Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1377

İşte şu merak-ı mârifetten, sahib-i tılsımın muhabbeti neşet etti. Ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Lâkin meyveleri ayrı ayrı çok ağaçların meyveleridir. O vakit tamamen korkusu zail oldu ve o vakit anladı ki, bunda bir tılsım var. O tılsım bunlara hükmediyor. Zira, mümkün değil, bu incir ağacı böyle çok ağacın meyvesini versin. Belki o ağaç, liste ve fihristedir. Gizli olan hâkimin bostanına, hem o melik-i kerîmin misafirlerine ihzar ettiği çeşit çeşit et'imeye işaret eder. Ve o taamların nümuneleridirler.

Onun bu muhabbetinden, tılsımı açmak talebi ve tılsım sahibini razı etmek arzusu neş'et etti. Birden miftah ona ilham edildi. O da nida etti ki: "Sana itimat ediyorum ve herşeyi senin için terk ediyorum ve yalnız seninim ve seni istiyorum" dedi.

Birden kuyu duvarı yarıldı. Şâhâne ve nezih bir bahçeye bir kapı açıldı. Arslan ve yılan da iki mutî hizmetkâra dönüp, onu o bahçeye girmek için davet ettiler. Hattâ o arslan kendisine musahhar bir at mesabesine döndü.

İşte, ey hayal arkadaşım, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene et:

Evvelki bedbaht, her vakit yılanın ağzına girmeye muntazırdır. Şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar bir bahçeye davet edilir.

Hem evvelki bedbahtın, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Bu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı ve mahbub bir havf ve şevk ve mârifet içinde garaibi seyrediyor.

Hem o bedbaht, vahşet ve yeis içinde azap çekiyor. Şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.

Hem o bedbaht, vahşî canavar düşmanların hücumlarına maruz bir mahpus hükmündedir. Şu bahtiyar bir aziz misafirdir ki, misafir olduğu melik-i kerîmin acip hizmetkârlarıyla ünsiyet ediyor.

Hem o bedbaht, zehirli leziz yemişleri yemekle azabını tâcil ediyor. Zira o meyveler asıllarına müşteri olmak için nümunelerdir. Tatmaya izin var; hayvan gibi yemeye izin yoktur. Şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder. Ve intizarla telezzüz eder.

Eğer bedbaht kardeş olmamak ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle, mutî ol, ona yapış ve itaat et.

Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaiki fehmettinse, hakikati ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini de sen istihrac et.

Bak: O iki kardeş, ruh-u mü'minle ruh-u kâfirdir; kalb-i salihle kalb-i fâsıktır. O iki tarik ise, tarik-i Kur'ân ve imanla tarik-i isyan ve tuğyandır. O yoldaki bostan ise, cemiyet-i beşeriye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki, şer ve hayır, çirkin ve güzel karışıktır. O sahrâ ise, arz ve dünyadır. O arslan ise, ölüm ve eceldir. O bi'r (kuyu) ise, beden-i insan ve hayattır. O altmış arşın derinlik ise, vasatî ve ömr-ü galibi olan altmış seneye işarettir. O ağaç ise, müddet-i ömürdür. O beyaz ve siyah iki fare ise, gece ve gündüzdür. O ejderha yılan ise, ağzı kabir olan âlem-i berzaha giden yoldur. O haşerat-ı muzırra ise, beliyeler ve musibetlerdir. O ağaçtaki yemişler ise, niam-ı dünyeviyedir ki, niam-ı uhreviyenin listesi ve ihzar edici müşabihleri, müşterileri meyve-i Cennete davet eden nümuneleridir. O ağaç, birliğiyle beraber başka başka yemişler vermesiyle, sikke-i kudrete ve hâtem-i rububiyete ve turra-i ulûhiyete işarettir. Çünkü, birşeyden herşeyi yapmak, bir topraktan, bütün meyveleri yapmak; bir sudan bütün hayvanları halketmek, bir basit gıdadan bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; hem herşeyi birşey yapmak, bir zihayatın yediği gayet mütebayin taamlardan bir lâhm-ı mahsus (et) ve bir cild-i basit nescetmek (dokumak) gibi san'atlar, ehad ve samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusasıdır, taklit edilmez bir turrasıdır. O zehirli bir kısım meyveler ise, lezaiz-i muharremedir. O tılsım ise, sırr-ı imanla açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. O miftah ise, f01223.gif (994 bytes) ve f01224.gif (1209 bytes) ve

1f01225.gif (1571 bytes) kelimeleridir.

O su'ban ağzının, yani yılan ve ejderha ağzının bostan kapısına inkılâbı, kabre işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet ve tuğyana, vahşet-i nisyan içinde, zindan gibi bir berzah ve su'ban batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'ân ve imana, dehliz-i cinandan rahmet-i Rahmân'a ve zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya


Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1378

açılan bir kapıya döner. Ve o müthiş arslanın mûnis bir hizmetkâra ve musahhar bir ata dönmesi ise, mevte işarettir ki, mevt ile ehl-i dalâlet bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedî içinde, kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyelerinden ihraç; ve vahşet ve infirad içinde zindan-ı mezara ithal olundukları halde; ehl-i hidayet ve Kur'ân için, o mevt müştak oldukları ahbaplarına visal ve hakikî vatanlarına vusûl; ve zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana davet ve Hannân, Mennân, Deyyân ve Rahmân'ın rahmetinin fazlından, hizmetlerine mukabil ahz-ı ücret etmelerine vesiledir.

Elhasıl: Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zahiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bakiyeye müteveccih olan zat ise, saadet-i dâreyne mazhardır.

2f01226.gif (1971 bytes)


Üçüncü ders

f01227.gif (1380 bytes)

3f01228.gif (1986 bytes)

Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, Müslümanları ecanib tarzında hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lû'b ve hevâ içinde bir lehivden başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dariesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habisat dairesinde duhule teşcî ediyorsun?

Ey müvesvis! Bilir misin, misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki, arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez.

Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır, muslih tavrını takınır, müthiş bir vaziyete düşmüş biçare bir adama ders verir. Bazı müzahrafatı ve aldatıcı hevesatı ve bazı lehviyatı irae etmekle o biçare adamı baştan çıkarmak ister. Çare-i necat taharrî etmez.

İşte o adam, şöyle bir vaziyettedir: Arkasında, her an ona hücuma müheyyâ bir arslan duruyor. Önünde, bir darağacı dikilmiş onu bekliyor. Sağ tarafında, derin bir yara açılmış. Sol cânibinde, müz'iç bir çıban, cerahat akıttırıyor. Şu vaziyetle beraber, mühim bir sefere sevk ediliyor. Şu adam ise, bu müvesvisin tamamen zıddı olan bir hayırhah zâtın irşadıyla iki ilâcı elde etmiş. Eğer güzelce istimal etse, o iki cerahat, iki adet râyihalı gül olur.

Hem o mübarek zatın işaretiyle iki tılsım bulmuş, kalb ve lisanına takmış. Eğer güzelce istimal etse, o müthiş arslan, musahhar bir ata döner ve ona biner, bir Kerîm-i Rahîmin ziyafetine gider. O darağacının ipi dahi, seyir ve tenezzühe âlet ve salıncak olur.

Halbuki, şeytan, onu sarhoş etmek ister. O müthiş vaziyette iken, şeytan-ı insî o adama der ki: "Bırak bu tılsımları, at bu ilâçları, gel keyf edelim. Beraber oynayalım. Şu lezaiz ve güzel suretlerden istifade edelim, ömrümüzü hoş geçirelim."

Diğer mübarek zat kendine diyor ki: "Ey çare-i necatı bulmuş musibetzede adam! Şu boşboğaza de ki: İlâçların hıfzı ve tılsımların muhafazası lâzım. Kerîm-i Rahîmin müsaade ettiği daire-i meşrua keyfime kâfi, lezzet-i hayatıma vâfidir. Hem hakikî lezzet ve saadet şu daire haricinde mümkün değildir.

"Hem de ki: Bu ölüm arslanını öldürmek ve firak ve zevali izale etmek ve acz ve fakr yaralarını beşerden kaldırmak çaresini bulmuşsan, yani dünyayı Cennete ve arz-ı fâniyeyi arz-ı bakiyeye tebdil ve acz-ı mutlak-ı beşeriyi bir iktidar-ı mutlakaya tahvil ve nihayetsiz fakr-ı beşeriyi bir gına-yı mutlakaya kalb etmek çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa çare-i necatını bırakıp sana aldanacak, senin gibi bir sarhoş lazım ki, gülmeyi ağlamaktan, bekayı fenadan, derdi dermandan, hevâyı hüdâdan fark ve temyiz etmez olsun. Ben ise, o mübarek zatın sözünü dinlerim.

4f01229.gif (1383 bytes) der, tılsım ve ilâçları hıfzederim ve hırz-ı can ederim."

Eğer şu temsilin sırrını anlayıp hakikatin suretini görmek istersen, dinle:

Şu dalâlet-âlûd ve sefahetperver medeniyetin şakirtleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acip ihrasat ve pek garip tefer'unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiselerle, Müslümanları, ecnebîlerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki, her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş'ar vardır.

Kur'ân-ı Hakîmin tilmizleri ise, bunlara mukabele edip derler ki: "Ey dalâlete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz! Zira, ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye, yüksek sadalarıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.


Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1379

5f01231.gif (1520 bytes)    6f01230.gif (1467 bytes)

âyetlerini kıraat ediyorlar. Ve beşerin başında dört-beş cihette, herbiri birer melek-i ra'd gibi naralarıyla beşeri ikaz edip Kur'ân'a davet ederlerken, sizin vesveseleriniz bunlara nisbeten sivrisinek sadası gibi kalır."

Evet, hakikat-bîn göz sahibi böyle mukabele eder. Der ki: "Arkama bakıyorum, görüyorum ki, ecel arslanı arkamda duruyor. Daima beni tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur'ân sadasını dinlesem, o arslan güzel bir ata, o firak ise buraka dönerler. Beni rahmet-i Rahmân'a vusule ve Seyyid-i Kerîmimin huzuruna îsâle vasıta olurlar. Yoksa, yırtıcı birer canavar ve beni bütün sevdiklerimden ebedî firakla tefrik edici birer esed hükmünde kalırlar.

Sonra önüme bakıyorum, görüyorum ki: Gece-gündüz dönmesinden, fena ve zevalin âlâtı sallanıyor.

Hem o fusul ve usurun emvacından firaklar ve helâketten zevaller temevvüc ediyor. Şu âletler, beni ve hem bütün sevdiklerimi mahvetmek için dikilmiş bir darağacı görünüyor. Eğer sem-i îkan ile irşad-ı Kur'ânîyi dinlesem, o müthiş âletler, salıncak ve merakibe ve seyir ve tenezzühe dönerler ki, dünya denizinde, zaman selinde, hayal ve akl-ı beşer onlara biner. Cenab-ı Kadîr-i Zülcelâlin tecelliyat-ı şuunat-ı san'atını müşahede ederler.

Evet, Kur'ân gösterir ki, şu mevcudat-ı seyyale, Hâlık-ı Zülcelâlin esmâ-i hüsnâsının aynaları ve kalem-i kudretinin elvah-ı mütehavvilesidir. Bunların tahvilinden, teceddüd-ü san'at-ı Rabbaniye ve cilve-i cemal-i mücerred-i esmâ-i İlâhî müşahede edilir. Merâyânın tebeddülünde, cemal-i esmâ tazelenir.

Sonra sağ tarafıma bakıyorum, görüyorum ki: Nihayetsiz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaçtan dehşetli bir çıban duruyor. Zira, en âciz bir hayvandan daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakir olduğum halde, dünya kadar ihtiyacatım var. İktidarım ise, bir serçe kuşunun faaliyetinden çok aşağıdır. Eğer Kur'ân-ı Kerîmin şifa-i kâfisine itimat ederek tedavi etsem, o elîm müz'iç fakr, rahmetin ziyafetinden gelen leziz bir şevke ve semeratından gelen lâtif bir iştaha döner. Şu acz ve fakrın lezzeti, istiğna ve kuvvetten gelen lezzetin fevkinde bir lezzet verir. Yoksa o fakr, gayet müz'iç elemli zillet ve tezellüle vasıta bir yara olarak kalır.

Sonra sol tarafıma bakıyorum, görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neşet eden derin bir yaram var ki, o mutlak aczimle, kalb ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir. Şu elem ise, lezzet-i hayat-ı dünyeviyeyi cidden izale eder. Eğer teslimiyetle Kur'ân-ı Kerîmin dersini dinlesem, o aczim, bir tezkereye döner. Beni, sırr-ı tevekkülle, öyle bir Kadîr-i Mutlaka istinada davet eder. Ve öyle bir nokta-i istinadı buldurur ki, o noktada bütün a'dâdan emn ü emânı temin eder. Evet, emr-i kün feyekûn'e mâlik ve bütün eşya ona musahhar ve hâdim olan bir Sultan-ı Cihana acz tezkeresiyle istinad eden adam, ne gibi şeyden perva eder? Yoksa müthiş aczimle, merhametsiz ve hadsiz düşmanlar içinde pek çok ıztırap çekmeye mecbur kalacağım.

Hem halime bakıyorum, görüyorum ki: Ben misafirim; uzun bir sefere sevk ediliyorum. Yolum kabir, berzah ve haşir üstünden geçip ebedü'l-âbâda kadar gider. O karanlık yolda, zâd ile ziya ister. Halbuki, Kur'ân haricinde hiçbir akıl ve hikmet ve hiçbir ilim ve felsefe, o yolun zulümatını izale edecek bir nur ve o uzun sefere zâd olacak bir rızk vermiyor. Ancak onu ışıklandıracak yalnız şems-i Kur'ân'dan iktibas edilen ziyadır. Ve o sefere zâd olacak yalnız hazine-i Rahmân'dır. Ve delâlet-i Kur'ân ile ahzedilen gıdadır.

Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Tâ Kur'ân-ı Hakim dediğini desin_

Acaba, bu beş müthiş azap kapılarını Kur'ân-ı Hakîmin beş saadet kapısına tahvilinden neş'et eden lezzet ve saadet-i mâneviyeye mukabil gelecek, dünyada bir lezzet ve saadet var mıdır? Meselâ, firak-ı ebediye kapısının visal-i hakikiye kapısına inkılâbı, her lezzetin fevkindedir.

İşte kitab-ı âlemin bu âyât-ı hamsesinin herbiri, herbir beşerin başında bu hakikatleri okuyor.

f01228.gif (1986 bytes)

İşte bu beş hatibin yüksek ikazlarını dinleyen, nasıl sana tabi olacaktır ve sözüne uyacaktır?

Evet, ey gururlu ve mağrur adam! Senin meşrebini ihtiyar edecek öyle bir sarhoş lâzım ki, ya şarâb-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya