Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1383

Halbuki, birşeyin ademi, bir cüz-ü vahidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla oluyor. Öyleyse, ademin semeresi, in'idamın sebebine verilecektir."

Elhasıl: Yâ Said-aslahakellah-senin, fahre ve gurura hakkın yoktur. Çünkü:

Evvelen: Şer, senden; hayır ise, gayrıdandır.

Saniyen: Şerrin küllî, hayrın cüz'îdir.

Salisen: Sen, amel-i hayrın ücretini, amelden evvel almışsın. Belki bütün hasenatın, seni insan-ı müslim yapan Mün'imin in'âmına karşı, aşr-ı mi'şâr-ı aşrına da, yani onda birin onda birinin onda birine de mukabil gelmez. Öyleyse, daha gururun nedendir? Fahrın ne içindir? İşte bu sırdandır ki, Cennete girmek mahz-ı fazıldır. O dehşetli Cehennem, ceza-yı amel ve ayn-ı adildir. Çünkü, beşer bir şerr-i cüz'îyle, bir cinayet-i külliye-i daimeyi işleyebilir.

Rabian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola_ Eğer Allah için olsa, o vakit kat'î Onun izniyledir. Tevfik Onundur. Minnet Onadır. Senin hakkın, şükürdür, fahir değildir. Çünkü fahir, irae, yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gururlu oldun.

Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer'una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki, Allah'ın malını ve ef'alini, esbaba ve tağutlara taksim ediyorsun.

Hem, şu cehildendir ki, nefsinle sana âidiyeti olan seyyiatı kadere vererek mes'uliyetten kaçıyorsun.

Hem, nass ile sabit olan Fâtırın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun-tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur'ân ile edeplen. Kur'ân-ı Kerim diyor ki:

f01240.gif (2036 bytes)

Malına sahip ol; başkasının malını gasbetme.

Hem Kur'ân-ı Kerîm diyor ki:

1f01242.gif (2343 bytes)

Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde, birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş'et eden muhabbeti, Muhsinden, Muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. Seyyieden neş'et eden adavet-i müsi'den, musi'in akaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur'âniyeyle edeplen. Kur'ân'ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle tedip olunacağı muhakkaktır.


Yedinci ders

f01243.gif (1381 bytes)

2f01244.gif (3258 bytes)

Ey Said-i gafil! Nedendir ki vazifeni terkedip, Hâlıkının vazifesiyle fuzuli iştigal ediyorsun? Zalûm ve cehûl vasfına liyakat kesb ediyorsun ki, daire-i iktidarında olan hafif ubudiyet vazifesini terk ediyorsun. Halbuki, zayıf beline, tahammülsüz başına, takatsiz kalbine, Hâlık ve Rezzakına mahsus vazife-i rububiyeti yükletiyorsun. Saadet ve istirahat istersen, vazifene sahip ol, Hâlıkın vazifesini Ona tefviz et. Yoksa sen, şakî bir âsi, fuzulî bir hâin olursun. Bilir misin, neye benzersin? Misalin bir nefer asker gibidir ki, o nefer, iki vazife karşısındadır.

Biri: Vazife-i asliyedir ki, o da tâlim ve cihaddır. Sultan ise, şu vazifede ona muavenet eder, levazımatını ihzar eder.

İkinci vazife: Sultana mahsus vazifedir ki, o neferin erzakını ve tayınatını, libasını ve silâhını, atını ve devasını vermektir. Lâkin, bazan neferi, şu vazife-i şâhânede istihdam eder ki, o hizmeti de devlet hesabına yapar. Şu sırdandır ki, taamı pişiren veya karavanayı yıkayan nefere denilse, "Arkadaş, ne yapıyorsun?" O nefer der: "Hükûmet ve devletin angaryasını çekiyorum." Demiyor, "Rızkım için çalışıyorum." Zira bilir ki, o vazife-i asliyesi değil; belki rızkı devlete aittir. Hattâ hasta olsa, ağzına lokmayı koymaya kadar devlete aittir.

İşte şöyle bir nefer, rızkını tedarik niyetiyle ticaretle iştigal etse, cahil bir şakî olur. Tezyif olunur, tedip edilir. Tâlim ve cihadı terk ettiği için hain ve âsi olur. Tânif ve darb edilir.


Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1384

Ey Said-i şakî! Misali anladınsa dinle: Sen o nefersin. Salât ve ibadatın, tâlimattır. Terk-i kebairle, nefis ve şeytanla mücaheden harptir. Senin vazife-i fıtratın budur. Fakat, Cenab-ı Hak, senin vazifende muvafık ve muindir.

Amma, rızkın ve hayatın idamesi, emval ve evlâdın muhafazası, Hâlıkına aittir. Fakat bazan seni şu vazifede istihdam eder ki, hazain-i rahmetinin kapılarını kavl ve hal ve fiil ve sualle dakk-ı bab etmekHAŞİYE ile ubudiyet suretinde hizmet edersin.

Hem, nimetlerinin mutfaklarına vasıl edecek yollarda sülûk etmekle seni istimal eder. Tâ ki, ya istidat veya ihtiyaç veya fiil veya kal lisanıyla, sen, kaderle tâyin olunan tayınatını ve levazımatını alasın. Bununla beraber, ne derece bir cehle düştüğünü anla ki, ihtiyarsız ve iktidarsız olduğun tufuliyet zamanında en leziz rızkı sana ve hem rızkını tedarik edemeyen bütün zayıf hayvanlara erzaklarını ihsan eden Rezzak-ı Hakikîyi itham ediyorsun ki, ol Rezzak herbir duayı işitir ve herbir hacatı bilir ve herbir şeye kudreti erişir. Öyle bir ganidir ki, yeryüzünü, yaz zamanında, zîhayat olan misafirlerine bir matbaha-i Rabbaniye yapar ki, herbir bostan bir kazandır. Ve herbir müsmir meyveli ağaç, bir kaptır. Bütün onları, feyiz ve rahmetinden, et'ime-i lezize ile doldurur. İncecik sicim gibi iplerle indirip bizlere ikram ediyor.

Madem iş böyledir; vazife-i asliyeni yaptıktan sonra, seni istimal ettiği vakit, Onun hesabıyla çalış, Onun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakikî olan Cenab-ı Hakka tefviz et. Ve 3f01245.gif (1382 bytes)   4f01246.gif (1383 bytes) de.


Sekizinci ders

f01243.gif (1381 bytes)

5f01248.gif (2176 bytes)

6f01249.gif (1333 bytes)

7f01250.gif (1626 bytes)

Şu âyetler, duanın, mühim bir esas-ı ubudiyet olduğunu gösteriyor.

Ey hakikat-i halden gafil müddei! Dâvâ ediyorsun ki: "Dua ediliyor, cevap verilmiyor. Âyet ise, âmmdır."

Evvelen: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Belki cevap vermek daimîdir. Fakat is'âf-ı hâcet, mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ, sen tabibi çağırıyorsun. Dersin ki: "Ey hekim!"

O da cevaben, "Lebbeyk" der.

Sonra dersin, "Bana şu taamı veyahut şu dermanı ver."

Hekim bazan münasip gördüğü matlubu aynen verir; bazan istediğinden daha âlâsını verir; bazan da, senin hastalığına zarar olduğu için, cevap verdiği halde sana birşey vermez.

Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir, tâ ki kabul olunsun. İbadetin semeratı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın evkat-ı mahsusalarıdır. Meselâ, yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz edilmemiştir. Umur-u dünyeviye niyet edilse, o ibadet olan dua halis olmadığı için kabule lâyık olmaz.

Evet, nasıl ki gurub, mağrib namazının vaktidir. Ay ve güneşin tutulmaları da, salâtü'l-küsuf ve'l-husuf denilen iki ibâdât-ı mahsusanın vaktidir. Yoksa gaye değil ki, namaz kılmakla, tâ güneş ve kamer açılsınlar. Çünkü, güneş ve kamerin açılmaları zamanı muayyendir. Fâtır-ı Zülcelâl, bu iki âyât-ı azîmin nikabı zamanında, yani perdelendikleri zamanda, ibâdını, ibadete davet eder.

Onun gibi, yağmursuzluk da, yağmur namazının vaktidir; yağmurun gelmesinin gayesi değil.


Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1385

Yağmursuzluk devam ettikçe, ol veçhile Allah'a ibadet devam eder. Yağmur geldiği vakit, vakti kaza olur.

Onun gibi, zalimlerin tasallutu ve beliyelerin nüzulü zamanları, bazı ed'iye-i mahsusanın evkatıdır. Belki de o beliyeler, o duaları söylettirmek içindir. Yoksa o dualar, sırf o beliyelerin def'i için değildir. Belki, bir nevi ubudiyet olan o dualar, o beliyelerin devamı müddetince devam ederler. Eğer duaların berekâtıyla beliyeler def' ve ref' olunsalar, nurun alâ nur. Şayet ref' olunmazlarsa, denilemez ki, "Dua kabul olunmadı." Belki, "Duanın vakti bitmedi" denilir.


Dokuzuncu ders

f01243.gif (1381 bytes)
8f01253.gif (3161 bytes)

Ey insan! Senin önünde iki yol var. Birisinden gitsen, kâinatın esfel-i sâfilînine gidersin. Diğer yoldan gidersen, âlâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. Şu hakikati dokuz mukaddeme ile beyan ederiz.

BİRİNCİ MUKADDEME: İnsanın, en cüz'î bir küçük cüzden, tâ en küllî bir küll-ü ekbere kadar alâkat ve hâcâtı intişar ettiğinden, o insana lâyık değil ki, herşeyin melekûtu elinde, herşeyin hazâini yanında, hiçbir mekânda olmadığı ve hiçbir şey Onun yanında bulunmadığı halde her mekânda ve herşeyin yanında olan Zât-ı Zülcelâlden başka şeylere ibadet etsin. Zira, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifaya muktedir, ancak nihayetsiz bir kudret ve nihayetsiz bir ilim sahibi olabilir. Öyle de, ubudiyete şayan dahi yalnız Odur.

İKİNCİ MUKADDEME: İnsanda iki cihet var.

Birinci cihet: Vücut ve icad, hayır ve fiil cihetidir.

İkinci cihet: Naks ve kusur cihetidir.

İnsan, birinci cihette karınca ve arıdan daha aşağı, ankebut ve sivrisinekten daha zayıftır. Fakat ikinci cihette adem ve tahrip, şer ve infial cihetinde, semavat ve arz ve cibalden daha büyüktür. Meselâ, iyilik ettiği vakitte, yalnız vüs'ati nispetinde eli ulaşır; kuvveti yettiği miktarınca iyilik edebilir. Fakat fenalık ettiği vakitte, fenalığı tecavüz ve intişar eder.

İşte, küfür bir seyyiedir. Fakat, mecmu-u kâinatın tahkirini tazammun eder. Çünkü, şu mevcudatı ve şu mektubat-ı Rabbaniyeyi derecelerinden ve kıymetlerinden düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı ve zeval ve firakla sür'atle mütegayyir mevadd-ı vâhiye derekesine ve hiçliğe sukut ettirir. Ve insan denilen ve esma-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini ilân eden ve bir kaside-i mevzune-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi olan mucize-i kudret bir çekirdeği; ve haml-i emanetle, âzam-ı mevcudata tefevvuk eden bir halife-i arzı, en zelil bir hayvan-ı fani-i zâilden daha zelil ve daha zayıf, daha âciz, daha fakir ve seriü'z-zeval ve't-tahavvül bir levha derekesine indirir.

Demek nefs-i emmare, şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Hayır ve vücutta iktidarı pek cüz'îdir. Fakat enaniyeti bırakıp hayrı, vücudu ve tevfiki Allah'tan istese, şerden ve tahripten ve itimad-ı nefisten içtinap edip istiğfar ederek tam bir abd olsa,

9f01254.gif (1448 bytes) sırrınca, nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâp eder; âlâ-yı illiyyîne çıkar.

ÜÇÜNCÜ MUKADDEME: İnsanda iki vecih var. İnsan, şu hayata nazır birinci veçhiyle öyle bir mahlûktur ki, ona, ihtiyardan bir şa're (yani, saç gibi cüz'î), iktidardan bir zerre, hayattan bir şule, ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz-ü cüz'î verilmiş ki, tabakat-ı kâinatta serilmiş hadsiz envâdan, adetsiz efrattan küçük, nazik, zayıf bir ferttir.

Fakat ubudiyete nâzır ikinci veçhiyle, hususan acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs'ati var. Çünkü, mahiyet-i mâneviye-i insanîde, nihayetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm bir fakr münderiçtir ki, bu cihetle, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin, gınası nihayetsiz gani bir Zatın hadsiz tecelliyatına câmi geniş bir ayna olmuştur.

DÖRDÜNCÜ MUKADDEME: İnsan, hayat-ı hayvaniye-i maddiye-i dünyeviye cihetinde öyle bir çekirdeğe benzer ki, kudretten mühim cihazlar, kaderden dakik programlar insana verilmiş. Tâ ki insan, toprak altında dar âlemden çıkıp, geniş olan âlem-i fezada bir ağaç olmasını Hâlıkından o istidat lisanıyla istesin. Halbuki o insan, sû-i mizacından, o cihazatı ve