![]() ![]() ![]() |
Otuzuncu Söz - s.243 |
İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları HAŞİYE 1 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin-ki, bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe ve medar, esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki veçhini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Enenin bir veçhini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer veçhini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin veçhi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; yani başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mizan olarak, şuurkârâne bir hizmettir.
İşte, enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya, eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü'l-Mülke teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne ulûhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı Onun elindedir; herşeye Kadîr-i Mutlaktır; esbab bir perde-i zâhiriyedir; tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.
İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nuranî meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'm eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş'et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ... Çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler'de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat'î ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar, "İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad, kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır diye, ubudiyetkârâne hükmetmişler.
Otuzuncu Söz - s.244
İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini ele almış, dalâletin herbir nev'ine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hattâ "El-hükmü li'l-galib" bir düsturudur. "Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır" der. HAŞİYE 2 Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, "Ne güzel yapılmış" yerine "Ne güzeldir" der, perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir.
Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide HAŞİYE 3 yapmıştır.
O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.
Şimdi şu hakikati tenvir için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş'et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvazenesinden, nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.
Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî
neticelerinden 1 kaidesiyle, "Ahlâk-ı İlâhiye ile
muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip,
acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz" düsturu
nerede? Felsefenin "Teşebbüh-ü bi'l-Vâcib insaniyetin
gayet-i kemâlidir" kaidesiyle, "Vâcibü'l-Vücuda
benzemeye çalışınız" hodfuruşâne düsturu nerede?
Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan
mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve
Müstağnî olan Vâcibü'l-Vücudun mahiyeti nerde?
İkinci misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neş'et eden düstur-u cidal nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, "Hayat bir cidaldir" diye eblehâne hükmetmişler.
Üçüncü misal: Nübüvvetin tevhid-i İlâhî
hakkındaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden yani "Her birliği bulunan yalnız birden
sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik
var, demek birtek Zâtın icadıdır" diye olan
tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u
itikadiyesinden olan
"Birden bir
sudur eder"; yani "Bir zattan bizzat birtek sudur
edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur
eder" diye, Ganiyy-i ale'l-Itlak ve Kadîr-i Mutlakı âciz
vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite,
rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle
"akl-ı evvel" namında bir mahlûku verip adeta sair
mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol
açan şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu
nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrakıyyun böyle halt
etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar
halt edeceklerini kıyas edebilirsin.
Dördüncü misal: Nübüvvetin düstur-u
hakîmânesinden 2
sırrıyla, "Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti,
kendine ait bir ise, Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan
hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir
ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu"
mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin
"Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın
menâfiine aittir' diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi
bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir
Otuzuncu Söz - s.245
abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.
İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. Bu kitabın âhirinde derc edilen "Lemeât" namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-i Gazalî gibi bir Hüccetü'l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi' bir mü'min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.
Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene,
kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde,
felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle
baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra
ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb
ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra
isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe
kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer.
Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas
edip, onlara-kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde-birer
firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin
evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır, 3 der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı
acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsafına
müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin
firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif
eder. Ezcümle:
Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka "mûcib-i bizzat" demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife "Cüz'iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor" diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat'î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz filozoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum olarak Lemeat'ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul'da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said'in Yeni Said'e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerifenin âhirinde
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki: