![]() ![]() ![]() |
Dördüncü Şua - s.873 |
Mânen ve rütbeten Beşinci Lem'a ve sureten ve makamen Otuz Birinci Mektubun Otuz Birinci Lem'asının kıymettar Dördüncü Şuâı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.
İHTAR: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak, başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede Birinci Mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde, mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez...
Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur'un teselli ve medet edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena o bekayı söndürüyor. O hâletimde yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekası, hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.
Meyusâne başımı eğdim. Birden âyeti imdadıma geldi, dedi:
"Beni dikkatle oku." Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakîn
sûretinde inkişaf eden çok kıymettar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz
nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn
ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur'a havale ediyorum.
BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan
kemâl-i mutlak sahibi Zât-ı Zülkemâlin ve Zülcemâlin bir isminin bir cilvesinin
mâhiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın varlığına
ve kemâline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu
şaşırmış, gölgeye yapışmış, aynanın bekasına âşık olmuştu.
geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki, bekanın
lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâk-i Zülkemâlin bekasına ve
benim Rabbim ve İlâhım olduğuna imanımda ve iz'ânımda ve îkanımda vardır.
Çünkü onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira "Benim
mâhiyetim hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur; daha ölmez" diye şuur-u
imanî ile takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemâl-i Mutlakın varlığı bilinmekle, şedit ve fıtrî olan muhabbet-i Zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedînin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imanî ile kâinatın ve nev-i insanın kemâlâtı bilinir ve bulunur. Ve kemâlâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imanî ile o Bâki-i Sermedîye bir intisap ve o intisabın imanıyla umum mülküne bir münasebet peydâ olur. Ve o münasebet-i intisabî ile, hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, mânen istifade eder.
Hem şuur-u imanî ile ve intisap ve münasebetle umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peydâ olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemâlâta karşı bir uhuvvet peydâ olur. O halde Bâki-i Sermedînin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemâl mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsinle merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemâlâtı o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın-ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum
Dördüncü Şua - s.874
-onların mes'udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm. Çünkü, bir samimi dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemâlin bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ve ashabı olarak, umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in'ikâs edip saadetlendirdiğini zevk ettim.
Hem o şuur-u imanî ile, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünkü, hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim, başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve mânevî akrabalarım, Bâkî-i Hakikînin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imanî ile hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz'î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi, ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imanî ile, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resâil-i Nur dahi ziya'dan, mahvdan, faydasız kalmasından ve mânen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar, bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim; kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir mânevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünkü, iman ettim ki, Bâkî-i Zülkemâlin bekası ve varlığıyla, Resâilü'n-Nur yalnız insanların hafızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor. Belki, hadsiz zîşuur mahlûkatın ve ruhânîlerin bir mütalâagâhları olmakla beraber, rıza-i İlâhîye mazhar ise, Levh-i Mahfuzda ve elvâh-ı mahfuzada irtisam ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur'ân'a mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşaallah marzî-i İlâhî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbâniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymettar bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resâilin hakaik-ı imaniyeyi ispat eden herbir
risalenin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeye her vakit hazır
olduğumu ve saadetimi onların Kur'ân'a hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde, beka-i
İlâhî ile, yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire
mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle
dedim.
Hem o şuur-u imanî ile, ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i
Zülcelâlin bekasına ve vücuduna iman ve imanın a'mâl-i saliha gibi neticeleri, bu
fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim.
Meyvedar bir ağaca inkılâp etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi, ben de o
bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmaya nefsimi
kandırdım. Nefsimle beraber "Onun bekası bize
yeter" dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyetle toprak perdesinin arkası
ışıklanmasını ve ağır tabaka*i türâbiye dahi ölülerin üstünden kalktığını
ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını
ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle dedim.
Hem gayet kat'î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki,
fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka, Bâki-i Zülkemâlin bekasına,
varlığına iki cihetle bakarken, enâniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış,
aynasına perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli
aşk-ı beka, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak
bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş. Ve
muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebep iktiza
etmeyen kemâl-i Zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken, sâbıkan beyan ettiğimiz ve
herbirisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye ve
beka feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî
aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi bütün zerrât-ı vücûdumla
diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlâhîyi bulan o şuur-u
imanî-ki bir kısım meyvelerine sâbıkan "Hem... Hem... Hem"ler ile işaret
ettim-bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin
kalbimle nefsimle beraber
dedim.
Dördüncü Şua - s.875
İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim
içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde
dedim: "Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O
bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?" diye
âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki:
"İntisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultana istinad edersin ki, zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir; ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesaire taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî târifeleri içine sarıp, muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı kâf-nûn fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur'ân der: 'Bir emirle yapılır.' Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzâk-ı Kerîm onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin."
Ben de, âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldum ki, değil
şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî
hissederek bütün ruhumla dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir
nokta-i istimdat için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki:
"Sen memlûkiyet ve ubûdiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerîme mensup ve iaşe defterinde mukayyetsin ki, her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten, umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzâk-ı Rahîmin küllî ve cüz'î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlakın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştah olur."
Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber "Evet evet, doğrudur" deyip
mütevekkilâne
3
dedim.
ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı
kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet
olduğumu iman telkin ettiği hengâmda "of, of"tan vazgeçtim "oh,
oh" dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku
ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahvâl ve
a'mallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan
insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir
Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle
olabilir diye düşünüp, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren
bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını ve kalbin
itmi'nanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: daki
ya
dikkat edip seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile kimler Hasbûna'yı
söylüyorlar, dinle" emretti.
Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve
hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar
dahi benim gibi lisan-ı hal ile in mânâsını yâd ediyorlar ve
yâda getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri
var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi
katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden
kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz
bin nev'ini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız,
süslü,