PEYGAMBERİMİZİN TEVAZUU |
Engin gönüllü olmak, hakka boyun eğip kabul etmek
gibi manalara gelen tevazuun en makbul olanı, yaltaklanmadan ve
zillete düşmeden, ölçülü ve itidalli bir şekilde bulunmaktır. Kibir
ve gururun zıddı olan tevazu ancak bu iki kötü huyun yenilmesi
sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış
görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe
varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam
ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü
hizmetten dolayı insanların iltifatını beklememek,
tevazuun belli başlı kaidelerinden birkaçıdır. Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) tevazuun her çeşidini
ve en idealini hayâtında göstermiştir. Kimsenin yapamadığı
ve istese de ulaşamayacağı bir şekilde, tevazu ve alçakgönüllülüğün
en makbulünü yaşamıştır. Yaratılmışların
en üstünü, makam ve mertebece en yücesi olduğu, Kur'ân-ı
Kerimde Rabbi tarafından çeşitli defalar övüldüğü
halde, hiçbir şekilde insanlar arasında Peygamberlik imtiyazını
kullanmamış ve kendisini onlardan üstün göstermeye çalışmamıştır. Bu üstün ahlâkî vasfını kendi
aile fertleri arasında gösterdiği gibi, Sahabîleri içinde ve
henüz İslâmiyeti kabul
etmemiş kimselere karşı da belli etmekten asla çekinmemiştir.
Böylece pekçok insanın hidayetine vesile olmuştur. Cenab-ı Hak kendisini kral bir peygamber olmakla, kul bir peygamber
olmak arasında serbest bıraktığında o, "kul
bir peygamber" olmayı tercih edip kabul etmiştir. Bunun üzerine İsrafil Aleyhisselâm Peygamberimize, "Şüphesiz,
Allah, tevazu gösterdiğin için o hasleti de sana vermiştir. Kıyamet
gününde insanların efendisisin. Yeryüzü yarılıp
kabrinden çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin"
demiştir. Bundan sonra Peygamberimiz uzanarak yemek yemedi. Ve "Bir köle nasıl
yemek yerse ben de öyle yemek yerim. Köle nasıl oturuyorsa ben de o
biçimde otururum" diyordu. Bir defasında asasına dayanarak Sahabîlerin yanına geldi.
Resulullahın geldiğini gören Sahabîler hemen ayağa kalktılar.
Bu hareketlerini tasvip etmeyen Peygamber Efendimiz onları ikaz etti: "Acemlerin (diğer milletlerin) birbirlerini ta'zim ederek ayağa
kalktıkları gibi, siz de benim için ayağa kalkmayın.
Çünkü ben kulun yediği gibi yiyen, kulun oturduğu gibi oturan
bir kulum." Peygamberimiz çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisine aşırı
derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı. Bir alış verişi esnasında Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) de
yanındaydı. Ebû Hüreyre'nin (r.a.) anlattığına
göre, Peygamberimiz mal sahibine aldığı elbisenin değerinden
fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimizin
eline sarılarak öpmek ister. Peygamberimiz elini çekerek şu
ihtarda bulunur: "Bu senin yaptığını Acemler krallarına
yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim," Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor "Sonra elbiseleri aldı. Ben
taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: 'Kişi,
kendi eşyasını taşımaya daha lâyıktır.
Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder." Peygamberimiz kendi işini kendisi yapardı. İnsanların
kendisine hizmet etmelerini istemezdi. Âmir bin Rebia anlatıyor: "Peygamber Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda
Peygamberimizin ayakkabısının bağı çözüldü.
Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz ayağını
önümden çekti ve şöyle buyurdu: "Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına
hizmet gördürmeyi sevmem." Peygamberimizin bu konudaki bir başka örnek davranışını
Abdullah bin Abbas anlatıyor: "Peygamber Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de
herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı.
Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek
istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi." Abdullah bin Cübeyr'in anlattığına göre, bir gün
Peygamberimiz Ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı.
Hava çok sıcak olduğundan, Ashabdan birisi, elbisesini
Peygamberimizin başının üzerine kaldırarak gölgelemek
istedi. Bunu gören Peygamberimiz, "Bundan
vazgeç. Ben ancak bir insanım" buyurdu ve elbiseyi alıp
indirdi. Peygamberimiz kendisini görenlerin bir kral zannıyla
çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı. Bir gün bir zat Peygamberimizin huzuruna gelince,
peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu Sahabîsinin
halini gören Peygamberimiz, "Kendine gel, ben bir hükümdar değilim.
Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının
oğluyum" buyurdu. Gerçekten de Peygamberimizi ilk defa gören, heyecanlanırdı.
Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce
rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü. Sosyal durumu ne olursa olsun; ister zengin ister fakir,
ister dul bir kadın veya bir hizmetçi olsun, hangi halde bulunursa
bulunsun, Peygamberimiz herkese eşit davranır, basit yaşayışından,
fakir ve hizmetçi oluşundan dolayı kimseyi aşağı
görmezdi. Onların da diğerleri gibi ihtiyaçlarını görür,
hiç gurura kapılmazdı. Peygamberimizdeki üstün tevazuu gördükten sonra Müslüman
olan Adiy bin Hatim, Peygamberimizle olan ilk anlarını şöyle
anlatmaktadır: "Peygamber Aleyhisselâmın yanında akraba,
kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm
zaman, anladım ki, onda ne Kisra'nın (İran hükümdarı),
ne de Kayser'in (Bizans kralı) saltanatı var. "Resulullah benimle birlikte evine giderken yolda zayıf
ve yaşlı bir kadına rastladı. Kadının yanında
da
küçük
bir çocuk bulunuyordu. Kadın onu karşıladı ve
durdurdu. O da durup bekledi. "Bizim senden bir isteğimiz var' dediler.
Resulullah onların ihtiyaçlarını uzun uzun konuştu.
Kendileriyle birlikte gidip, işlerini gördükten sonra geldi. "İçimden kendi kendime, 'Vallahi, bu zat hükümdar
değildir' dedim. Sonra beni evine götürdü. İçi hurma lifi
dolu derinden bir minder alarak bana uzattı ve: "Buyur, buna otur' dedi. "Ben, 'Hayır, siz oturun' dedim. "O, 'Hayır, siz' diye tekrar ettiler. Oturdum.
Kendisi de kuru yere oturdu." Peygamber Efendimiz herkesle ilgilenirdi. Hiç kimseye üstten
bakmazdı. Öyle ki çoğu insanların dönüp bakmadığı,
yüz vermediği kişilerin dahi isteklerini yerine getirirdi. Çünkü
Peygamberimizin gayesi insanlara faydalı yolları göstermekti. Medine'de ağzı bozuk, şuna buna çatarak sövüp
sayan, ağır ve kaba lâflar söyleyen bir kadın vardı.
Bu kadın bir gün Peygamber Efendimizin yanından geçerken
Resulullah bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et
yiyordu. Kadın: "Şu adama bakın. Bir köle gibi
yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor"
dedi. Peygamber Efendimiz: "Benden daha köle olan bir köle var mı?"
dedi. Kadın: "Kendisi yiyor da bana vermiyor" dedi.
Peygamber Efendimiz: "Gel, sen de ye" buyurdu. Kadın:
"Kendi elinle bana vermezsen yemem" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendi eliyle kadına
verdiyse de kadın bu sefer: "Ağzındaki lokmayı çıkarıp
bana vermezsen yemem" diyerek diretti. Peygamber Efendimiz de'ağzındaki lokmayı çıkarıp
kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına
attı. Kadın bu lokmayı yedikten sonra çok hayâlı ve
utangaç oldu. Hiç kimseye kötü söz söylemedi. Medine'nin en namuslu
ve iyi kadınlarından birisi oldu. Adiy bin Hatim, cömertlikle meşhur Hatim-i Tai'nin oğludur.
Yakınlarının bir kısmı İslâm ordusu tarafından
esir edilmiş, kendisi de mağlup bir şekilde Peygamberimizin
huzuruna gelmişti. Peygamberimiz onu mindere oturtuyor, kendisi de
yere oturuyordu. Ayrıca mağlup da olsa bir düşman kumandanıyla
bulunduğu bir zamanda zavallı bir kadının isteğini
ihmal etmiyor, onun ihtiyacını gideriyordu. Hak namına, seviyece en basit insanlarla görüştüğü
gibi, dostlarıyla, düşmanlarıyla ve herkesle, gösteriş
ve merasime ihtiyaç duymadan görüşüyor, konuşuyordu. Böylece
insanların ileriden beri görüp alışageldikleri âdet ve görenekleri
fiilen değiştiriyor, yerlerine doğrusunu ve uygun olanını
koyuyordu. Arapların, insandan saymayıp hor gördükleri
bir grup da kölelerdi. Onlarla oturmaz, birlikte yürümez, beraber yemek
yemezlerdi. Bu kötü alışkanlığı da
Peygamberimiz bizzat yıktı. Sahabîlerin anlattığına göre, köleler
arpa ekmeğine bile davet etseler, Peygamberimiz davetlerine icabet
eder, yemeklerini yerdi. Çünkü onların köle olmaları basit görülmelerini, horlanmalarını
gerektiren bir durum değildi. Peygamberimiz, Sahabîleriyle birlikte bulunduğu
zamanlarda kendisini onlardan ayırt etmez, farklı görmezdi.
Onlarla beraber hareket eder, kendisi için ayrı yer seçmez, aralarına
oturur, yapacakları işe iştirak eder, onlara yardımcı
olur, katkıda bulunurdu. Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Sahabîleri arasında
sıkışık bir vaziyette bulunduğunu, oturduğu
zamanlar gelip geçenlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyip,
ayrı bir yerde oturmasını teklif ederek şöyle demişti: "Ya Resulallah, sizin için gölgesinde oturacağınız
bir çardak yapalım." Böyle bir imtiyazı asla uygun bulmayan Peygamberimiz,
"Allah'ın ruhumu teslim alacağı vakte kadar ben Sahabîlerimin
ökçeme basmalarına da, hırkamı çekiştirmelerine de
katlanacağım" buyurarak reddetti. Bir sefer sırasında Peygamberimiz Sahabîlerinden
bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı: "Ya Resulallah, onu kesmek benim üzerime olsun"
dedi. Bir başkası ileri atıldı: "Ya Resulallah, pişirmesi de benim üzerime
olsun" Başka bir sahabî hizmete talip oldu: "Onu yüzmesi de benim üzerime olsun" diyerek
kendi aralarında vazife taksimi yaptılar. Peygamberimiz de, "Odun toplamak da benim üzerime
olsun" diyerek katılmak istedi. Sahabîler buna razı olmak istemediler: "Ya Resulallah, biz sizin yapacağınız
işi de görmeye yeteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç
yoktur" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz eşsiz tevazuunu göstererek
şöyle buyurdu: "Sizin benim işimi de göreceğinizi ve kâfi
geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı
bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Sahabîleri
arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz." Hendek savaşından önce Medine'nin etrafına
hendek kazılırken bütün Sahabîler çalışıyor,
bir an önce bitirmeye gayret ediyorlardı. Yiyecek bir şey
bulamadıklarından, açlıklarını bastırmak için
karınlarına taş bağlıyor, o şekilde kazma
sallıyorlardı. En büyük örnek olan Peygamberimiz de kendisini onlardan
farklı görmeden eline kazmayı alıyor, çalışıyor,
o da açlığından karnına taş bağlıyordu. Kuba Mescidinin ve Medine'deki Mescid-i Nebevinin inşaatında
da Peygamberimiz bir işçi gibi çalışmış, Sahabîlerle
birlikte sırtında kerpiç taşımıştı. Peygamberimiz İslâmın bütün dünyaya
duyurulmasına çalışırken, fetih ve zafer gibi pekçok
nimete de mazhar olmuştu. Fakat bu fetihlerden sonra fethedilen
şehre ve topraklara girerken asla gurura kapılmıyor, büyük
bir tevazu içinde yol alıyordu. Hiçbir merasime ihtiyaç duymadan
sade bir şekilde şehre giriyordu. Yahudilerin en büyük kalesi ve yerleşim bölgesi
olan Hayber'i fethettiğinde Peygamberimiz, yuları ipten olan bir
merkebin üzerinde olduğu halde şehre girmişti. Halbuki o anda Arabistan'ın en verimli toprakları
eline geçmiş, hazineleri dolduran ganimete sahip olmuştu. Yine Peygamberimiz Mekke'nin fethi üzerine şehre
girerken, muzaffer bir komutan olduğu halde, yine hiçbir şekilde
gurura kapılmamıştı. Devesinin üzerinde Yüce Allah'a karşı başını
önüne o kadar eğmişti ki, tevazuundan sakalının uçları
neredeyse devesinin semerine değmekte idi. Bu halde iken söyle dua
ediyordu: "Allah'ım, hayât ancak âhiret hayâtıdır." Veda Haccına giderken, sırtında sadece dört
dirhem değerinde bir kadife parçası, devesinin üzerinde ise
semer yerine yırtık bir şilte bulunuyordu. Bu durumda bile
riyaya kaçar endişesiyle şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, bu halimi riya ve gösterişten
uzak kıl." Halbuki o fakir de değildi. Koskoca orduları
yenmiş, birçok yerler fethetmiş, çok miktarda ganimetler elde
etmişti. Hatta bu haccında yüz deve kurban etmişti. Peygamberimiz kendi ailesi arasında ve evi içinde de
son derece mütevazı idi. Zaten çok sade bir hayât yaşardı.
Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda
bulunurdu. Elbisesini yamar, ayakkabıları yırtıldığı
zaman söküklerini diker, kendi hizmetini kendisi görürdü. Ev süpürür;
deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar; alış verişi
kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı.
Hizmetçisiyle birlikte oturup yemek yer ve onunla beraber hamur yoğururdu. Hz. Âişe validemiz, Hz. Hasan ve Ebû Said el-Hudri,
Peygamberimizin aile hayâtını böyle anlatıyorlardı. "Peygamberimiz ne kilitli kapılar arkasına
çekilir, ne perdeler arkasına dikilir, ne de önüne tabaklarla
yemek taşınırdı. Toprak üzerine oturur, yemeğini
de yerde yerdi."
O
tevazu gösterdikçe yükseliyordu, yüceliyordu. "Allah için tevazu gösteren kimseyi Allah yüceltir"
buyuruyor, hem de bizzat en mükemmel şekilde yaşıyordu. Hazret-i Hüseyin, babası Hazret-i Ali'den dedesi
Resulullahın dışarıda nasıl davrandığını
öğrenmek ister. Hazret-i Ali de Efendimizi şöyle anlatır: "Peygamber Efendimiz önemli bir iş olmadıkça
konuşmazdı. Çevresiyle hep güzel ilişkiler kurar, onları
ürkütücü bir davranışı olmazdı. "Her toplumun ileri gelenine özel ilgi gösterir ve
onları başkan olarak göreve getirirdi. İnsanları gözü
gibi sakınır, hiçbirinden güleryüzünü ve tatlı dilini
esirgemez, onların üstüne titrerdi. "Sahabîlerini, yokluklarında arayıp sorar,
durumlarını takip ederdi. Karşılaştığı
insanlara 'Ne var, ne yok?' diye çevrede olup bitenleri sorardı. Güzel
olan herşeyi beğendiğini ifade eder, onu desteklerdi. Kötü
olan şeye de tepkisini gösterir ve onu çürütücü bir tavır
takınırdı. "Peygamberimizin bütün hareketleri uyumlu idi.
Tutarsız hiçbir davranışı yoktu. Sahabîlerin kendi
özel işlerini ihmal etmeleri veya bıkkınlık duymaları
endişesiyle onlar adına kendisi hep tetikte dururdu. "O her durum karşısında tedarikli idi.
Her problemin çaresini bulurdu. Onun yanında insanların en
faziletlisi, başkalarına iyiliği en yaygın olanlardı;
mertebesi en yüksek olanlar da, halkın dertlerine en iyi şekilde
ortak olan ve onlara yardım elini uzatan kimselerdi." Hazret-i Hüseyin babasına Peygamber Efendimizin
toplantılardaki halini, sohbet şeklini sorar, Hazret-i Ali onu
da şöyle anlatır: "Peygamberimizin kalkması da, oturması da
zikir üzere idi. Allah'ın adını dilinden düşürmezdi.
Toplantı halinde olan bir topluluğa varsa, baş köşeye
geçmez, meclisin hemen bir kıyısına oturuverirdi, çevresinin
de böyle yapmasını isterdi. "Peygamberimizin bu husustaki tavsiyesi şöyleydi:
'Herhangi biriniz bir toplantı yerine vardığında bir
baksın, şayet oturacak yer gösterirlerse oraya otursun, değilse
gördüğü en uygun yere ilişiversin.' "Peygamberimiz birlikte oturduğu kimselerin
seviyelerine göre herbirinin halini hatırını sorar, onlara
iltifat ederdi. Çevresindekilere öylesine candan davranırdı ki,
orada hazır olanların hepsi de Resulullahın yanında en
değerli kimsenin kendisi olduğu kanaatine varırdı. "Bir kimse Peygamberimizin huzurunda gereğinden
fazla oturursa veya bir ihtiyacını iletmek düşüncesiyle
huzura gelse, o kişi kendiliğinden kalkıp gidinceye kadar
sabrederdi. Kendisinden bir istekte bulunan kimseyi, ya istediğini
yerine getirir veya tatlı bir dille gönderir, fakat hiç boş çevirmezdi. "Onun cömertliliği, tatlı dili, güzel ahlâkı
insanlar arasında öyle yayılmıştı ki, âdeta
halkın babası gibi olmuştu. "Onun yanında bütün insanlar da, hiçbiri arasında
hak ayırımı yapılmayan aynı düzeydeki evlatlar
gibiydi. "Peygamber Efendimizin toplantıları hep
ilim, haya, emanet ve sabır gibi ahlâkî değerlerin öğretildiği
bir meclisti. Huzurunda kimse sesini yükseltmez, hiç kimsenin gizli ve
özel halleri konuşulmaz, orada meydana gelen noksan taraflar ve
hatalar dışarı sızdırılmazdı. "Onun meclisinde herkes eşit durumdaydı.
Ancak bir diğerine karşı takva ile üstünlük
kazanabilirdi. Herkes tevazu üzereydi. Orada yaşça büyük olanlara
saygı gösterirler, küçüklere de sevgiyle davranırlardı. "Toplantıda ihtiyaç sahiplerine öncelik tanırlar,
özellikle garip olanlara ayrı bir ilgi gösterirlerdi." Peygamberimizin tevazu öğütleri: Peygambembirimizin mütevazı olmamız konusunda
birçok öğütleri vardır. Bunlardan bazıları şöyle: Ebû Said el-Hudri rivayet ediyor. Peygamberimiz şöyle
buyurdu: "Allah için bir derece mütevazı olan kimseyi
Allah bir derece yüseltir. Sonunda onu Firdevs Cennetinin en yüksek
yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren
kimseyi Allah alçaltır. Sonunda onu Cehennemin en alçak tabakasına
indirir." Hz. Ömer minberde şöyle hitap ediyordu: "Ey
insanlar! Mütevazı olunuz. Çünkü ben Peygamberimizin şöyle
buyurduğunu işittim: "Allah için mütevazı olanı
Allah yükseltir." Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz şöyle
buyurdu: "Müslüman kardeşine karşı mütevazı
olan kimseyi Allah yüceltir. Müslüman kardeşine karşı üstünlük
taslayan kimseyi de Allah alçaltır." Abdullah bin Mes'ud'un rivayetine göre Peygamberimiz
şöyle buyurdu: "Kim büyüklenir, övünürse Allah onu alçaltır.
Kim de Allah korkusundan dolayı mütevazı olursa Allah da onu yüceltir." Rekbu'l-Mısrî'nin rivayetine göre Peygamberimiz
şöyle buyurdu: "Vakarını, ağırbaşlılığını
koruyarak tevazu eden, şerefini düşürmeden alçakgönüllü
olan, günaha girmeden kazancını doğru yolda harcayan, düşkünlere
ve yoksullara merhamet eden, ilim ve hikmet sahipleri ile kaynaşan
kimseye ne mutlu! "Kazancı temiz olan, içi dışı
pak olan, insanlara şerrini bulaştırmayan, bildiklerini yaşayan,
malının fazlasını Allah yolunda sarfeden, verdiği
sözü tutan kimseye ne mutlu!" Abdullah bin Abbas'ın rivayetine göre Peygamberimiz
şöyle buyurdu: "Her insanın başında bir tarafı
meleğin elinde bulunan bir halka vardır. İnsan tevazu gösterince
meleğe, 'Halkayı kaldır' denir. Büyüklük tasladığında
ise 'Halkasını bırak' denir." Hz. Huzeyfe anlatıyor: Peygamberimizle birlikte bir cenazede bulunduk. Buyurdular
ki: "Size Allah'ın kullarının en şerli
olanını bildireyim mi? Kaba ve kibirli olan... "Size Allah'ın kullarının en hayırlı olanını
bildireyim mi? Zayıf ve alçakgönüllü, eski iki gömleği olan,
kendisine önem verilmeyen kimsedir. Eğer herhangi bir şey için
Allah'a yemin etse, Allah onu kendisine ihsan eder." Iyaz bin Himar'ın rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah bana mütevazı olmanızı bildirdi. Sakın
kimse kimseye karşı övünmesin, kimse kimseye zulmetmesin." Harise bin Vehb'in rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Size Cennetlik olanları haber vereyim mi? Zayıf ve mütevazı
kimsedir. O Allah'a yemin ederse Allah ona ihsan eder. Size Cehennemlik
olanları da haber vereyim mi? İnsanlara eziyet eden, kaba
davranan ve kibirli olan kimsedir."
|