Yirmi Sekizinci Mektup - s.528

Buna karşı deriz ki: Bir dâvâda iki şahid-i sadık kâfidir. Bu dâvâmızdaki kast ve irademiz taallûk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.

Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i'câziye, Kur'ân-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'câzda olduğu nev'inden değildir. Çünkü, i'câz-ı Kur'ân'da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i'câziye ise, kudret-i beşerle olamıyor; kudret o işe karışamıyor.HAŞİYE 1

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i Rububiyet ve Rahmâniyete işaret edeceğiz. Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki:

Birgün güzel bir tevafukatı ona gösterdim. Dedi:

"Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözlerdeki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir."

Ben de dedim: "Evet, herşey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecellî-i âmmeye bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakiyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecellî-i hâssaya bakar bir surettedir."

Bunu bir temsille fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:

Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunuyla, merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lûtfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebât-ı hususiyesi vardır.

İkinci cihet, padişahın ihsânât-ı hususiyesidir ve evâmir-i hassasıdır ki, umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.

İşte bu temsil gibi, Zât-ı Vâcibü'l-Vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîmin umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle herşeye tasarrufatı, herşeyin en cüz'î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Herşey, her şe'ninde Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde, yirmi yerde kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur'ân kılıcıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef'âl-i İlâhiyenin kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler.

İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.

İşte bu sırra binaendir ki, i'câz-ı Kur'ân ve mucizât-ı Ahmediyedeki işârât-ı gaybiyeyi, hususî bir işaret telâkki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususî ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inâyet-i hâssa olduğunu yakîn ettik ve sırf lillâh için ilân ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin. Âmin.

1


Sözlerin tebyizinde kıymettar hizmeti sebkat eden Muallim Ahmed Galib'in fıkrasıdır.

"Elde Kur'ân gibi burhan-ı hakikat varken,
"Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?"
Sözün özdür, ey can, tekellüf değil.
Ledün ilminin zübde-i pâkidir
Bu, sümmettedarik tasannuf değil.
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır
Ki ehvâ ve lâğv ve tefelsüf değil.
Müzekkî-i nefis ve musaffî-i ruh,
Mürebbî-i dildir, tasavvuf değil.
O Sözler bütün marifet şemsidir,
Sözüm doğrudur, bir teellüf değil.

Yirmi Sekizinci Mektup - s.529

İçin nurudur, lâfza akseylemiş,
Bir iki satırda teradüf değil.
Mutabık lâfızlar birbirine,
Bu asla tasannu, tesadüf değil.
Dizilmiş nizamla bütün harfleri,
Tevafuktur, asla tehalüf değil.
Bu bir cilve-i sırr-ı i'câzdır
Ki Kur'ân'dandır, tecevvüf değil.
Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir, güzel,
Bu babda ne dense tezauf değil.
Said-i Bediüzzaman-ı Nursî
Beyanı bedîdir, taattuf değil.
Tesellîye ermemiş elinde kalem,
Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil.
Tevafuk, sözünde ona çok mudur?
Tefevvuk onun için teşerrüf değil.
İsabet buna savb-ı Haktan gelir,
Bu kastî değildir, tasarruf değil.
Bunu görmeyen bed nazarlar için,
Telehhüf derim ben, teessüf değil.
Ki var mânevî hayretim galiben,
Beyanım bu yolda tazarruf değil.
Çok işte Hak onu muvaffak ede,
Tevafuk makam-ı tevakkuf değil.

Ahmed Galib
(Rahmetullahi Aleyh)


Merhum Binbaşı Asım Beyin fıkrasıdır.

Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber,
Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmâyeler,
Kalır dalâlet ve vâdi-i hüsranda nice seneler.
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner,
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer.
Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlıka yalvaralım,
Hep envâr-ı Kur'âniye olan Sözleri okuyup anlatalım,
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşad olalım,
Fenâyı bekaya tebdilde rıza-yı Bârîye kavuşalım.
Sad-hezar tahsine lâyık bîbahâ fıkra-i Galib,
Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galib.

Binbaşı Asım
(Rahmetullahi Aleyh)


Sekizinci Risale olan
Sekizinci Mesele

Şu Mesele, altı sualin cevabı olup Sekiz Nüktedir.

BİRİNCİ NÜKTE

Bir dest-i inâyet altında hizmet-i Kur'âniyede istihdam edildiğimize dâir çok envâ-ı işârât-ı gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işârâtın bir yenisi daha şudur ki:

Ekser Sözlerde tevafukat-ı gaybiye var.HAŞİYE 2 Ezcümle, Resul-i Ekrem kelimesinde ve Aleyhissalâtü Vesselâm ibaresinde ve Kur'ân lâfz-ı mübarekesinde bir nevi cilve-i i'câz temessül ettiğine bir işaret var. İşârât-ı gaybiye, ne kadar gizli ve zayıf da olsa, hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için, bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir. Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat'iyen bana gösterdi. Hem hiç medar-ı iftihar benim için birşey bırakmıyor; yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor. Hem madem Kur'ân'a aittir ve i'câz-ı Kur'ân hesabına geçiyor ve kat'iyen cüz-ü ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlâhîdir ve izharı tahdis-i nimettir ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşaallah zararsızdır.

İşte, şu işârât-ı gaybiyenin birisi de şudur ki:

Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmet ve kereminden, Kur'ân'a ve imana hizmetle meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbumuzu tatmin için, bir ikram-ı Rabbânî ve bir ihsan-ı İlâhî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nev'inden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mucizât-ı Ahmediye ve İ'câz-ı Kur'ân ve Pencereler risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nev'inde bir letâfet ihsan etmiştir. Yani, bir sayfada, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor. Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki, "Bir irade-i gaybi ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden harika nakışlar ve intizamlar yapılıyor."

Bahusus Mucizât-ı Ahmediye risalesinde lâfz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salâvat bir ayna hükmüne


Yirmi Sekizinci Mektup - s.530

geçip, o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarih gösteriyor. Yeni, acemî bir müstensihin yazısında, beş sayfa müstesna, mütebaki iki yüzden fazla salâvat-ı şerife birbirine müvazi olarak bakıyorlar. Şu tevafukat ise, şuursuz yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi, san'atta maharetsiz, yalnız mânâya hasr-ı nazar ederek, gayet sür'atle, bir bir iki saatte otuz kırk sayfayı telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir biçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.

İşte, altı sene sonra, yine Kur'ân'ın irşadıyla ve İşârâtü'l-İ'câz olan tefsirin dokuz nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla, sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise, benden işittikleri vakit hayret içinde hayrette kaldılar. Nasıl ki lâfz-ı Resul-i Ekrem ve lâfz-ı salâvat, On Dokuzuncu Mektupta, mucizât-ı Ahmediyenin bir nev'inin bir nevi küçük aynası hükmüne geçti. Öyle de, Yirmi Beşinci Söz olan i'câz-ı Kur'ân'da ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde lâfz-ı Kur'ân dahi, kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı, bir nevi mucizât-ı Kur'âniyenin, o nev'in kırk cüz'ünden bir cüz'ü tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecellî etmekle beraber, o cüz'ün kırk cüz'ünden bir cüz'ü, lâfz-ı Kur'ân içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:

Yirmi Beşinci Sözde ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde, yüz defa Kur'ân lâfzı tekerrür etmiş. Pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış; mütebakisi bütün birbirine bakıyor. İşte, meselâ, İkinci Şuanın kırk üçüncü sayfasında yedi Kur'ân lâfzı var, birbirine bakıyor. Ve sayfa elli altıda sekizi birbirine bakıyor; yalnız dokuzuncu müstesna kalmış. İşte şu, şimdi gözümüzün önünde, altmış dokuzuncu sayfadaki beş lâfz-ı Kur'ân birbirine bakıyor. Ve hâkezâ... Bütün sayfalarda gelen mükerrer lâfz-ı Kur'ân birbirine bakıyor. Pek nadir olarak, beş altı taneden bir tane hariç kalıyor. Sair tevafukat ise, işte gözümüzün önünde, sayfa otuz üçte, on beş adet em lâfzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sayfada dokuz iman lâfzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fasıla vermesiyle az inhiraf etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sayfada iki mahbub var; biri üçüncü satırda, biri onbeşinci satırdadır, kemâl-i mizanla birbirine bakıyor. Onların ortasında dört "aşk" dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.

Hangi müstensih olursa olsun, satırları, sayfaları ne şekilde olursa olsun, alâküllihal, bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki, şüphe bırakmıyor ki, ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakikî vardır; bazıları o hatta yakınlaşıyor. Garâiptendir ki, en mahir müstensihlerin değil, belki acemîlerin yazılarında daha ziyade görülür. Bundan anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûp libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde, "Meydan-ı haşre cem' ve keyfiyet nasıl; ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla birtek zat nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?" diyorsunuz.

Elcevap: Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak, kütüb-ü ehâdisiyede vardır. Meşrep ve mesleğimize ait, yalnız bir iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Evvelâ: Bir Mektupta, meydan-ı haşir, küre-i arzın medar-ı senevîsinde olduğunu ve küre-i arz, şimdiden mânevî mahsulâtını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi, senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulâtıyla, bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde olduğu ve küre-i arz denilen şu sefine-i Rabbâniyenin merkezindeki Cehennem-i Suğrâyı Cehennem-i Kübrâya boşalttığı gibi, sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir.

Saniyen: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat'î bir surette, o haşrin, meydanıyla beraber vücudu kat'î olarak ispat edilmiştir.

Salisen: Görüşmek ise, On Altıncı Sözde ve Otuz Bir ve Otuz İkide kat'iyen ispat edilmiştir ki, bir zat, nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.

Rabian: Cenâb-ı Hak, insandan başka zîruh mahlûkatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi, meydan-ı haşirde sun'î libaslardan üryan olarak, fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun'î libasın hikmeti,