meydana getirir. Unsurlarla göklerin, zaruri olarak birleşmesi yine zaruri olarak cemat, nebat, ve hayvani var eder. Hasılı yaratıcı kudret, faili muhtar değildir, fâil bittabidir. O ezelî kuvvet bulundukça faal münfail olması, bu aktif ve pasiflikten de su âlemin vücudu lâzım ve zaruridir. Hattâ bu yüzden Hukema, âlemi, ezelî kudrete nispetle hadis, fakat varlığı bakımından kadim saymışlar ve "Heykeli âlem hadisi kadimdir" demişlerdir. Meselâ bir adam, elindeki şeyi sallar. Eliyle o şey, ayni zamanda sallanır, fakat zaman itibariyle değil de zat itibariyle eli, elindeki şeye nazaran kadim sayılır. Âlemin varlığı da zata nispetle aynen böyledir. Ayni zamanda her şey, nasıl olması lazımsa öyledir. Çünkü Tanri'nin ilmi, malûma tâbidir. Sofiyenin mühim bir kısmi bu inanışta hukemaya uymuştur. Onlarca da Vücudu Mutlak olan Tanri'nin zâti iktizası, zuhura olan meylidir ki buna "İlim" de denir. Tanrı oldukça, bu zuhura olan meyli de vardır. Diğer bir suretle söylemek lâzım gelirse Tanrı olsun da zuhuru olmasın, buna imkân yoktur. Su halde âlem, ezelî ve ebedîdir, Hukemanın dediği gibi hadisi kadimdir. Yani sözün açıkçası, Tanrı, zuhur etmek mecburiyetindedir ve tabii de bu takdirde faili muhtar olamaz. Ehli sünnet, Tanri'yi, faili muhtar olarak kabul etmişlerdir. Onlarca diledigini dilediği vakit dilediği gibi yaratabilir. Yalnız iradesi, mümkün olan şeylere taallûk eder, müstahsile, yani olmasına imkân bulunmayan şeylere taallûk etmez. Mutezile kulun iyilik ve kötülüğü ihtiyar ve iradesiyle yaptığını, fakat Tanri'nin, kulun ne yapacağını bildiğini, ancak bu ezeli bilginin, kulu o isi yapmaya mecbur etmediğini, Tanrı bilgisinin mücbiri fiil olmadığını söylemişler, bunun neticesi olarak da kullara peygamber göndermek, peygambere dâvasını ispat için mucize vermek, iyilik yapana mükafatta, kötülük edene mücazatta bulunmak lütuftur ve lütuf da Tanri’ye vaciptir, yani aksini yapmaz diye Tanri'yi aşağı yukarı, bu hususlarda mecbur saymışlardır. Şianın ahbarî olmayan sonradan gelenleri de bu hususta Mutezile inanışını kabul eylemişlerdir. Hasılı bu faili muhtar oluş bahsi, açıkçası Tanri'yi ezelî bir yaratıcı kudret olarak kabul eden, daha doğrusu, zamanlarında Tanri yoktur diyemedikleri için ıstılahlarla isi örten Hukema ile şeriatçılar arasında uzun ve sonu gelmez münakasalara yol açmıştır.

S. 133, B. 1607 den sonraki bahis: Yunus Peygamber, kavminin Tanri gazabına uğrayacağını Tanri'nin vahyi üzerine bildirmiş, fakat kavmi tövbe ettiklerinden gazam defolmuştur. Hattâ bunun üzerine Yunus, yalancı çıktığından müteessir olmuş, o teessürle deniz kıyısına gitmiş, orada kendisini bir balık yutmuş, baliğin karnında kırk gün kalmış, sonra balık, yine Yunusu kusmuştur. Bu vaka, Kur'an'in 10 uncu sûresi olan Yunus sûresinde anlatıldığı gibi Tevrat'ta da uzun uzun anlatılmıştır.

S. 141, B. 1709 dan sonraki baslık: "Can boğaza geldi mi siz, ona bakar, bir çare bulamazsınız. Bizse ona sizden yakınız ama göremezsiniz ki. Sûre 56 (Vakıa),Ayet82-85.

S. 144, B. 1742 den sonraki baslık: Böyle bir hadîs rivayet edilmistir. Bir kısmi yazılan âyetin tamamı da sudur "Tanri yolunda öldürülenleri ölü saymayın. Onlar diridir, Rableri yanında rızıklanırlar. Tanri'nin lütfettiği ihsanlara sevinirler. Kendilerinden sonra şehit olup gelecek ve onlara katılacak olanlar yüzünden sevinç içindedirler. Bilin ki onlarda ne korku vardır, ne hüzün. Sure 3 (Âli Imran), âyet 169-170.

S. 146, B. 1769: "Şüphe yok, Tanri'dan çekinenler, cennetlerde, nehirlerin kıyılarında... doğruluk makamında muktedir Padişahın yanındadırlar. Sûre 54 (Kamer), âyet 54-55.

S. 155, B. -1893-1895: Bu üç beyit arapçadır.

S. 156, B. 1901: Usturlap, günesin nerede bulunduğunu tâyine yarar yarim daire seklinde tahtadan yapılmış bir alettir. Üstüne gökyüzü haritası çizilmiştir. Bir de akrep denen ibresi vardır. Türkçesizde doğru düzen söz yerine kullanılan usturuplu lâf sözü, herhalde bu usturlaptan bozmadır.

S. 157, B. 1911- 1913: Bu beyitler arapçadır.

S. 157, B. 1917 den sonraki baslık: "insana baksana neden yaratıldı? sıçrayan sudan...
O su, erkeklerin önünden ve kadınların kemiklerinden çıkmada. Sûre 86 (Târik), âyet 6-7.

S. 158, B. 1926 dan sonraki baslık: "Cinleri, ateşin havalanan dumansız alevinden yarattı." Sûre 55 (Rahman), An o zamanı ki biz meleklere, Adem'e secde edin dedik, secde ettiler, ancak îblis etmedi. Cin taifesindendi, rabbinin emrinden çıktı. Onlar size düşman oldukları halde onu ve soyunu dost mu edineceksiniz? Zulüm edenler için Tanrı yerine Şeytanin geçmesi, ne kötü bir şeydir!" Sûre 18 âyet 50.

S. 158, B. 1928: "Oğul, babanın sırrıdır" diye bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 158, B. 1933: "Delillerine inanmayıp kâfir olanları yakında ateşe atarız. Bedenlerinin derileri yanıp döküldükçe yerine yeni ve başka deri bitirir, bu "liretle onlara azabı tattırır. Şüphe yok Tanrı, üstündür ve büküm sahibidir." Sûre 4 (Nisa), âyet 66.

S. 159, B. 1943-1944: "Tamah eden alçaldı. Kanaat eden yüceldi" diye bir hadîs rivayet edilmiştir.
S. 160, B. 1951: Zümrüt, yılanın gözünü kör edermiş. Eskiden böyle bir kanaat varmış.

S. 160, B. 1964: Kur'anın 68 inci sûresi (Kalem) "Andolsun nun'a, kalem'e ve yazdıklarına" diye başlar.

S.-161, B. 1973: Bir hadîse göre gökyüzünde horoz şeklinde ve sesleri de horoza benziyen melekler varmış. Onlar ötüp sabahı bildirirler, onların sesini duyan ve onları gören horozlar da ötmeye baslarlarmış. Esek de seytan görünce anırırmış. Onun için horoz sesi duyunca hamdetmek, eşek anırışını duyunca şeytandan Tanrıya" sığınmak sevaptır.

S. 161, 1973 ten "sonraki başlık": "Yarabbi, eşya hakikatte nasılsa bize öyle göster" diye bir hadis rivayet edilmiştir. "Perde kalksa, açılsaydı yakınım artmazdı bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey bilmez, görmezdim" mealindeki söz, Hz. Ali'nindir.

S. 164, B. 2010: Şeyh Necmeddini Kübrâ, bir gün Ashabı kehif'ten bahsederken yanında bulunan Sa'deddinI Hamevi, acaba bu ümmet içinde sohbeti, köpeğe tesir edecek kimse var mı? Diye hatırından geçirmiş. Bu hâtıra Necmeddin'e malûm olmuş, yerinden kalkıp tekke kapısına çıkmış. O sırada oraya bir köpek gelmiş. Şeyh köpeğe bakar bakmaz köpeğe bir hal olmuş, kendisinden geçmiş, doğru mezarlığa gitmiş.O köpeğin başına elli altmış köpek birikmiş. Ellerini ellerinin üstüne koyup onun yüzüne hayran olmuşlar. Yememişler, içmemişler. Nihayet o köpek ölmüş. Şeyh, onu gömdürmüş. Hattâ bu köpeğe bir de kabir yapmışlar. (Nefahat tercümesi s.476, sene 1289). Mevlâna'nın babası, Necmeddin halifelerindendir. Herhalde, Mevlâna, bu beyitte yukarıda anlattığımız vakaya işaret etmektedir,

S. 165, B. 2019 dan sonraki bahiste geçen söz, hadîsi kutsidir.

S. 167, B. 2048: "Melekût kapısını rükû ve secdeyle dövmede devam edin" mealindeki bir hadis rivayet edilmiştir.

S. 169, B, 2062: Nefsi levvame s. 36, B. 556 ma izahına bakınız.

S. 170, B. 2079 dan sonraki başlık: "O gün yüzler ağarır, yüzler kararır. Kararan yüzler! iman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Kâfir olduğunuzdan dolayı tadın azabı!" Sûre 3 (Ali İmran), âyet 106. "Ve kıyamet günü. Tanrıya yalan İsnat edenlerin yüzlerini kararmış görürsün. Cehennemde ululananlara yer ve durak yok mu?" Sûre 39 (Zümer), âyet 60.

S. 170, B. 2082: "Muhammed Tanrı elçisidir. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere şiddetlidirler, aralarında merhametli olanları rükû eder, secdeye kapanır, Tanri'dan ihsan ve razılık diler görürsün. Secdeden, yüzlerinde alâmet ve nur vardır. Bu sıfat, Tevrat ve İncil'de anılan müminlerin de sıfatıdır...." Sûre 48 (Feth), âyet 29.

 

 

 

.