![]() ![]() ![]() |
Yedinci Şua - s.918 |
Geçen İkinci Makamın Birinci Babındaki on dokuz adet mertebelerin şehadet eden hakikatlerinin herbirisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-u vücuda delâlet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat başta, sarîhan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-u vücudun delilleri sayılmış.
İkinci Makamın İkinci Babı ise, başta ve sarahatle vahdet-ve içinde vücudu-ispat
ettiği haysiyetiyle, tevhid burhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder.
Farklarına işaret için, Birinci Babda 1
İkinci Babda, vahdet görünür gibi zuhuruna işareten
2
fıkraları tekrar ediliyor.
Gelecek İkinci Babın mertebelerini Birinci Bab gibi izah etmeye niyet etmiştim. Fakat bazı hallerin mümânaatiyle ihtisara ve icmale mecburum. Hakkıyla beyan etmeyi Risale-i Nur'a havale ediyoruz.
Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
"Gel, Vâcibü'l-Vücud Hâlıkımızın vahdet burhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz."
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesnde istilzam edip isterler.
BİRİNCİ HAKİKAT
Ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur'ân'ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.
İKİNCİ HAKİKAT
Rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî
Yedinci Şua - s.919
tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir burhan-ı kat'îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz'iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz'î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur'ân'ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey'âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT
Kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mucizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel'abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat'î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ HAKİKAT
Hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet
faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir
şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul
bulur. 3
âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusunda ve nebatat
fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u
Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî
emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir
hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü
4
âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar,
karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa,
intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât
kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle
bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz'î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz'î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur'un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.
İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhud
derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle 5 dedi. Ve bu menzilden
Yedinci Şua - s.920
aldığı derse bir kısa işaret olarak, Birinci Makamın İkinci Babında,
denilmiştir.
Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
"Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
"Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyleyse, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve burhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
"Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyleyse haydi ileri!" diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef'âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.
Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur'un müteaddit yerlerinde burhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden,
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kabil-i af olmadığını, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan azîm tehditle
ferman ediyor.