ŞUUR
İnsanlar doğuştan herhangi bir ilme sahip değildirler. Dolayısıyla insan için asıl olan bilgisizlik ve cehalettir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah sizi annelerinizin karnında, kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı. Size şükredersiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller verdi."ı hükmü beyan buyurulmuştur. İnsanın fıtrî yapısı, diğer canlılardan farklıdır. Beş duyu organı vasıtasıyla; isteyerek veya istemeyerek önemli bilgiler elde edebilir. Akıl yürütme (istidlâl) yoluyla; tez ve anti-tezlerden faydalanarak, değişik tercihlerde bulunabilir. Çevre ve aile kültürü, duyularına (sevgi, nefret, kin, hased vs.) şekil ve yön verebilir.
Günümüzde geniş bir kitle; "Şuurlu müslümanlara ihtiyaç vardır" hükümünü, bir slogan olarak kullanmaktadır. Ancak "şuurlu müslümanlardan neyin kasdedildiği" araştırılırsa, ferdlerin eğilimlerine göre değişiklik arzettiği görülür. Şimdi meselenin kavranabilmesi için "şuur nedir?" sualine cevap arayalım.
Şuur, Arapça bir kelime olup Şe-A-Ra fiil kökünden gelir. Görünen ve bilinen mânâsınadır. İnsanın ve hayvanın bedenindeki kıllara "şa'r" denilir, çoğulu "eş'ar"dır. İnce duygu, anlayış ve bilgi sahibi olduklarından dolayı, insanlardan bazılarına şair denilmiştir. Şair; "şuur sahibi" mânâsınadır. Bundan dolayı şiire "ince duygu ve ilim" adı verilir. Daha. sonra vezinli söyleyişler için isim olmuştur.2 Dikkat edilirse şuur; beş duyu organı vasıtasıyla elde edilen sezgileri ifade için de kullanılabilmektedir. Duyguların sürekli değişebileceği ve hislerin insanı yanıltabileceği dikkate alınırsa, şuurun kıymeti kavranabilir. Dolayısıyla mücerred şuur, duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesidir. Şuurlu müslüman; bazı hakikatlerin bulunduğunu sezen, fakat mahiyetini bilmeyen kimsedir. İlim ve salih amelle desteklenmeyen şuurun faydası yoktur. Çünkü irade haline gelememiş, duygu ve sezgi safhasında kalmıştır.
Teklife muhatap olan insan; herhangi bir fiili işlerken, aklını şer'i delillere teslim etmek mecburiyetindedir. Vahye teslim olan akıl, beş duyu vasıtasıyla elde ettiği bütün bilgileri analiz ederek hakikati tesbit edebilir. Tefekkür ve tezekkürün önemi, bu noktadadır.
Bazı hallerde, farklı duyguların yoğunlaşması sonucunda, şuurun felce uğraması mümkündür. İnsanın "şok haline girmesi" ve ne yaptığının farkına varmaması, şuurun felce uğramasındandır. Şimdi Hz. Ömer (ra)'in başından geçen bir hâdiseyi naklederek, şuurun felce uğramasını izaha gayret edelim. "Resûl-i Ekrem (sav)'in vefat ettiğine dair haber dilden dile dolaşmaktadır. Hz. Ömer (ra) ne yapacağını şaşırmış bir vaziyettedir ve kılıcını çekerek: `Kim Muhammed Aleyhisselâm öldü' derse, derhal başını uçururum' tehdidiyle etrafa korku salmaktadır. Hiç kimse sesini çıkaramaz ve üzüntüsünü kalbine gömer. Bu sırada metânetini kaybetmeyen Hz. Ebû Bekir (ra) müslümanlara hitaben şunları söyler: `Kim Hz. Muhammed (sav)'e tapıyorsa, bilmelidir ki, o ölmüştür. Kim Allahû Teâla (cc)'ya kulluk ediyorsa, bilmelidir ki Allah (cc) diridir ve asla ölmez!' Kısa bir sükûttan sonra; tu âyet-i kerimeyi okuyarak, meseleyi izah eder: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse (Islâmdan vazgeçerse) elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar-ziyan veremez. Allah, şükür (ve sebât) edenlere mükâfat verecektir."3 Bu âyet sahabe-i kiram üzerinde öyle etkili olmuştur ki, hepsi o âyeti daha önce hiç duymadıklarını zannetmişlerdir."(4) ifade edilmeyecek derecede müthiş teessür duygusunun ve elemin, şuuru nasıl felce uğrattığının en güzel misali budur.
Duyguların tecellisi ve idrakin ilk merhalesi olan şuur; Türkiye'de yaşayan müslümanlar arasında, geniş bir kitlede mevcuttur. Hatta olayı bütün dünya genelinde ele alabiliriz. Şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerin büyük bir bölümü, fıkha ve ilme dayanmaktadır. Duyguların ve şahsî kanaatlerin ön planda olması, İslâmî hareketleri param-parça etmiştir. Mısır'da "İhvan-ı Müslimîn"den ayrılan hizipleri saymak bile mümkün değildir. Türkiye'de "Risale-i Nur" hareketi param-parça olmuştur. Afganistan'da silahlı mücadele veren mü'minler, tek bir cemaat haline (uzun süre) gelememişlerdir. Pakistan'da, Ebû'l-A'la Mevdûdî'nin vefatından sonra, Cemaat-ı İslâmî dört gruba ayrılmıştır. Bütün bunlar şuurlu müslümanların yönlendirdiği İslâmî hareketlerdir. Dolayısıyla bir İslâmî hareketi değerlendirirken; o hareketin, fıkıhla ilgisine dikkat etmeliyiz. Eğer fıkha dayalı ise (ister muvaffak olsun, ister olmasın) o hareket meşrûdur. Saf ve mücerred mânâda şuura dayanan (ve fıkhı hafife alan) hareketler; velev ki muvaffak olsalar bile, tehlike ile karşı karşıyadırlar. Zira şuurda, duygu ve hisler ön plandadır, sürekli değişim vardır.
Sıhhatli bir İslâmî hareket için şuurlu müslümanlar değil, muttaki mü'minlere ihtiyaç vardır. Her amelinde ihlâsı esas alan, İslâm fıkhına harfiyyen riayet eden ve velâyet-i fakih meselesinde hassasiyet gösteren mü'minler; velev ki muvaffak olmasalar bile, (tıpkı Ashab-ı Kehf gibi) imtihanı kazanırlar.
KAYNAKLAR
(1) Nahl sûresi: 78.
(2) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat fı Garibu'l-Kur'ân, İst. I986, Kahraman Yay., sh. 374- 375.
(3) Âl-i İmrân sûresi:144.
(4) Geniş bilgi için bkz. İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân'il Aziym, Beyrut,1969. c. I, sh. 409.