Yirmi Dokuzuncu Söz - s.228

Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan namuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.

Elhasıl: Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki, mevcudat şu âlem-i şehadete münhasır değildir. Hem madem, zâhir olan âlem-i şehadet, câmid ve teşekkül-ü ervâha nâmuvafık olduğu halde, bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücut ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücut vardır ki, âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir.

Hem madem, denizin balığa nisbeti gibi, ervâha muvafık olan âlem-i gayb ve âlem-i mânâ ervahlarla dolu olmak iktiza eder. Hem madem bütün emirler mânâ-yı melâikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilâşek velâ şüphe, melâike vücutlarının ve ruhanî hakikatlerinin en güzel sureti ve ukul-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki, Kur'ân şerh ve beyan etmiştir. O Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan der ki: "Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar."

Melâike, ecsâm-ı lâtife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar. Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-i tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan kudret-i fâtıranın ve irade-i ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Mesele-i melâike ve ruhaniyat o mesâildendir ki, tek bir cüz'ün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir; birtek şahsın rüyeti ile umum nev'in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nev'in umumunu kabul etmeye mecburdur.

Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi, meleklerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet edilmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir fert melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddit eşhasın vücudu kat'î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşahede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umumînin menşei, mebâdi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, beka bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın, bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i kat'î olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kat'î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler hadsiz müşahedat vakıalarından ve o müşahedat vakıaları, şeksiz ve şüphesiz, mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin? Öyleyse, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanîlerin rüyetlerinden hasıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esâsât-ı kat'iyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç makul müdür, hiç kabil midir ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike ve ruhaniyatın vücutları ve müşahedeleri bir şüphe kabul etsin, bir şekke medar olsun? Bahusus onlar şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Malûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Malûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar.

Ve bilhassa, kâinat semâsında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü'ş-şumusu olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşahedâtı, hiç kabil midir ki, bir şüphe kabul etsin?

Madem tek bir ruhaniyatın vücudu bir zamanda tahakkuk etse, şu nev'in umumen tahakkukunu gösteriyor.


Yirmi Dokuzuncu Söz - s.229

Ve madem şu nev'in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni, en makulü, en makbulü, şeriatin şerh ettiği gibidir, Kur'ân'ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Miracın gördüğü gibidir.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki, cüz'iyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek kendince bir nakş-ı san'atı gösterip lisan-ı haliyle esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi, küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubudiyeti vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtıyla bir tesbihatı var. Öyle de, koca semâvat denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla Fâtır-ı Zülcelâline tesbihat yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder, ve hâkezâ... Mevcudat-ı hariciyenin herbiri, sureten câmid, şuursuzken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette, nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler. Bunlar dahi, âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melâikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, şu saray-ı âlemin Sâni-i Zülcelâli, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi, melâike ve ruhanîlerdir. Madem nebâtat ve cemâdat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemattadırlar. Ve hayvânat, bir ücret-i cüz'iye mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makasıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır. Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin makasıd-ı külliyesini bilir, bir ubudiyetle tevfik-i hareket ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz'î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin nazarıyla, emriyle, teveccühüyle, hesabıyla, namıyla ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hasıl ettikleri lezzet ve kemal ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen muhlisen çalışıyorlar.

Cinslerine göre, kâinattaki mevcudatın envâına göre, vazife-i ibadetleri tenevvü ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezâif-i ubudiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, Cenâb-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle, bir nâzır-ı umumî hükmündedir, tabir caizse umum çitfçi-misal melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvânâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.

İşte, madem şu mevcudat-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir, tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubudiyet ve hidemât-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivayet ettiği melâikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, bazı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var. Herbir ağızda kırk bin dille, kırk bin tesbihat yapar. Şu hakikat-i hadisiyenin bir mânâsı var, bir de sureti var.

Mânâsı şudur ki: Melâikenin ibâdâtı hem gayet muntazamdır, mükemmeldir; hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarzla vezâif-i ubudiyeti yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisan ile vazife-i ubudiyeti ve tesbihat-ı Rabbâniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki, kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim. Herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san'atları gördüm ki, herbiri Sâni-i Zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte, hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni-i Zülcelâli ve Hakîm-i Zülcemâli, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye takdim eden,


Yirmi Dokuzuncu Söz - s.230

ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz'âna getirmek için bir mukaddime idi. Eğer o mukaddimeyi bir derece fehmettinse, melâikelerle görüşmek istersen hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur'ân âlemi kapıları açıktır. İşte Kur'ân cenneti müfettihatü'l-ebvâbdır; gir, bak. Melâikeyi o cennet-i Kur'âniye içinde, güzel bir surette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. İşte, şu menzillerden bak:

1

2

3

4

Hem dinle:

5

senâlarını işit.

Eğer cinnîlerle görüşmek istersen

6

surlu sûreye gir, onları gör, dinle, ne diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

7

İkinci Maksat

Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır

Şu Maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.

MUKADDİME

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, "Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir"; elbette, onun dâvâsına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazi var mıdır? Eğer, "Evet, var" diye ispat etti.

İkincisi, şöyle bir sual gelir ki: "Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?" Eğer, "Evet, yapabilir" diye ispat etti.

Üçüncüsü, şöyle bir sual gelir ki: "Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrip edilecek midir?" Eğer "Evet" diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse; iki sual daha ona varid olur ki:

"Acaba şu acip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?" Eğer "Evet " diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi var. Fâil ve ustası muktedir; tahribi mümkün ve vaki olacak, tamiri mümkün ve vaki olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.

BİRİNCİ ESAS

Ruh, katiyen bâkidir. Birinci Maksattaki melâike ve ruhanîlerin vücutlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan beka-i ruha dahi delildirler. Bence mes'esele o kadar kat'îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfü'l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sâdıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî