![]() ![]() ![]() |
Yirmi Beşinci Söz s.171 |
1 ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın
doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl
hikâyeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur'ân kadar
olmasın, yalnız on sûresine nazire
getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.
Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu
kadar muhtaç olduğunuz halde-çünkü haysiyet ve namusunuz,
izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız,
dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa
dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet
içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
2 işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile
mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur'ân dahi mucize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın makam-ı ifhamdaki
ilzamına bak ve de: Evet, beyan-ı
Kur'ân'dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
İkinci misal:
İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı
ifhâmiyeye misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki:
lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalâlet için, içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder, veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.
Meselâ, birinci fıkra 4
âyetine işaret eder. On beşinci fıkra ise
5 âyetine remzeder. Daha sair fıkraları
buna kıyas et. Şöyle ki:
Başta diyor: Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehadet eder.
Âyâ, acaba muhakemesiz, âmi
kâfirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helâketini mi
bekliyorlar? Sen de: "Bekleyiniz, ben de bekliyorum."
Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından
münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.
Yahut, acaba akıllarına güvenen
akılsız filozoflar gibi, "Aklımız bize yeter" deyip
sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana
ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat
akıl kendi başıyla ona yetişemez.
Yahut inkârlarına sebep, tâği
zalimler gibi, Hakka serfuru etmemeleri midir? Halbuki,
mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların,
Nemrudların akıbetleri malûmdur.
Veyahut yalancı, vicdansız
münafıklar gibi, "Kur'ân senin sözlerindir" diye
Yirmi Beşinci Söz s.172
seni itham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammedü'l-Emin diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur'ân'ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.
Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz
itikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş,
hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar?
Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan
aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve
mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır
ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun
gibi, "kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar,
kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar" mı
tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubudiyetten istinkâf ederler?
Demek kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek
şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir.
Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede
ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp
bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu
derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki
cemâdattan daha aşağıdırlar. Öyleyse bunların
inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır
hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
Veyahut, Hâlıkı inkâr eden
fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki
Kur'ân'ı dinlemiyorlar? Öyleyse, semâvat ve arzın
vücutlarını inkâr etsinler; veyahut "Biz halk
ettik" desinler, bütün bütün aklın zıvanasından
çıkıp divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünkü, semâda
yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid
görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur.
Yoksa bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir
harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz
zannediyorlar?
Veyahut, Cenâb-ı Hakkın
ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve
Berahime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana iman
getirmiyorlar? Öyleyse, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar
ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve
intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inâyâtı ve
bütün enbiyanın bütün mucizatlarını inkâr etsinler. Veya
"Mahlûkata verilen ihsânâtın hazineleri yanımızda ve
elimizdedir" desinler, kabil-i hitap olmadıklarını
göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma;
"Allah'ın akılsız hayvanları çoktur" de.
Veyahut, aklı hâkim yapan
mütehakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine
rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes'ul
tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin
inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, ispritizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyleyse, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
Veyahut, ukul-ü aşere ve
erbâbü'l-envâ namıyla şerikleri itikad eden müşrik
felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet
isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden
mülhid ve dâllinler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücub-u
vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıt
olan veledi nisbet ve melâikenin ubudiyetine ve ismetine ve
cinsiyetine münafi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine
şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi
mümkin, fâni, beka-yı nev'ine muhtaç ve cismanî ve
mütecezzî, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı
bir vârise müştak mahlûklar için vasıta-i tekessür ve
teâvün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve
elbette vücudu vacip ve daim, bekası ezelî ve ebedî, zâtı
cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti, tecezzî ve
tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve
bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem o
âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i
mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani
hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir
divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri,
inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin
safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.
Veyahut, hırsa, hıssete
alışmış tâği, bâği dünyaperestler gibi, senin
tekâlifini ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar?
Yirmi Beşinci Söz s.173
Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!
Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ
eden Budeîler gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn
tahayyül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberlerini
beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî
kitabını kabul etmiyorlar? Öyleyse, vahye mazhar resullerden
başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye
kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır,
açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar
hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz
etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur vermesin.
Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını
zirüzeber edecek.
Veyahut, fıtratları bozulmuş,
vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas
zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları
aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana
karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri
dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı
istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp
desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme.
Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine
hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta
muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i
İlâhîdir.
Veyahut, hâlık-ı hayır ve
hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden
Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve
onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden
esbabperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp
sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek
hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi
görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli, kör olup
görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki
vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zirüzeber
olur ve insicam hercümerce düşer. Halbuki, sinek kanadından,
tâ semâvat kandillerine kadar, o derece ince bir intizam
gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış.
Madem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i
his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni
tezkirden vazgeçirmesin.
İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, "Şu âyetler tek başıyla bir mucizedir" sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur'âniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan çok hakaik-i gamızayı, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir surette, basitâne ve zahirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de,
denilen mütekellim üslûbunda
muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan
esâlib-i Kur'âniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle
yetişemediği hakaik-i gamıza-ı İlâhiye ve esrar-ı
Rabbâniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve
temsilâtla en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ
6 bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi
saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini,
bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet
ettiği gibi bir misalde gösteriyor.
Evet, Kur'ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle,