![]() ![]() ![]() |
Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1407 |
Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hacet levazımatını görecek ve onlara münasip süfli suretleri nescedecek. O süfli suretlerin ortalarından geçecek olan maâni-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var. Yalnız hatâ, hasr-ı nazardır. Zann-ı zarardır.
Üçüncü vecih: Eşya mabeynlerinde bazı münâsebât-ı hafiyye bulunur. Hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur, veya senin hayalin o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış olur. Bu sırrın münasebatındandır ki; bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir.
Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi: "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani: İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle olan tahattura, tedai-i efkâr tâbir edilir. Meselâ, sen, namazda, münâcâtta, Kâbe karşısında, huzur-u Rab'de iken, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak mâlâyaniyat-ı rezileye sevk eder. Sen, intibaha geldiğin anda dön. "Aman ne kusur ettim" deyip tetkikle meşgul olup durma! Tâ zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira sen, teessür gösterdikçe ve ehemmiyet verdikçe o tahattur, bir melekeye döner; bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değildir. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hassas asabilerde daha galiptir.
Şu yaranın merhemi ise, nasıl ki şeytan ile melek-i ilhamın kalb taraflarında mücaveretleri ve füccar ile ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de, tedai-i efkâr saikasıyla istemediğin sevimsiz pis hayalâtın nezih efkârlarının içine girmesi zarar vermez. Meğer kasten ola veya zarar zanniyle onunla meşgul olasın.
Dördüncü vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takva zanniyle teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ öyle bir dereceye varır ki, o amelin daha evlâsını ararken harama girer. Bazan bir sünnetin araması, bir vacibi terk ettirir. Bu gibi, vesvese, ehl-i itizale lâyıktır. Çünkü onlar derler ki: "Eşyanın zatında hüsnü var. Sonradan, o hüsne binaen emredilmiş. Eğer kubhu varsa, sonradan o kubha binaen nehyedilmiş."
Demek, eşyada hüsün ve kubh zatîdir. Emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir. Bu mezhebe göre insana, her işlediği amelde bir vesvese gelebilir. "Acaba amelim, nefsü'l-emirdeki güzel suretle yapılmış mıdır?" diyebilir.
Amma, mezheb-i hak olan ehl-i sünnet velcemaat derler ki: "Cenab-ı Hak, birşeye emreder, sonra hüsün olur; nehyeder, sonra kabih olur." Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına bakar. Meselâ sen, namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep nefsü'l-emirde varmış. Lâkin sen, ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihdir, hem hasendir. Hakikatta senden kabul edilir. Çünkü mazursun.
Öyleyse, zahiren şeriata muvafık işlediğin ameline "acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat, "Kabul olmuş mu?" de, gururlanma, ucbe girme. Madem ki, dinde harec yoktur; madem ki dört mezheb haktır; öyleyse, istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü'yet-i hüsn-ü amele müreccahtır. Yani, böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense; kusurunu görse, istiğfar etse daha evlâdır. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki, "Şu hal, harecdir. Yüsr-ü dine münafidir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. En ekal bu amelim, bir mezheb-i hakka muvafıktır. Ben, lâyık-ı vechile eda-yı ibadette aczimi itiraf ederek istiğfar ile, tazarru ile, merhamet-i İlâhiye dehalet ediyorum. Aczim, kusurumun af olunmasını, ve kasır amelimin kabul olunması için bir vesilem olur" de.
Beşinci vecih: Şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli, bazı tahayyülî halâtı, taakkulî halat ile iltibas eder. Hayale gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, tefekkürü, hilâf-ı iman zanneder. "Eyvah! Kalbim bozulmuş" der.
Halbuki; tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz'an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nevi şüphe-i hakiki onlarda tevellüd eder.
Şu nevi vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi iltibas eder. Yani, birşey zatında mümkünse, onu zihnen, ilmen mümkün ve meşkûk olduğunu tevehhüm eder. Halbuki, imkân-ı zâti yakîn-i ilmîye ve zaruret-i zihnîye münafi değildir. Meselâ, bu dakikada zatında Karadeniz'in yere batması mümkündür, muhtemeldir. Halbuki, yakînen, yerinde olduğunu hükmediyoruz. O ihtimal ve o imkân-ı zâtî bize bir şek vermez.
Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı - s.1408
Meselâ, güneş mümkündür ki, bugün gurub etmesin, veya yarın tulû etmesin. Halbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakinimize zarar vermez. Demek, bazı hakaik-i imaniyede, yani hayat-ı dünyeviyenin gurubu ve hayat-ı uhreviyenin tulûu gibi imkân-ı zâtî cihetinde gelen evham, yakîn-i imanîye zarar vermez. Bütün bunlarla beraber asıl vesvese, teyakkuza sebeptir. Taharriye dâidir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehavünü defeder. O şart ile ki; ifrata varmasın, galebe çalmasın.