![]() ![]() ![]() |
Sekizinci Şua - s.939 |
Hem sair işârâtın karinesiyle, hem Mektubat'tan sonra Lem'alara, başka bir tarz-ı
ibare ile îma ederek Lem'aların en parlağının telifi dehşetli bir zamanda ve hapis
ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mânâyı mecazî ve mefhum-u
işârî ile Hazret-i Ali (r.a.) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin
hesabına istimal ederek yani, "Yâ Rab, beni kurtar, emân ve emniyet ver"
diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi
içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem'anın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle
kelâm-ı zimnî ve işârî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali
(r.a.) dahi bundan, ona işaret eder.
Hem Otuzuncu Lem'a namında ve altı nükte olan risale-i esmâya bakarak deyip
sair işârâtın karinesiyle, hem Yirmi Dokuzuncu Lem'aya takip karinesiyle, hem ikisinin
isimde ve esmâ lâfzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı
bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi bereketiyle teselli ve
tahammül bulmasına ve mânâ-yı mecazî cihetinde Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.)
lisanıyla kendine dua olan
yani "İsm-i Âzam olan o esmâ risalesinin bereketiyle
beni teşettütten, perişaniyetten hıfz eyle yâ Rabbi" meâli, tam tamına o
risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm-ı mecazî delâlet ve İmam-ı
Ali'nin (r.a.) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.
Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.
Ve madem Kur'ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur'ân hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir.
Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur Celcelûtiye'nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.
Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.
Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Siracü'n-Nur'dan, zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem'alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.
Ve madem başta,
risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillâh Risalesine baktığı gibi, kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem'alara ve Şuâlara, hususan bir âyetü'l-kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem'a-i harika-i Arabiye ve risale-i esmâ-i sitte ve risale-i işarât-ı huruf-u Kur'âniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve Asâ-yı Mûsâ gibi, dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü'l-Kübrâ namını alan risale-i harikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.
Ve madem, birtek meselede bulunan emâreler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.
Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki
meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat'tan bir kısmına ve
Lem'alardan en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, cümlesiyle Otuzuncu Lem'aya, yani
müstakil Lem'alardan en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine tahsin ederek bakıyor ve
kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem'ayı takip eden İşarât-ı Huruf-u Kur'âniye Risalesine
takdir edip işaretle tasdik ediyor.
kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Âsâ-yı Mûsâ
gibi harikalı en kuvvetli burhan olan mecmua risalesini senâkârâne remzen gösteriyor
gibi bir tarz-ı ifadeden bilâperva hükmediyoruz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem
Risale-i Nur'dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mânâ-yı hakikî ve mecazî ile
işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi
varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi
kalmaz zannediyorum. Buradaki mânâ-yı işârî ve medlûl-u mecazîlere karinelerin en
güzeli ve lâtifi, aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ,
yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i tâdâdda Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz
Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimlerle ve başta Sözlerin başı olan
Birinci Söze, aynı besmele sırrıyla ve âhirde şimdilik risalelerin âhirine,
mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat
çok güzeldir ve letafetlidir.
Sekizinci Şua - s.940
Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki, Risale-i Nur'u senâdan maksadım, Kur'ânın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasârettir. İşte bu hâlet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur'un doğru ve hak olduğuna lâtif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye, Süryanice "bedi" demektir. Ve bedi' mânâsındadır. İbareleri bedi' olan Risale-i Nur, Celcelûtiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde, bana verilen "Bediüzzaman" lâkabı benim değildi. Belki Risale-i Nur'un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanice bedi' mânâsında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur'un hem ibare, hem mânâ, hen isim noktalarıyla bedîliğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.
SEKİZİNCİ REMİZ
Bu remzin beyanından evvel en mühim, iki suale cevap yazılacak.
Birinci sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur'ân'ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Âzamın teveccüh ve tebşirine veçh-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur'a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermenin hikmeti nedir?
Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velâyet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur'a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur'ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü'min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur'âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü'minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü'minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
İkinci sual: Keramet izhar edilmezse daha evlâ olduğu halde, neden sen ilân edersin?
Elcevap: Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki, Kur'ân'ın i'câz-ı
mânevîsinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i
imana bir ikram-ı Rabbânî ve in'âm-ı İlâhîdir. Elbette mucize-i Kur'âniye ve onun
lem'aları izhar edilir. Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i
nimettir. 2
âyeti izharına emreder.
Benim için medâr-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum.
Sekizinci Şua - s.941
Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mucize-i mâneviye-i Kur'âniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden, i'câz-ı Kur'ânî hesabına izhar ederim. Bütün kıymet, bir mucize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'dadır. Hattâ, eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise, Kur'ân'ın malıdır ve mânâsıdır.
Bu remizde hususî kanaatimi teyid eden ve kendime mahsus çok emare ve karineler var. Fakat başkalara ispat edemediğimden yazamıyorum. Yalnız iki-üçüne işaret etmeye münasebet gelmiş.
Birincisi: Ben Celcelûtiye'yi okuduğum vakit, sâir münâcâtlara muhalif olarak, kendim bizzat hissiyatımla münâcât ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklitkârâne olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki, o hâlet, bu münasebetten ileri gelmiş.
İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta
ve ortalarında
ve âhirde
bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Halbuki, zâhirinde yalnız bir münâcâttır.
Hattâ İmam-ı Ali'nin (r.a.) hakikat-feşan sair kasideleri ve ilmî başka
münâcâtları gibi, esrar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususî
kanaatım şudur ki: Celcelûtiye, madem Risale-i Nur'u içine almış ve sinesine basıp
mânevî veled gibi kabul etmiş, elbette fıkrası ile kendi hazinesinin
bir kısım pırlantalarını âhirzamanda neşreden Risale-i Nur'u şahit gösterip
Celcelûtiye'yi bir hazine-i ulûm ve bir define-i ilmiyedir diye bihakkın medh ü senâ
edebilir.
Üçüncüsü: Malûmdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim birtek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) fıkrasıyla Risale-i Nur'u
tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle
gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder. Otuz iki veya
otuz üç adet isimlerde iki defa
kelimesini tekrar eder. Biri,
yirmi yedincide
diğeri, otuz birde
der.
İşte Risale-i Nur'un Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat
namındaki risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu
münâcâtla mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeyilleri bulunması ve
o zeyillerin birisi Yirmi Yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli ve diğeri Otuz Birinci
Sözün kıymettar zeyli olması ve o iki zeyl risalesinin müstakil mertebe ve
numaraları bulunmaması ve kelimesi dahi aynı yerde, aynı mânâda tevafuk etmesi bana
iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) tebeî
bir mânâ ile ve işârî bir mefhumla Risale-i Nur'a, hattâ zeyillerine bakmak için
öyle yapmış. Daha çok karineler ve birer Söze işaret eden münasebetler var. Fakat
gizli ve ince olduklarından zikredilmedi.HAŞİYE