![]() |
Sikke-i Tasdik-i Gaybîden |
Gavs-ı Âzamın Hizbü'l-Kur'ân'a dair
keramet-i gaybiyesidir HAŞİYE 2
Şu risale içindeki imzalarla gösterildiği gibi, hizmet-i Kur'âniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı, benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait hizmetten fazla hisseyi, onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa, bu risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana mânevi bir ihtar gibi "Dikkat et!" diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:
Birincisi: Benim gibi, ehemmiyetli ömrü şan ve şeref perdesi altında hubb-u cah zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.
İkinci cihet: Bu muannid zamanda, bedihî dâvâları ve zâhirî hüccetleri kabul etmeyenlere karşı, böyle işârât-ı gaybiye nev'inden hodfuruşâne bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmemekti.
En nihayet, esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda, gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü mânevî nev'inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir. Bu izharda en mühim maksadım, esrar-ı Kur'âniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı Âzamın imza basması nev'inden olduğudur. İkinci maksadım, o kudsî Üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip, hizmet-i Kur'âniyeye fütur verecek çok esbaba mâruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.
Benim için bir nevi hodfuruşluk nev'inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî Üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim. Şu "Keramet-i Gavsiye Risalesi" tedricen istihraç edildiği için, birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe, birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaretin bazısında zaaf varsa da, sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o zaafı izale eder.
Şayan-ı hayret bir tefe'ül ve mühim bir ihbar-ı gaybî
Sabri, Süleyman, Bekir, Galip ve Tevfik'in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Refet ve Âsım'ın ve Kuleönünden Mustafa'ların fıkrasıdır.
Lâtif ve müjdeli bir tefe'ül: Üstad, Galip ve Süleyman, Ümmî Sinan Divanında mesleğimize ve Sözlere dair tefe'ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık, "Sözler" lâfzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler "hak söz," hem "nur söz" oluyor.
Derim ki yardımcım Allah,
Şefaatçım Resulullah.
Ki burhanım kitabullah,
Budur bendeki hak söz.
Senin kapında kul çoktur,
Hesabı, haddi hiç yoktur.
Ve lâkin bir dahi yoktur.
Sinan-ı Ümmî gibi nur söz.
Mühim bir ihbar-ı gaybî
Şeyh-i Geylânî'nin kendinden sekiz yüz sene sonra gayb-âşinâ gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur'âniyedir.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hizmetindeki kudsiyete, kerametkârane sekiz yüz küsur sene evvel "Gavs-ı Âzam" ünvanıyla bihakkın iştihar eden Kutb-u Âzam Şeyh-i Geylânî,
fıkrasıyla başlayan kasidesinin âhirinde, Mecmuatü'l-Ahzâb'ın birinci cildinin beş yüz altmış ikinci sayfasında, beş satırla, şu zamanda hizmet-i Kur'âniyedeki heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:
Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:
İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur'âniyenin başında bulunanı gösteriyor.
Birinci vecih: Âhirdeki satırda ismini sarahetle haber vermekle
beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet, hocamız,
küçüklüğünden beri fakr-i haliyle istiğnâ-yı tam ile beraber maişet hususunda en
mes'ud bir zattır.
İkinci vecih: Aynı satırın başında fıkrasıyla o müridine diyor ki:
"Vaktin Abdülkadirîsi ol." Bu
kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üç
yüz yirmi beş eder. Üstadımızın lâkabı "Nursî" olduğu cihetle,
Nursî'nin makam-ı ebcedîsi üç yüz yirmi altı ediyor. Bir tek fark var. O tek elif'tir.
Bin mânâsında elf'e remzeder. Demek bin üç yüz yirmi beşte Şeyh-i
Geylânî'ye mensup bir zat, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı Kur'âniyeyi müdafaa
etmeye çalışacak, hakikaten Üstadımız, bin üç yüz yirmi altı
senesinde-Hürriyetin ikinci senesi-mücahede-i mâneviyeye atılmıştır.
Üçüncü vecih: Onun iki ismi var: Said, Bediüzzaman. Bu iki ismin mecmuunun
makam-ı ebcedîsi "ez-zaman"daki şedde sayılmazsa üç yüz yirmi dokuz
ediyor. İki dal bir sayılsa, üç yüz yirmi beş, aynen
deki muhatap o olmasına işaret ediyor, belki delâlet ediyor. Eğer ez-zaman'daki
okunmayan elif-lâm sayılsa, kaideten
ye dahi bir elif-lâm dahil
olmak lâzım gelir. Çünkü tarif için, muzafun ileyh kalktıktan sonra elif-lâm
lâzım gelir, o halde dahi müsavi olurlar.
Dördüncü vecih: Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine
teminat veriyor, "Korkma, sözlerini söyle" diyor. Sen şark ve garba
gideceksin; çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkinde bir
tarzla kurtularak mahfuz kalacaksın. Evet, bu hizmet-i Kur'âniye içindeki zat,
hakikaten esaretle şarka gitti. Ve yine acip bir esaretle Asya'nın garbında on dokuz
sene kaldı. Hazret-i Şeyhin dediği gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi
Sözlerledir.
hükmüyle, çekinmeyerek, Hazret-i Şeyhin dediği gibi
yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve mehâlik-i azîmeye düştüğü halde, bir
hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyhin dediği gibi mahfuz kalmış. Hem fevkalme'mûl, bir
gurbet diyarında fevkalâde inayete mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, bir risale sırf o
inâyâtın tâdâdında yazılmıştır. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, biz onun
etrafında
fıkrasının meâlini gözümüzle görüyoruz.
Beşinci vecih: Üstadımız kendisi söylüyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylânî" derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.
Sonra bir inayet-i İlâhiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda,
Hazret-i Şeyhin Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime
geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve
irşadıyla eski Said (r.a.) yeni Said'e inkılâp etmiş. O Fütuhu'l-Gayb'ın
tefe'ülünde en evvel şu fıkra çıktı: Yani, "Ey biçare! Sen
Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiyede bir âzâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i
İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin.
Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış."
İşte o vakit, o tefe'ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı
da kat'iyen anladım. O şeyhime dedim: "Sen tabibim ol." Elhak, o tabibim oldu.
Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Fütuhu'l-Gayb kitabında
"Yâ gulâm!" tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye
yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu:
"Eyyühe'l-münafık," "Ey dinini dünyaya satan riyakâr" diye,
diye... Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım.
Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyakla o mübarek eseri
acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdü lillâh, kabahatlerimi anladım,
yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı." Hocamızın sözü bitti.
İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki, Hazret-i Şeyhin müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetçe kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî'dir. Ve demiş:
fıkrasıyla ba'delmemat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle harika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur'âniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe'nindendir. Şeyhin bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs, binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir imadır.
Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Refet, Ali, Ahmed,
Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik,
Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa,
Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed,
Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza
Şeyh-i Geylânî'nin, fıkrasıyla kerametkârane verdiği haber-i gaybînin tetimmesidir
fıkrasında
"Molla Said" kelimesine
tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise, kaide-i sarfiyece
"elfün" okunur. Elfün ise, bindir. Demek bin iki yüz doksan dörtte dünyaya
gelecek bir müridi, bu "müridi" lâfzında muraddır. Çünkü
de lâm sayılsa iki yüz doksan dört eder ki, bir tek fark ile Said'in tarih-i
velâdetine tevafuk eder. Esas Arabî sayılsa fark yoktur. Lâm'sız
ise iki yüz altmış dört eder. "Molla Said" dahi iki yüz altmış beş eder.
"Molla"daki elif bine işaret olduğu için mütebakisi iki yüz altmış
dört kalır.
Elhasıl: Şu zamanda dellâl-ı Kur'ân ve hâdim-i Furkan olan o adamın iki ismi
ve iki lâkabı var. "Elkürdî" lâkabı ile "Molla Said" ismi,
fıkrasında zâhir görünüyor. "Nursî" lakabıyla "Bediüzzaman
Said" ismi
fıkrasında âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i
Kur'âniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsi Beye
fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işaretler var.
Risale-i Nur talebeleri namına Rüşdü, Hüsrev
Said kendi söylüyor:
Hazret-i Şeyh-i Geylânî, hizmet-i Kur'âniyeye nazar-ı dikkati celb etmek ve o hizmet-i Kur'âniye, âhirzamanda dağ gibi büyük bir hadise olduğuna işaret için, kerametkârane şu hizmette istidat ve liyakatimin pek fevkinde bulunması ve fedakâr, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil, belki sebkatiyet noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izharında mânevî bir zarar bana terettüp eder, bir gurur, bir hodfuruşluk getirir diye sekiz-on senedir tevakkuf ettim. Bugünlerde izhara bir ihtar hissettim.
Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye vermedi. Belki Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak, fitne ve belâlardan izn-i İlâhî ile ve Şeyhin duasıyla ve himmetiyle mahfuz kalacak.
Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek, sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur'âniyenin şâhikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil. Madem bu keramet-i Gavsiyeyi ilân ve izharından, Kur'ân şakirtlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor; elbette arkalarında Şeyh-i Geylânî gibi kahramanlar kahramanı zatlar himmet ve dualarıyla ve izn-i İlâhî ile himaye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.
Elhasıl: Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar ettim. Eğer kusur etmişsem, Cenab-ı Hak affetsin.
... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ...
fıkrasında dahi Hazret-i Şeyhin (r.a.) muhatabı şüphesiz Bediüzzaman
Molla Said'dir (r.a.).
Elhasıl: Şu acip kasidesinin âhirindeki şu beş beyitte beş kelime, medar-ı nazar-ı Şeyh ve mahall-i hitab-ı Gavsîdir. Ve o beş kelime ise,
lâfızlarıdır. Said'in dahi iki lâkabı olan "Nursî",
"Elkürdî"; iki ismi "Molla Said", "Bediüzzaman" bu beş
kelimede bulunur. Hazret-i Gavs'ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş
kelimesinde, âşikâr bir surette, mezkûr iki isim ve lâkab, ilm-i cifir kaidesinde
makam-ı ebced ile görünmesi şüphe bırakmıyor ki, Hazret-i Şeyh kasidesinin
âhirinde onunla konuşuyor, ona teselli verip teşci ediyor,
sırrıyla muvaffakıyetine teminat veriyor.
fıkrasında,
kelimesi, makam-ı ebcedîsi bin
olup,
iki farkla
un iki medde sayılmazsa ve şedde
de lâm sayılsa, makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek
fıkrasının meal-i gaybîsi şudur ki:
yani, "Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış."
Amma fıkrasında şâyân-ı hayret bir tevafuk var ki, ilm-i cifir
kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz iki eder. Şu halde
meâl-i
gaybîsi "Yâ Risaletü'n-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üç
yüz otuz ikide mücahedeye başla. Sözleri korkma yaz, söyle." Filhakika Said
(r.a.) Hürriyetten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise, bin üç yüz
otuz ikide İşârâtü'l-İ'câz'ı telif ile beraber Eski Said'den sıyrılmak
niyet edip yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i mâneviyeye başlayıp,
iki-üç sene sonra da Dârü'l-Hikmet-i İslâmiyede de bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı
Geylânî'nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur'âniyeyi neşretmiş.
Lillâhilhamd, şimdiye kadar devam ediyor.
Bu şâyân-ı hayret fıkrada câ-yı dikkat şu nokta var ki, Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan şu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülagû felâketi gibi feci, dehşetli meşhur fitnenin çok elîm ve feci ve kuburdaki emvatı ağlattıracak derecede dehşetli bir nev'i, şu on dördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh ondan buna bakıyor.
Risale-i Nur talebeleri namına Refet, Hüsrev, Hâfız Ali, Sabri
Şu keramet-i Gavsiye münasebetiyle üç nokta beyan edilecek.
Birinci nokta: Hazret-i Gavs'ın kasidesinin başında bu beş satırdan evvel, acip, pek garip, çok beliğ, nazdârâne tahdis-i nimet suretinde bir dâvâ-yı iftiharkârâne ifade eden iki sayfalık kasidesindeki harika dâvâsına delil olarak bir keramet-i bâhireyi âdetâ mucizeye yakın bir harikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayrette bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet izhar etti ki, sekiz yüz sene bir mesafede Cenab-ı Hakkın izniyle, ilâmıyla zamanımızı tasfilâtıyla görür tarzında, bizim gibi âciz, zayıf talebelerine ders verip teşvik eder. İşte Hazret-i Gavs'ın dâvâsına bu ihbar-ı gaybîsi en bâhir burhan olduğu gibi, Risale-i Nur'un eczalarının hakkaniyet ve ulviyetine bir hüccet-i katıa hükmündedir. Evet, Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle Sözlerin hakkaniyetini imza ediyor.
İkinci nokta: Ehl-i tarikat ve hakikatçe müttefekun aleyh bir esas var ki: tarik-i hakta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hâkeza, tâ fenâfirresûl, fenâ fillâha kadar gider. Meselâ, nasıl ki, gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. "Ben böyle istiyorum" der; yani "Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor." Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. "Böyle emrediyor," der. Öyle de Gavs-ı Geylânî, o harika kasidesinin tazammun ettiği ezvâk-ı fevkalâde Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsinin makamı noktasında ve zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın verasetiyle hakikat-ı Muhammediyesinde (a.s.m.) kendini gördüğü gibi, fenâ-yı mutlak ile Cenab-ı Hakkın tecelli-i zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes'uldür.
Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlâhiyeyi yâd edip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.
Üçüncü nokta: Keramet, mucize gibi Cenab-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zat ise, bazan biliyor, bazan bilmiyor, vukuundan sonra bilir. Keramete mazhariyetini kablelvuku bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyariyle tevfik-i hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmişse ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesb etmişse, Cenab-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyh, ilâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur'âniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibarıyla zuhur ettiğinden, mucizevârî, kudret-i beşer fevkinde bir şekil almış. Sun'î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünkü intaktır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-i tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.
Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece harika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: "Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz." Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça teslim edilmiştir.
İşte böyle güneş gibi bir mucize-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, gayb-âşinâ nazarıyla asrımızı görüp, böyle bir keramet izhariyle teselli verip teşci etmek şe'nindendir. Acaba hiç mümkün müdür ki, "Sultanü'l-Evliya" makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mazi ve müstakbeli hazır gibi izn-i İlâhî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur'ân'ın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve temine muhtaç biçare, Kur'ân'ın hâdimlerine ve talebelerine lâkayt kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki, bizimle münasebettar olmasın? Sekiz, dokuz, belki on beş kuvvetli delilden kat-ı nazar, ednâ bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünkü, makam iktiza ediyor, mutabık-ı mukteza-yı haldir ve münasebet kavîdir.
Ey benimle beraber Hazret-i Şeyhin teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu Üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mâzide mevcud ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü'l-Âlemin Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ kayd ü şart itâat etmeliyiz.
Ehl-i dünyanın telsiz, telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatin de mâziden, dokuz yüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle mânevi telefonları işleyebilir ve mânevi teleskopları görebilir. Malûmdur ki, zayıf emareler, içtima ettikçe kuvvet bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz, halat olur. Küllî, umumî kayıtlar, içtima ettikçe hususiyet peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyhin bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtimaında hiç şek ve şüphe bırakmadı ki, Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur'ân-ı Hakîmin şakirtlerine biiznillâh üstadlık ediyor, bihavlillâh şefkati altında himaye ediyor.
Cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet
İle üç sütun üzerine durur.
Râyet-i ulviyet-i Şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir.
İlham-ı Hüdâ, kitab-ı Abdülkadir.
Bâzü'l-eşheb ferd-i ferîd-i deveran.
Gavs-ı Âzam Cenab-ı Abdülkadir.
Said Nursî
Risale-i Nur şakirtlerinin bir fıkrasıdır.
İlm-i cifirle mânâsı:
"Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini düşünme, nâstan minnet alma; ismin 'Said' olduğu gibi maişette de mes'ud olacaksın. Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş." Evet, lillahilhamd, Gavsın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı Âzam, "Said" namıyla tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, ilm-i cifir esrarıyla sekiz-dokuz cihette, Said'in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mânâ-yı zâhirîsi ile maani-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden, sarahat derecesine çıkmış.
İlm-i cifirle mânâsı:
"On dördüncü asırda 'el-Kürdî' lakabıyla yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah'ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun muhafızıyım." Evet, Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavsın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.
İlm-i cifirle mânâsı:
"O Gavs'ın müridi olan Said el-Kürdî, Rusya'da esaretle Asya'nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid'anın eliyle Asya'nın garbına nefyolunarak kaldığı miktarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeye mecbur olduğu zaman, Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdat etmişim ve istimdadına yetişmişim." Evet, Hazret-i Gavs'ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (r.a.), üç sene esaretle Asya'nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat ederek çok şehirleri gezip Gavs'ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.
İlm-i cifirle mânâsı:
"Bediüzzaman Molla Said" namıyla yâd olunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: "Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve mücahedatımı gösteren makalâtımı söyle. Yani, nazmımdan murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır."
"Bin üç yüz otuz ikide o Sözler ile mücahedeye başla. Sen inayet-i
İlâhiyenin hıfzındasın."
Evet, ilm-i cifirle "Molla Said"i gösterdiği gibi,
zı ile Risaletü'n-Nur'u gösterir. Ve mî ile hem Mektubatı, hem
gösterir. "Kelimat" Sözler demektir.
bin üç yüz otuz ikiyi gösterir.
O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte İşârâtü'l-İ'câz tefsirinin neşriyle
mücahedeye başlamış.
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin işârâtını teyid eden üç remiz
Birinci remiz: ilm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin
üç yüz otuz altıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, "Bu tarihte, istikbalde
gelecek müridini emr-i İlâhî ile muhafaza ederek" diyor. Evet, bu biçare Said
dahi diyor: Nev-i beşere gelen en büyük bir musibet, Harb-i Umumî hengâmında, çok
tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs'ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel
harika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere
mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis'in sukutunda, bir miktar
talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el
ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra,
taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar,
üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi
görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile
istirahat-i kalb içinde muhafaza edildim.
Bunun gibi müteaddit tehlikede Hazret-i Gavs'ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.
İşte bu fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret
ettiği gibi, bu fakirin etrafında hizmet-i Kur'âniye işinde toplanan arkadaşlarımdan
dokuz talebesini
ismi ile işaret ediyor.
fıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek
ikincisi
ve bu cümle
şedde sayılmazsa bin üç yüz
kırk dört eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden bir himayet-i
gaybî ile mahfuz kaldığımı
ilân ediyorum.
İkinci remiz:
fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefyolduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:
Şu fıkranın hakikî tâbiri oluyor. Demek zaman-ı esaret
de çıkıyor. Ve bin üç yüz otuz yedi ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i Arabîde Rus
esaretinde, tek başımla Petroğra'dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok
enva-ı mehâlik varken, Rusça bilemediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek
çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarikiyle İstanbul'a gelip
uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, o esaret-i şarkiye
ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlâhî ile istigaseme medet görüyordum.
Demek izn-i İlâhî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.
Amma kaydı, tarih-i Arabî olarak bin üç yüz elli bir, meşhur
Rumî tarihiyle iki sene fark var. İşte, Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, bu fakir,
tarih-i Arabî ile bin üç yüz elli birde, şeâir-i İslâm içinde mühim tahavvülât
zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o
mânevî hercümerçteki fırtınalar bizi sarsmadı.
Hem kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin iki yüz doksan iki eder ki, bu
fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel; veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle
beraber,
bin üç yüz on dört eder. Bin üç yüz on dört senelerinde
mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (r.a.) işaret ediyor, onun
imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki, bin üç yüz on
dört, bin üç yüz on beş-on altı senelerinde, Van kalesi ki, iki minare
yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in
kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike
yüzde yüz... Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış
gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem
beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı
İlâhî, harika bir imdad-ı gaybî telâkki ettik.
İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acip ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.
Elhasıl: Hazret-i Gavs'ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları mânâsıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işârâtın kuvvet-i kat'iyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi bir keramettir; keramet ise, mucize gibi, Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev'indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir; ihtiyar-ı beşer yetişemez.
... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ...
Said Nursî
Lâtif bir tefe'ül
Şeyh Sa'di-i Şirâzînin Bostan'ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık, tefe'ül bu çıktı:
Meâli: Yani, "Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın."
Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tâbire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız, ebedî Kur'ân cennetindendir, ondan gelmiştir.
Mehmed, Tevfik, Galip, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (r.a.)
Gavs, meşhur kasidesinde, sarahat derecesinde bizlerden, yani hizbü'l-Kur'ân'dan haber verdiği gibi, daha birkaç yerde, yine işârî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında Mecmuatü'l-Ahzab'ın 563'üncü sayfasında, yine o mâlûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:
"Garpta beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim." Evet,
doğrudur. Arabî tarihle bin üç yüz otuz dokuzda, müthiş bir burhan-ı ruhî ve
dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim
sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs'tan istimdat eyledim. Bir-iki yerde
bahsettiğim gibi, Fütuhü'l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma
yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, biçare Saidü'l-Kürdî olduğunu
meşhur kasidesinde kat'î gösterdiği gibi, bu kasidede de
den murad olur. Çünkü
ebced hesabıyla bin üç yüz otuz
dokuz eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul'da idim.
makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesapta
lâfzı dahil olmaz. Çünkü
zamanı gösteriyor
cümlesi o müphem zamanı tayin ediyor.
Hem ezcümle, Mecmuatü'l-Ahzab'ın ikinci cildinin 379'uncu sayfasında Hazret-i Gavs'ın "Virdü'l-İşâ" namındaki münâcâtında şu fıkra var.
İşte Gavs'ın şu fıkrası, âyetinin bir
nev'i tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve on
dördüncü asırda âyetin külliyetinde dahil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae
ettiğine müteaddit emareler var. Âyetin külliyetindeHAŞİYE 3 tevafuk
sırrıyla
kelimesinde bu zamanının en büyük şakîlerinden üçüne
cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasten murad olduklarına emaredir,
belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs, bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış.
Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde
kerametkârane bahsettiği fitne-i âhirzaman içindeki şakirtlerini görüp, o zamanın
şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcâtında dahi o kasidenin
meâline bakıyor.
Şu fıkra-i Gavsiyede bir ima var. Buradaki "Said" lâfzında, meşhur
kasidesindeki kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi,
fıkrasıyla,
kendisinden sonra vuku bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütüphaneleri
Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgû felâketini haber vermekle beraber, Hülâgû gibi
ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi mezkûr âyete istinaden haber veriyor.
Evet, fıkrasıyla Hizbü'l-Kur'ân'a işaret ettiği gibi,
fıkrasıyla
ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgû ve vüzerası gibi davranan bazı malûm
insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk
ediyor, gösteriyor.
Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise, delâlet denilmez; fakat hafî bir ima olur. Eğer, iki cihet ile aynı meseleyi tevafuk gelse, imâdan remiz derecesine çıkar. Eğer, iki-üç cihetle aynı meseleye gelse işaret olur. Eğer, meâni-i elfaz işârât-ı harfiyeye münasip gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o mânâya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı-yedi vecihle tevafukla beraber, mânâ-yı kelimat, işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hâle de mutabık olsa o delâlet o vakit sarahat derecesine çıkar. İşte bu düstura binaen, Şeyh-i Geylânî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizbü'l-Kur'ân'dan bahsettiği gibi, Virdü'l-İşâ münâcâtında dahi mezkûr âyete istinaden hizbü'l-Kur'ân'ın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.
Gavs-ı Âzamın istikbalden haber verdiği nev'inden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed Câmi dahi İmam-ı Rabbânî (r.a.) olan Ahmed-i Farukî'den haber verdiği gibi, Celâleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vâkıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahate yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece müphem mutlaktır; fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o müphem ihbar-ı gaybîyi, bil'istihkak kendilerine almışlar. Meselâ, Ahmed Câmi (k.s.) demiş ki: "Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimidir." Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânînin (k.s.) büyüklüğü ve taşahhusu, o haber-i gaybîyi kat'iyen kendine almış. Hazret-i Mevlâna Celâleddin-i Rumî de (k.s.) Nakşibendîden müphem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil'istihkak kendilerine almışlar.
İşte bu kerametkârâne ihbar-ı gaybî nev'inden Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, Hizbü'l-Kur'ân'dan işârî bir surette haber verdiği gibi, hizbü'l-Kur'ân'ın bir hadimi olan bu biçare Said'i (r.a.) iki yerde sarahaten haber veriyor. Müphem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki:
Bu biçare Said, makam sahibi olmamışken ve büyük değilken ve mutlak tâbiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u İlâhî ile, büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Adeta bir nefer iken, müşîriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs, öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp, sarahat derecesinde parmağını onun başına basıyor.
Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok harika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazan tesadüfe, bazan da başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki, o harikalar, Gavs-ı Âzamın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nev'inden, bir nev'i inayet-i İlâhiyeye mazhar olmuşuz.
Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul'a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur'âniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde, "Meşihat dairesi ne haldedir?" diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki, ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: "Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel'abegâhıdır." İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok; kemal-i me'yusiyetle ah vah diyerek dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli ahları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî'nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes "Vâ esefâ" dedi; ben ve benim gibi yananlar, "Elhamdü lillâh" dedik. Zannederim ki, bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren Adliye dairesindeki yangında böyle bir mânâ var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazan sudan ziyade temizlik yapar.
Hakikatli bir lâtife: Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: "Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez."
Sual: Gavs-ı Âzam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
Elcevap: 1
âyetiyle,
âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârâne bir hüsn-ü edep takınmak için, tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretlerle, remizle anlaşılsın ki, ihtiyarsız, niyetsiz bir surette tâlim-i İlâhî olmuştur. Çünkü istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi, niyetle de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam ediyor.
Hazret-i Gavs'ın Keramet-i Gaybiyesini teyid eden bir âyetin işârâtındaki bir nükte-i i'câziyedir.
Kur'ân'dan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur'ân-ı Hakîmin bir nevi,
müstakim tefsiri ve hakaik-i imâniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan, o
risaleler ve sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur'ân'a ve hakaik-i imâna
aittir. Madem öyledir; bilâ-perva derim ki: 3
sırrıyla, Kur'ân'da elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet
var. Kur'ân o tefsirine hususî bakıyor. Çünkü, âyât-ı mühimmeden Sûre-i
Hûd'daki
HAŞİYE 1
4
âyeti bulunan sayfanın karşısında 5
âyeti, fâ-yı atıf hariç olarak
makam-ı ebcedîsi bin üç yüz
ikidir. Demek
deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz
müstakim efradları içinde, o bin üç yüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette
istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek on dördüncü asırda
Kur'ân'dan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi
gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.
Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda
şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesb etmek çok uzaktır. Demek, şahsî
istikamet değil. Öyleyse, o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur'âniye, o
asırda istikamette imtiyaz kesb edecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde,
müstakimler içine ithali, o imtiyaza remzeder. Madem hakikat budur, ben kat'î bir
surette itiraf ediyorum ki, hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sakametten
kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat 6
sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üç yüz iki tarihi ise-Arabî
tarih itibariyle olsa-Kur'ân okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve-Rumî
tarihi hesabıyla-ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyleyse, o ima edilen ferd
olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakim ve istikametsiz olan bir ferde
istikametle ima edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine ithal edilse, elbette
o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine imadır. Ve o âsârın istikameti, o
tarihte başlayıp dalalet yolları ve zulümat tarikleri içinde sırat-ı müstakîmi
gösterecek,
emrini imtisal edecek demektir. Evet, lillâhilhamd Risale-i
Nur eczaları Kur'ân'ın bu mucizane ima-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.
Şu âyetin gizli imasına 7
âyeti teyid ediyor. Çünkü
deki şeddeli nun bir
sayılsa, tam evvelki âyete tevafuk ile, hizbü'l-Kur'ân'ın faaliyetine vasıta olan
bir hâdiminin Kur'ân okumaya başladığı bin üç yüz iki tarihine, iki fark ile
tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa, bin üç yüz elli
eder ki, bu tarihte Kur'ân'dan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün
kuvvetleriyle Kur'ân'ın hizmetlerine çalışan, hizbü'l-Kur'ân'ın faaliyeti ve
dalâlet ve zındıkaya mânen galebe ettikleri bir zamana tevafuku ise, istikbalde tam
galebelerine bir ima-i gaybîdir.
Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak."
Elcevap
Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.
Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecekten murad, Allah'a iman kalkacak demek değildir;HAŞİYE 2 belki Allah'ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denilmezse kıyamet-i kübrâ kopacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir.HAŞİYE 3
İlm-i cifirle mânâsı: "Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşaallah, senin herşeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufûliyet zamanından, tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar, yani bin iki yüz doksan dörtten, tâ bin üç yüz kırk beş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah'ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim."
Said Nursî