![]() ![]() ![]() |
Yirmi Beşinci Söz s.177 |
Sözlerin doğru hakikatleri, Kur'ân'ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kàsırıma aittir.
DÖRDÜNCÜ LEM'A:
Mebâhisindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın
vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın,
dünya ve âhiretin, mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin
mebâhis-i külliyelerini cem etmekle beraber, nutfeden halk
etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut,
tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i
âlemden tut, tâ 1 kasemleriyle işaret
olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar;
işârâtıyla, insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden
tut, tâ 4
yani bütün semâvâtı bir kabzasında
tutmasına kadar; 5
zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut,
tâ 6
ile ifade ettiği hakikat-i acibeye kadar; ve
semânın
7hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla
inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada
dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için
açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci
menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden
tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mazi zamanının
vukuatından, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun
kavgasından tâ tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser
enbiyanın mühim hâdisâtına kadar; ve 8
işaret ettiği hadise-i ezeliyeden tut, tâ
9 ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün
mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder
ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden; ve
dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir
bahçe, ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi
tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi
nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temâşâ eden; ve
ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki
tarafı birleşmiş, ittisal peydâ etmiş bir surette, bir
zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle
yakışır bir tarz-ı beyandır.
Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud'anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün saffetiyle, bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası "Güneşten geldim" der, Kur'ân dahi "Ben Hâlık-ı Âlemin beyanıyım ve kelâmıyım" der.
Evet, şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san'atının acibeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni, bir Mün'imden başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescit, bir temâşâgâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur'ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın?
Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla ziynetlendiren bir San'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur'ân'dır. Bir çiçeğin tanziminden
Yirmi Beşinci Söz s.178
lâkayt kalmayan bir Mâlikü'l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayt kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
BEŞİNCİ LEM'A: Kur'ân'ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
BİRİNCİ IŞIK: Üslûb-u Kur'ân'ın o kadar acip bir cem'iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır.
İşte şu i'cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.
İKİNCİ IŞIK:
Âyât-ı Kur'âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, tergib ve
terhib, zecir ve irşad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i
İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânin ve şerâit-i hayat-ı
şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı
mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve
maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla,
işârâtıyla câmi olmakla beraber, yani, "İstediğin herşey için, Kur'ân'dan
ne istersen al" ifade ettiği mânâ, o derece
doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u
emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'âniyede öyle bir
câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir.
Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, daima terakkiyatta
kat-ı merâtip eden bütün tabakat-ı ehl-i kemâlin rehber-i
mutlakı, elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.
ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur'ân'ın i'cazkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imâen bir dâvânın çok burhanlarını derc eder.
Meselâ,
de, âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde ve müntehâsını zikirle o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor.
Evet, bir Sâni-i Hakîme şehadet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarıyla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deveranı içindeki silsile-i şuûnattır. Daha gele gele, tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar... Madem ki en ziyade intizamdan uzak kalan ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san'atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zahir olan sair sayfalar kendi kendine anlaşılır, Nakkaşını gösterir. Hem madem koca semâvat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin, sair eczalarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zahirîyi ihfâ ederek gayet güzel bir îcaz yapmış.
Elhak,
den tut, tâ
e kadar altı defa 13 ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i
cevahirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'cazdır, bir
silsile-i îcâz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde
gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım, makam
kaldırmıyor. Başka vakte talik edip o kapıyı şimdi
açmıyorum.
Hem meselâ, 14
kelâmıyla
kelimesi ortalarında
şunlar var:
Yirmi Beşinci Söz s.179
Demek beş cümleyi bir cümlede icmal edip îcaz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş.
Hem meselâ 16 insan-ı âsi "Çürümüş kemikleri kim
diriltecek?" diye meydan okur gibi inkârına karşı
Kur'ân der: "Kim bidâyeten yaratmışsa O diriltecek. O
yaratan Zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size
yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe
hayat verebilir."
İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.
Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsânâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş, herbir erzakınız içinde konulmuş bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.
Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder.
kelimesiyle remzen der: Ey haşri inkâr eden adam!
Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları
baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak
ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini
gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib'âd ile kudretine
meydan okunmaz.
Sonra bir delile daha işaret eder, der: Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif, nuranî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'âd ediyorsunuz?
Sonra bir delile daha tasrih eder, der ki: Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıt tabiatı cem edip onu buna menşe etmekle herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyi-i esasiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib'âd edilmez. İsyan ile Ona meydan okunmaz.
Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle, "Şu dâvâ-yı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır," enbiyanın ittifakına hafî bir ima edip şu kelimenin îcâzına bir letafet daha katar.
DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur'ânî o derece câmi ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki, bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten, basit bir cüz'üyle, hususî bir hadise ile gösteriyor. Binler misallerinden yalnız iki misaline işaret ederiz.
Birinci misal: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e talim-i esmâ ünvanıyla, nev-i benî Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder. Ve Âdem'e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
Hem kavm-i Mûsâ (a.s.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve "icl" hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.
Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla, tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
İkinci misal: Kur'ân'da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve cüzleridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.
Meselâ, 17 Firavun vezirine emreder ki, "Bana yüksek
bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım:
Semânın gidişatından, acaba Mûsâ'nın (a.s.) dâvâ ettiği
gibi semâda tasarruf eden bir ilâh var mıdır?" İşte,
kelimesiyle
ve şu cüz'î hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan
dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest
olup rububiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberutlarını
göstermekle ibka-yı nam eden, şöhretperest olup dağ-misal
meşhur