2- Büyük Günah İşleyenin Durumu:
3- Düşüncelerin Felsefî Bir Mahiyet Alması :
A- Mutezile Mezhebinin Mahiyeti :
c) Va'd ve Vaîd = Vaad ve Korkutma:
d) Elmenziletu Beynel Menzileteyn (İmanla İnkâr
Arasında Bir Derece)
e) Emr-i Bil Ma'ruf ve Nehy-i Anil Münker: (İyiliği
Emretmek, Kötülükten Sakındırmak)
B- Mutezile Mezhebinin, İtikadı Meselelerde Delil
Getirme Sistemi:
C- Mutezilenin, Bazı Görüşlerini, Yunan Felsefesi Ve
Diğer Felsefelerden Alması:
D- Mutezilîlerin, İslâmı Savunmaları:
E- Abbasilerin Mutezileye Yardım Edişi:
F- Çağdaşlarına Göre Mutezile:
G- Fıkıh ve Hadis Alimlerinin Mutezileyi
Eleştirmeleri:
I- Mutezilenin tartıştığı hasımları:
Bu Mesele
Hakkındaki Asıl İhtilaf Noktası:
Muhacir ve Ensardan
oluşan ilk müminler ve samimiyetle bunlara tâbi olanlar, inançlarını, doğrudan
Kur'an-ı Kerim'den alıyorlardı. Allah Tealâ'nin zatına nelerin yakıştığını ve
nelerin yakışmayacağını, âyet-i kerime'lerden öğreniyorlardı. Bu sebeple, ilk
müslümanlar arasında herhangi bir itikadı meselede tartışma olmamıştı.
Makrizî, «Hıtat» adlı
eserinde şöyle der: «Şunu bil ki, Allan Tealâ, Arapların içinden elçisi
Muhammed'i, bütün insanlara peygamber olarak gönderince Ruhüleniin Cebrail'in,
Peygamber'e getirdiği Allah Tealâ'mn kitabında ve Allah Tealâ'nm doğrudan
Peygamberine gönderdiği vahiyde Allah Tealâ, kendisini bizzat nasıl
sifat-landırmışsa, Peygamber de insanlara rablerini o şekilde anlattı. Bu
sebeple köylü olsun, şehirli olsun hiçbir Arap, Peygamber Efendimiz'-den,
itikadı mevzular hakkında herhangi bir şeyin açıklanmasını işlememişti.
Halbuki namaz, zekât, hac ve Allah Tealâ'nm emir ve yasağı bulunan diğer
hususlarda, kıyametin durumu, cennet ve cehennem hakkında çeşitli sorular
soruyorlardı.
Eğer, itikadi
meseleler hakkında da herhangi bir açıklama istenseydi, helal-haram hakkında,
teşvik ve sakındırma hususunda, kıyamet, savaş ve fitne mevzularında
nakledilen hadîsler gibi, Allah Tealâ'nm sıfatları hakkında da, sorulara cevap
olarak, bir kısım.hadisler rivayet edilmiş olurdu. Diğer mevzularda rivayet
edilen hadîsler, hadîslerin mânâlarını izah eden, nakil yollarını açıklayan ve
hadislerin metinlerini toplayan hadîs kitaplarında mevcuttur. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'in hadîslerini toplayan kitapları dikkatle inceleyen ve
selefi salihin'den gelen eserleri tedkik eden kimse görür ki, tabaka ve
sayıları çok olmasına rağmen, herhangi bir sahabînin Resulullah (S.A.V)'den,
Aliah Tealâ'nın Kur'an-ı Kerîm'de veya Peygamberinin lisanıyla kendisini
vasfetttiği herhangi bir sıfat hakkında Peygamberimiz (S.A.V.)'den birşey
sordukları, sağlam veya zayıf bir yolla rivayet edilmemiştir. Bilâkis, hepsi
Allah Tealâ'nın sıfatları hakkındaki metinleri anlamışlar ve Allah Tealâ'nm
sıfatları hakkında konuşmaktansa susmayı tercih etmişlerdir.
Evet, hiçbir şahabı,
Allah Tealâ'nm sıfatları arasında, sifat-ı zatiyye veya sıfat-ı fiiliyye
şeklinde herhangi bir ayırım yapmamıştır. Bütün sahabîler, Allah Tealâ'ya,
ilim, kudret, hayat, irade, semi', basar, kelâm, celal, ikram, cûd/ inam,
izzet, azamet gibi ezelî sıfatlar nisbet etmişlerdir. Sıfatların hepsi hakkında
aynı sözü söylemişlerdir.»
İşte Makrizî bunları
anlatmaktadır. Bu anlatılanlar,
muhacir, ensar ve onlara samimiyetle tâbi olanlar hakkında tamamen doğrudur.
Ancak, kendilerini tamamen Allah'a vermiş bu zatlar dışındaki bazı
müslümanlardan fitne çıkarmak için ortaya soru atanlar görülmüştür. Allah
Tealâ, bu gibi insanların durumlarını açıklayarak şöyle buyuruyor: «Sana kitabı
indiren O'dur. O'nun bir kısım âyetleri muhkemdir, mânâsı açıktır. Bu âyetler,
kitabın esasıdır. Diğer bir ktsım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür.
Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle
müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa
bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise -Biz
bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin
katmdandır.» derler. Bunları ancak,
akıl sahipleri düşünür.» «Onlar, Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra
kalbimizi haktan çevirme bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen,
çok bağışta bulunansın derler.»[2]
Ortaya atılan meselelerden
birincisi «Kader» meselesiydi.[3]
Zaman zaman bazı
tartışmalara yol açan meselenin, kader meselesi olduğu görülmektedir. Bu
mesele, İslâmdan önceki dinlere mensup olanları da meşgul etmiştir. Hatta
Allah'a ortak koşanlar bile, kader hususunda tartışmaya girişmişler ve Allah'a
ortak koşma suçunu kadere yüklemeye kalkışmışlardır.
Bu hususta Allah Tealâ
şöyle buyuruyor: -Allah'a ortak koşanlar şöyle diyecektir. «Eğer, Allah
dileseydİ ne biz, ne de babalarımız ona ortak koşardık. Ve ne de bir şeyi haram
kılardık.» Bunlardan Öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Nihayet azabımızı
tattılar. Onlara deki: «Meydana çıkararak bize göstereceğiniz bir bilgi var
mı? Siz sadece zanna tâbi oluyorsunuz ve siz yalan söylüyorsunuz.»[4]
Âlûsî tefsiri bu
âyet-i celüenin izahında şunları söyler: Müşrikler bu sözleriyle, işledikleri
suçlardan dolayı özür dilemek istemiyorlardı. Çünkü onlar —Allah, yaptıklarını
yüzlerine çarpsın— işlediklerinin suç olduğuna inanmıyorlardı. Halbuki
yaptıkları şeyler, onlar için sokucu bir yılan idi. Onlar, âyet-i celilenin de
beyan ettiği gibi «Oysa kendileri, iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.»[5]
Onlar, kendilerini Allah'a yaklaştırması için putlara tapıyorlardı. Onlar,
birşeyi haram kılmadıklarını, haram kılanın Allah olduğunu iddia ediyorlardı.
Onların, bu sözlerden maksatları, yaptıklarının hak ve meşru olduğuna ve
Allah'ın razı olduğuna dair delil getirmekti. Onlara göre, Allah onların
yaptıklarının olmasını diliyordu. Bir şeyi dilemek ise, emretmeye eşitti. Ve o
işten razı olmayı gerektirirdi.
Hasılı bunlar, kısaca
şunu demek istiyorlardı. Onların, Allah'a ortak koşmaları, birtakım şeyleri
kendiliklerinden haram saymaları ve benzeri davranışlarda bulunmaları,
Allah'ın dilemesiyle gerçekleşiyordu. Onlara göre, Allah'ın dilediği şey ise
meşru idi ve Allah'ın razı olmasını icabettiriyordu.»[6]
Görülüyor ki, bu
müşrikler, kader meselesini ortaya atıyorlar ve Peygamber'e karşı bunu delil
olarak ileri sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in devrinde de, eskiden
kalma bazı bilgilerin tesiriyle, kader meselesi dışında bir kısım meselelerin
ortaya atıldığı görülmektedir.
Şehristanî, «el-Milel
ve en-Nihal» adlı eserinde şunları söylemektedir : «Allah Tealâ'nm zatı
hakkında tartışmaya girişen, işlerine karışmaya çalışan bir taifenin durumunu
gözönüne getir. Allah Tealâ onları şu kelamıyla bu davranışlarından men etmiş
ve korkutmuştur. «...Allah, yıldırımlar
gönderir, onu dilediğine çarptırır.
Kâfirler, Allah
haktada mücadele ederler. Halbuki
Allah, büyük kudret sahibidir.»[7]
Bu durum,
Peygamber" Efendimiz (S.A.V.) zamanında cereyan etmiştir. Halbuki, o
dönemde Peygamber Efendimiz duruma hakim, güçlü, kuvvetli, sıhhati tam yerinde
idi. Münafıklar ise, içlerinde nifak tohumlarını taşımalarına rağmen,
korkularından müslüman olduklarını açığa vurma zorunda kalıyorlardı.
Münafıklıklarını her fırsatta Resulullah'ın davranışlarına itiraz etmekle
belli ediyorlardı. Bu itirazlar birer çekirdek oluşturdu ve bu itiraz
çekirdeklerinden, bitkiler misali şüpheler doğdu.
Ortaya atılan ve
insanlar arasında tartışmalara sebep olan bu meseleler ne kadar çok olsa da,
bunlar içerisinde en büyüğü «Kader» meselesiydi. Öyle ki, Peygamber Efendimiz
(S.A.V.), kadere iman etmenin farz olduğunu beyan etmiş ve kader meselesi
hakkında tartışmayı ise yasaklamıştır.
Cibril hadisinde,
Cebrail aleyhisselâmın, Peygamber Efendimiz (S.Â.V.)'den şunları sorduğu
rivayet edilmiştir: Cebrail: «Söyle bana iman nedir?» diye sordu. Peygamberimiz
de: «Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere,
hayır ve şerrin Allah'dan geldiğine iman etmendir.»[8] dedi.
Evet, kadere iman
etmek, Allah'a boyun eğmek, onun ilminin şeyi ezelde takdir ettiğine
inanmaktır. Bunun içindir ki, Peygamber şeyi ezelde takdir ettiğine inanmaktır.
Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (S.A.V.) insanları kadere iman etmeye
davet etmiş, fakat kader meselesini tartışmayı men etmiştir. Zira kader
meselesini tartışmak, düşünceleri saptırır, ayakları kaydırır, mezhep ve görüşlerin
çelişmesi ile akılları şaşırtır. Bu durum ise, bölünmelere ve ayrılmalara sebep
olur.
Diğer taraftan, kader
meselesi hakkında tartışmaya girişmek, tartışanların gücünü aşan bir meseleye
girişmek demektir. Çünkü, hiçbir kimsenin elinde, ihtilafları sona erdirecek ve
konuyu kesin bir hükme bağlayacak herhangi bir delil yoktur.
Peygamber Efendimiz
(S.AV.)i, âhirete irtihal ettikten sonra müslümanlar, başka dinden olanlarla
münasebetlerde bulundular. Bu dinlerin sahipleri arasında kadere inanan, kadere
inanmayan ve kader hakkında ileri-geri konuşanlar bulunmaktaydı. Bunun neticesi
olarak kader hakkında, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in, kader meselesine
dalmayı yasaklamasına rağmen, bir takım tartışmalar ortaya çıktı.
Bu hususta şu hâdise
anlatılır: Hz. Ömer (R.A.)'e bir hırsız getirildi, Hz. Ömer ona «Niçin
hırsızlık yaptın?» diye sorunca hırsız «Bunu Allah takdir ettiği için yaptım.»
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, hırsıza ceazsını verdi. Hırsızlık cezasının
dışında ayrıca, adamı kamçı ile dövdü. Bu fazla cezasının sebebi kendisinden
sorulunca, şu cevabı verdi: «Elinin kesilmesi, hırsızlığının cezasıdır. Dayak,
ise, Allah'a bir yalan İftira etmesindendir.»
Bazı insanlar, kadere iman
etmenin, tedbirli olmaya ters düştüğünü zannetmişlerdir. Hz. Ömer (R.A.) Şam'a, gitmek üzere yola çıkmıştı. «Serğ»
demlen yere varınca, ona, Şam'da kolera bulunduğu haberi ulaştı. Abdurrahman b.
Avf (R.A.) Hz. Ömer (R.A.)'e Resu-iullah (S.Â.V.)'ın şöyle buyurduğunu haber
verdi: «Koleranın, herhangi bir yerde bulunduğunu işittiğiniz zaman, oraya
girmeyin. Bulunduğunuz yerde meydana geldiğinde ise, ondan kaçmak için oradan
çıkmayın.» Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) insanlara şöyle seslendi :«Ben,
sabahleyin bineğime binerek Medine'ye dönüyorum.» Bu kararla sabahlayınca Ebu
Ubeyde b. Cerrah (R.A.) Hz. Ömer (R.A.) 'e şunu sordu: «Allah'ın
kaderinden kaçmak için mi dönüyorsun?» Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.), şöyle
dedi: «Ey Ebu Ubeyde, bunu başka biri söylemeliydi. Evet, Allah'ın kaderinden,
yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz.»[9]
Hz. Ömer (R.Â.) bu
sözüyle, "Allah Tealâ'nm kaderinin, kulu her yerde ve her zaman
kuşattığını, bunun ise sebeplere başvurmaya engel teşkil etmediğini,
sebeplerin de takdir edilen şeylerden olduğunu, bizlerin, emirleri yerine
getirirken, işlerin zorluklarını üstlenirken, sebeplere başvurmamızın gerekli
olduğunu ifade etmektedir.
Şehit halife Hz. Osman
(R.A.)'in öldürülmesine katılan bazı insanlar, Hz. Osman'ı kendilerinin
öldürmediğini, Allah Tealâ'nm öldürdüğünü zannetmişlerdir. Hz. Osman (R.A.)'a
taş atarken, bazıları şöyle demiştir: «Sana bunları Allah atıyor.» Hz. Osman (R.A.)
ise şöyle cevap vermiştir: «Yalan söylüyorsunuz. Eğer Allah atsa, taşlar
hedeften hiç şaşmaz.»
Evet, bu gibi
şüpheler, diğer dinlerde olan insanların, nıüslü-mainlar arasına saçtıkları
karışıklık tohumlarından başka birşey değildi.
Kader meselesi, her
tartışma konusu olduğunda hava elektrikleniyor, akıllar bocalıyor, tartışma ve
mücadele için bir ortam buluyordu. İnsanlar kader meselesinde çeşitli yönlere
yöneliyor, bu yolla tartışma arzularını tatmin ediyorlardı. Fakat, diğer
yandan insanları akli ve ruhî bakımdan kararsızlığa ve çelişkilere
düşürüyorlardı.
Dinin, ruhlarına
işlemediği bazı kişiler, kader meselesinde, yaptıkları kötülüklere bahane
bulmaya ve bozgunculuklarını örtbas etmeye bir yol buldular. Herşeyi helâl
sayma ve dinî yükümlülükleri ortadan kaldırmaya varacak bir yol izlediler.
İslâmdan önce bazı müşriklerin ve putperestlerin yaptıkları gibi...
Kader meselesindeki
münakaşalar, fitne yayıldıkça güçleniyordu. Bu sebeple kader çekişmeleri, Hz.
Ali (R.A.) döneminde en had safhaya ulaşmıştı. İbn-i Ebil Hadid'in «Şerh-i
Nehcül Belağa» adlı eserinde şunlar zikredilmektedir: Şamlı bir ihtiyar ayağa
kalkarak Hz. Ali (R.Â.)'ye şunları sordu : «Söyle bana Şam'a gidişimiz Allah'ın
akza ve kaderiyle midir?» Hz. Ali (R.A.) şu cevabı verdi. «Tohumu yarıp ondan
bitkiyi çıkaran, varlıkları yaratan yüce mevlaya yemin olsun ki, ayağımızı
herhangi bir yere basmamız veya herhangi bir vadiye inmemiz mutlaka Allah'ın
kaza ve kaderiyledir.» İhtiyar, tekrar şunları söyledi: «O halde yorulmamın
mükâfatını Âllah'dan isterim. Ben, herhangi bir ücret almış değilim.» Bunun
üzerine Hz. Âli (R.A.): «Yeter ihtiyar! Allah Tealâ, yürüdüğünüz vakit
yürümenize, geri döndüğünüz vakit dönmenize karşılık büyük bir mükâfat verecektir.
Siz, herhangi bir durumda mecbur edilmiş veya zorlanmış değilsiniz.» dedi.
İhtiyar ise şöyle dedi: «Bu nasıl olur? Bizi bu işe kaza ve kader sevketmedi
mi?» Hz. Âli (R.'A.) de şunları söyledi: «Vay haline! Sen, kaza ve kaderi,
kulun iradesini elinden alan bir vasıta mı zannediyorsun? Eğer böyîe olsaydı,
ceza ve mükâfat, vaad ve tehdit, emir ve yasaklar bâtıl olurdu. Günah işleyen
için, Allah tarafından herhangi bir kınama, sevap işleyen için de herhangi bir
övülme sözkonusu olmazdı. İyilik yapan övülmeye, kötülük yapandan daha lâyık olmaz,
kötülük yapan da yerilmeye, iyilik yapandan daha müstahak olmazdı. Bu
söylediğiri, putlara tapanların, şeytanın askerlerinin, yalan yere şahitlik
edenlerin ve gerçeğe karşı gözleri kör olanların sözleridir. Bunlar, bu ümmetin
kadercileri ve mecusîleridir. Allah Tealâ, kulu serbest bırakarak ona emirde
bulunur ve sakınması için bazı şeyleri yasaklar ve onu, gücünün yettiği seyirle
sorumlu tutar, Allah'a ne zorla karşı gelinebilir, ne de ona zorla itaat
edilir. Peygamberlerini, yarattıklarına boşuna göndermemiş, gökleri, yeri ve
ikisinin arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır. «...Bu, kâfirlerin
kanaatidir. Cehennem ateşinden, vay o kâfirlerin haline!»[10]
Bunun üzerine ihtiyar,
şunları söyledi: «O halde bizi yürüten kaza ve kader nedir?» Hz. Ali (R.A) şu
cevabı verdi: «Bu, Allah Tealâ'nm emri ve hükmüdür.» Sonra şu âyet-i kerimeyi
okudu: -Rabbin, ancak ona ibadet etmeni emretti.»[11]
İhtiyar sevinerek kalktı.[12]
Evet, îbni Ebil Hadid
ve Şerif er-Radi, Hz. 'Ali (R.A.)'den bu hâdiseyi naklederler. Şayet bu
rivayet doğru ise, Hz. ÂH (R.A.) döneminde kader hakkında münakaşaların
yoğunlaştığını ve Hz. Âli (R. Â.)nin, nasslarm zahirine baş vurarak bu meseleye
dalmayı önlemeye çalıştığını gösterir.[13]
Hz. Ali (R.Â.)'nin döneminde,
kader meselesi yanında, büyük günah işleyenin durumu da, tartışmalara konu
olmuştur. Büyük günah meselesini, hakem olayından sonra Hariciler ortaya
çıkarmışlardır. Bu fırka, hakeme başvurmayı büyük günah kabul ederek buna
başvuranların kâfir olduğuna hükmetmiştir.
Bunlar, bu noktadan
hareket ederek, Hz. Âli ve taraftarlarını kâfirlikle itham etmişlerdir. Bu
davranış, büyük günah işleyenin mümin olup olmadığı, cehennemde ebedî olarak
kalacağı veya Âllah'ım rahmetinin herşeyi kuşatması sebebiyle affedileceği
hususlarında tartışmalara yol açmıştır. Giderek ihtilaflar daha da büyümüş, bir
kısım âlimler, bu meseleyi. Mutezile'nin en çok önem verdiği ve onların «Mutezile»
diye adlandırılmalarına sebep olan mesele olarak kabul etmişlerdir.
Emevîler dönemi
gelince, daha başlangıçta, siyasi durum istikrarsız bir vaziyetteydi. Bu
istikrarsızlık içinde, siyasî çalkantılardan geri kalmayan birtakım fikrî
çalkantılar da ortaya çıktı. Daha doğrusu, bunlardan herbiri diğerini takviye
etmekte ve ona canlılık kazandırmaktaydı.[14]
Bu dönemde
müslümanların, Fars, Yunan ve Romalılarla münasebette bulunmaları dolayısiyle,
aralarında felsefî görüşler yayılmaya başladı. Müslümanlarla ilişki kuran bu
milletlerin nezdinde felsefî ilimlerin büyük bir önemi vardı.
îslâmdan önce, iran'da
bulunan felsefi okullar gibi, Irak'ta da felsefi okullar meydana getirildi.
Haris b. Kelede ve oğlu Nadr gibi bir kısım Araplar bu felsefî okullarda tahsil
gördü. Bu ülkelere îs-Iâm geldiğinde ülke halkından, felsefî ilimleri bilenler
vardı ve bunlar müslümanlara bu bilgileri aktarıyorlardı.
Süryanilerin, bu
hususta büyük rolleri olmuştu. İbn-i Hallikân şunları anlatır: «Halid b. Yezid
b. Muâviye, Kureyş kabilesinden, çeşitli ilim dallarını en çok bilen bir kimse
idi. Bu şahsın kimya ve tıp hakkında bir takım görüşleri vardı. Halid, bu iki
ilmi çok iyi biliyordu. Nitekim, Halid'in bilgisinin üstün olduğunu gösteren
birçok misaller mevcuttur. Halid bu ilmi, Maryanüs er-Rumî adındaki bir papazdan
öğrenmişti. Halid'in bu sahada yazılmış üç risalesi bulunmaktadır.
Risalelerden biri, Halid'in, Maryanüs ile oîan münasebetlerini, ondan ilmi
nasıl aldığını ve bu ilimlerin sembollerinin neler olduğunu ihtiva etmektedir.»
Çeşitli felsefelerin, müslümanların arasına girmesi neticesinde,
itikada dair birçok felsefi meseleler ortaya çıktı. Bazı âlimler, Kur'an-ı
Kerîm'de zikredilen, «Allah Tealâ'mn sıfatlarının, zatının aynısı mıdır yoksa,
ondan başka bir şey midir?» “Kelam, Allah Tealâ'mn sıfatı mıdır?» Kur'an-ı
Kerim mahluk mudur?» gibi tartışmalara giriştiler. Böylece, anlaşmazlık konusu
olan meseleler çoğaldı. Daha sonra tartışmalar, kader meselesine ve insanın
iradesi meselesine yöneldi.
Ortaya şu soru
çıkmıştı: İnsan, yaptıklarında serbest bir ifadeye sahip midir? Yaptıklarını
kendi gücüyle mi yapar? Yoksa insan, iradesiz olarak hareket eden ve başkası
tarafından yönlendirilerek rüzgârın önünde uçuşan bir kuş tüyüne mi benzer?..
İşte böylece, düşünceler ve görüşler peşpeşe sıralanıp durdu.
Netice olarak, her
âlimler topluluğunun, kendisine mahsus bir kısım görüşleri meydana geldi ve bu
görüşler okunmaya ve incelenmeye elverişli, hakkında tartışmalar yapılabilecek
ilmî mezhepler haline geldi ve ortaya itikadi Mezhepler» çıktı.
Yine, daha önce
söylediğimiz kanaatimizi tekrar ederek deriz ki: Hiçbir zaman, itikadı
mezheplerin ihtilaf etmesi, inanan cevher ve özüne dokunmamıştır. İhtilaflar,
'Allah'ın birliğine, peygamberlere, âhiret gününe ve meleklere iman etme gibi,
inancın temel prensiplerinden uzak bir takım fer'î meseleler üzerinde felsefî
bir üslupla tartışmadan ibaretti.
Yine deriz ki:
Peygamber Efendimiz (S.'A.V.)'in getirmiş olduğu dinin hak olduğunda, asla
şüphe meydana gelmemiş, ihtilaf şu meselelerde cereyan etmiştir: Kul, yaptığı işleri
bir zorlama neticesinde mi yapar? Yoksa kendi iradesiyle mi yapar? Büyük günah
işleyenin durumu nedir? Kur'an-ı Kerîm mahluk mudur, değil midir?
Böylece Eski
Mezhepler, Cebriye, Mutezile, Mürcie, Eş'ariye, Matûridiye, Hanbeli gibi
kısımlara ayrılmışlardır. Şimdi, tafsilatlı olmasa da, her mezhebi kısaca
açıklamaya çalışalım:[15]
Daha Önce de, işaret
ettiğimiz gibi, Sahabe-i Kiram ve Emeviler döneminde âlimler, Allah Tealâ'nın
kudreti yanında, insanın kudreti ve kader meselesi hakkında çeşitli görüşler
ileri sürmüşlerdir.
Bir kısım âlimler,
«Kul, yaptığı işlerin yaratıcısı değildir ve kula nisbet edilen işlerde kulun
hiçbir katkısı yoktur.» demişlerdir.
Bu mezhebin temeli
şudur: Herhangi bir iş yapmayı kuldan •uzaklaştırıp bunu Allah'a nisbe't eder.
Çünkü bunlara göre kul, herhangi bir işe gücü yetmekle sıfatlandırılan!az.
Çünkü o, yaptığı işleri, gücü, iradesi ve seçme serbestisi olmaksızın,
mecburen yapar. Allah Tealâ, cansız varlıklarda görülen durumları yarattığı
gibi, insanın diğer varlıklara mecazî olarak nisbet edildiği gibi, insana da
mecazi olarak nisbet edilir. Mesela «Ağaç meyva verdi.» «Su aktı.» «Taş
yuvarlandı.» «Güneş doğdu.» «Güneş battı.» «Gök bulutlandı.» «Gök, yağmur
yağdırdı.» «Yerler yeşerdi.» «Yer mahsul çıkardı.» denildiği gibi...
«İnsan sevap kazanmaya
veya ceza görmeye mecburdur.» İnsanın, mecbur olduğu ortaya çıktıktan sonra,
artık kulun birtakım işlerle mükellef oluşu da cebriledir.[16]
İbn-i Hazm,
Cebrîyecilerin delillerini izah ederek şöyle diyor: «Cebrîyeciler delil
getirerek dediler ki: Allah Tealâ herşeyi yaratan ve yarattıklarında kendisine
benzer hicbirşey bulunmayan bir mutlak güç sahibi olduğuna göre, ondan başka
herhangi bir varlığın bir
iş yapmaması gerekir.
Yine Cebrîyeciler dediler ki: «Bir işin yapılışını insana nisbet etmek «Zeyd
öldü.» «Bina dikildi.» sözüne benzer. 'Aslında Zeyd'in kendisi öîmemiştir, O'nu
Allah öldürmüştür. Bina dikilmemiştir, onu Allah dikmiştir.»
Tarihçiler, bu
düşünceyi ilk önce kimin ileri sürdüğünü izah etmeye girişmişler ve mezhebe
dönüşen bir düşüncenin, önce kimler tarafından ileriye atıldığını tesbit
etmenin zor olduğu inancına varmışlardır. Bu sebeple, bu düşüncenin ne zaman
başladığını veya ilk önce kimin ortaya attığını tayin etmemiz güçtür. Bununla
beraber, Cebr hakkında söylenen sözlerin, Emeviler devrinin başında meydana
çıktığını, yine Emevîîer devrinin sonunda bir mezhep halini aldığını kesinlikle
söyleyebiliriz.
Elimizde «Murtaza»
adlı âlimin «el-Münyetu vel-Emel» adlı eserinde zikrettiği, Emevilerin ilk dönemlerinde
yaşayan iki büyük âlimin iki mektubu bulunmaktadır. Mektuplardan biri,
Abdullah b. Abbas'a aittir. Abdullah bu mektubunda-, Şam'da bulunan
Cebrîyecilere sesleniyor ve onları bu gibi sözleri söylemekten men ediyor ve
şöyle diyor: «İnsanlara takvayı mı emrediyorsunuz? Halbuki takva sahipleri,
sizin bu görüşlerinizle yoldan salmıştır. İnsanları kötülükten sakındırmak mı
istiyorsunuz? Halbuki isyankârlar, sizin bu görüşlerinizle ortaya çıkmışlardır.
Ey, geçmiş münafıkların çocukları, zalimlerin yardımcıları ve fâsıklarm
mescitlerinin bekçileri! İçinizden Allah'a iftira eden, suçlarını O'na yükleyen
ve yaptıklarını O'na nisbet edenden başka kimse çıkmaz mı?»
İkinci mektup ise,
Hasan'ı Basri (R.A.) tarafından, Basra'da Cebriye mezhebinin görüşlerini
benimseyen bir kısım insanlara yazılmıştır. Mektupta şunlar yazılıdır. «Kim,
Allah'a, kaza ve kaderine iman etmezse, o kişi küfre girmiştir. Kim, kendi
günahını rabbine yüklerse, o da kâfir olmuştur. Allah Tealâ, kendisine zorla
itaat edilen veya zorla isyan edilen değildir. Çünkü Allah, kullarına verdiği
şeylerin gerçek sahibidir. Kullarının gücünü yettirdiği şeylere kendisi daha
kaadirdir. Eğer kullar O'na itaat ederlerse, yaptıklarına mani olmaz. Şayet
isyan ederlerse, dilerse yaptıklarına mâni olur. Eğer birşey yapmamışlarsa,
onları birşey yapmamaya O zorlamış değildir. Eğer, Allah yarattıklarını itaat
etmeye zorlamış olsaydı, onlardan sevabı kaldırırdı. Şayet onları günah
işlemeye zorlamış olsaydı, onlardan cezayı düşürürdü. Eğer, onları başıboş bırakmış
olsaydı, (hâşâ) kudretinde eksiklik olması icabederdi. Fakat, Allah Tealâ'nın,
yarattıklarından gizli tuttuğu bir sırrı vardır. Eğer, kulları itaat ederlerse
bu, Allah'ın kullarına bir lütfudur.
Bu anlatılanlardan
anlaşıldığına göre,, Cebrîyeciler o zamanda da bulunmuş, Abdullah b. Abbas ve
Hasan-ı Basrî gibi büyük zatlar, bunlara cevap vermiş ve meselenin esasını
açıklamaya çalışmışlardır. Abdullah b. Abbas'ın oğlu Ali'nin, şunları
söylediği rivayet edilir : Bir defasında babamın yanında oturuyordum. Bir adam
geldi ve şunları söyledi: «Ey Abdullah b. Abbas, surda bir kısım insanlar var.
Yaptıklarının, Allah tarafından yapıldığını söylüyor ve Allah'ın, onlara
cebren günah işlettiğini iddia ediyorlar.» Babam buna şu cevabı verdi: “Eğer,
burada onlardan biri bulunsaydı, boğazını sıkar, canı çıkıncaya kadar
bırakmazdım. «Allah, kulları-günah işlemeye zorlar» demeyin. «Allah, kullarının
yaptıklarını bilmez» de demeyin.»[17]
Daha önce de izah
ettiğimiz gibi bu görüş, sahabe döneminde ortaya çıkmıştı. Hatta, daha önce de,
müşriklerin dilinde dolaşıp durmaktaydı. Nitekim, biraz Önce de zikrettiğimiz
gibi, Kur'an-ı Kerîm bu hususu beyan etmiştir.
Fakat, Emeviler
dönemindeki Cebriyeciliğin önemi şuradan gelmektedir. Cebir hakkındaki sözler
bu dönemde teorileşmiş ve mezhep haline gelmiştir. Bu mezhebi benimseyenler,
başkalarım da ona davet edenler ve onu okuyup diğer insanlara açıklamaya
çalışanlar bulunmuştur.
Cebriyeciliği ilk önce
Yahudilerin icadettiği, daha sonra onu müs-lümanîara öğrettikleri, müslümanlann
da onu yaydıkları ileri sürülmektedir.
Müslümanlardan
Cebriyeciliğe davet eden ilk adamın Ca'd b. Dirhem olduğu, bu adamın
Cebriyeciliği, Şam'da bulunan bir Yahudiden öğrendiği ve Basra'da halk arasında
yaydığı ve Cehm b. Safvan'ın da Cebriyebliği bundan öğrendiği söylenilmektedir.
«Sarh el-Uyûn» adlı
eserde Ca'd b. Dirhem hakkında şunlar anlatılmaktadır : Cehm b. Safvan,
kendisine nisbet edilen Cehmiyye
Cebriyeciliği bu Ca'd'den öğrenmiştir. Ca'd'in de İban b. Sem'an'dan,
tban'm da Talût b, A'sam adlı bir Yahudiden öğrendiği söylenmektedir.[18] Bu
sözlerden, bu görüşün Yahudilerden çıktığı ve Sahabe devrinde başladığı
anlaşılmaktadır. Çünkü yukarda adı geçen Talût, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in
döneminde hayattaydı, sahabe ve tabiîn devrini de gördü. Talût, zehirlerini
kusmak için fitne döneminde büyük bir fırsat bulmuş ve nifak tohumlarını
saçmıştır. Fununla beraber, bu düşüncenin, sadece Yahudi kaynaklı olduğu
söyleyemeyiz. Çünkü daha önceleri, Farslar arasında da bu gibi düşünceler
vardı. Bunlar, «Zerdüştlük» «Mani» lik ve benzeri mezheplerin uğraştıkları
meselelerdendi. «el-Munye ve'1-Emel» adlı kitapta şunlar anlatılmaktadır:
Hasan-ı Basri'den
rivayet edilmektedir ki, Parslardan bir adam, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'e
geldi ve şöyle dedi: «Farsların, kızlarıyla ve kızkardeşleriyle evlendiklerini
gördüm. Onlara «niçin böyle yapıyorsunuz?» dendiğinde onlar, «Bu, Allah'ın
kaza ve kaderidir.» diyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle
buyurdu : «Her ümmetin «mecusî» olanları vardır. Benim ümmetimin mecusîleri de
«kader yoktur» diyenlerdir. Eğer hasta olurlarsa, onları ziyaret etmeyin.
Ölürlerse, onlara şahadette bulunmayın.»
Cebriye mezhebini,
Cehm b. Safvan benimsemiş, kendisini o yola adamış ve insanları ona davet etmiştir.
Cehm b. Safvan, Horasanlıdır, «Beni Rasip» kabilesinin dostlarındandır. Şüryh
b. el-Haris'in kâtipliğini yapmıştır. Cehm, Şüreyh ile birlikte «Nasr b.
Seyyar'a» isyan etmiştir. Ve Emevîlerden Mervan oğullarının son zamanlarında,
«Müslim b. Âhvaz el-Mâzinî» tarafından öldürülmüştür. Cehm, dâvasını yaymak
için, Horasan ve havalisini seçmiştir. Öldürüldükten sonra, kendisine tâbi
olanlar «Nihavend» şehrini karargâh edinmişlerdir.
Cebriye mezhebi bu
havalide devam etmiş, nihayet «Ebu Man-sur el-Matüridî» mezhebi bu civarda ona
galip gelmiştir. Bu konuyu ilerde, inşallah daha tafsilatlı olarak anlatacağız.
Cehm'in mezhebi,
sadece cebr meselesiyle kalmayıp kendisine ait başka görüşleri de içine
almaktadır. Bu görüşlerden bazıları şunlardır:
a) Cehm'in iddiasına
göre, cennet ve cehennem fânidir. Hiçbir-şey ebedî olarak kalmayacaktır.
Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen «Ebedilik» ten maksat, uzun süre kalmaktır ve yok
olduktan sonra, yokluğunun ebedi olmasıdır. Yoksa ebedilik «devamlı kalmak»
demek değildir.
b) Yine onun
iddiasına göre, iman, bilmek demektir. înkâr ise, bilmemek demektir.
Cehm'in mezhebinin dış
görünüşüne göre, Resulullah (S.A.V.)'in sıfatlarını bilen Yahudiler, ve
peygamberin peygamberliğini yaki-nen bildikleri halde onu inkâr eden müşrikler mümin
sayılırlar. Ne var ki Cehm, «Boyun eğip kabul etmek bilgiyi gerektirir, iman kabul
edilen bilgi, sadece bir tahmin değil, kabul edip boyun eğmeyi icabettiren
kesin bir bilgidir.» der.
c) Cehm'in
iddiasına göre, Allah'ın kelâmı kadîm
(Başlangıcı olmayan, ezelî)
değil, hadistir. (Sonradan meydana gelmiştir.) Bazı âlimlerin, Kur'an-ı
Kerîm'in, mahluk (yaratılmış) olduğu görüşleri, buna dayanmaktadır. Gerçi
bu meselenin, inşallah yeri geldiğinde de izah edeceğimiz gibi, başka bir yönü
daha vardır.
d) Cehm,
Allah Tealâ'yı herhangi bir sıfatla tavsif etmez. Meselâ O'na «Dirilik» ve
«ilim» sıfatını vermez. Ve der ki: «Ben, Allah'ı, yaratılmışlarda bulunan, bir
sıfatla sıfatlamam.»
e) Cehm,
kıyamet gününde Allah Tealâ'nın, kullan tarafından görülmesini reddeder.
Birçok kimseler bu
görüşlerde Cehm'e tâbi olmuşlardır. Ancak, Cehmiye mezhebini meşhur eden ve onu
diğerlerinden ayıran özellik, bu mezhebin Cebrîyeciliği ve «İnsanın ne
iradesi, ne de bir fiili vardır.» görüşüdür. Bunun haricindeki görüşlerinde bunlara
daha başkaları da katılmaktadır. Meselâ: Kur'an-ı Kerîm'in mahluk (yaratılmış)
olduğunu Mutezile de ileri sürmüştür. Allah Tealâ'nın «Kelam» sıfatının
bulunmadığını, yine Mutezile de iddia etmiştir.
Eski ve yeni birçok
âlim, Cehmiye taifesine cevap vermeye girişmiştir. Biraz önce Hasan-ı
Basrî'nin ve ondan evvel de Abdullah ibn-i Abbas'm, bunlara verdikleri
cevapları nakletmiştik.
Evet, birçok büyük
âlim, fıkıhçı ve hadisçi, «Cebir» düşüncesini reddetmiştir.
İbn-i el-Kayyım
«Şifaul Alü» adlı kitabında, cebriyeciliğin, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in
getirdiği İslama nasıl ters düştüğünü, bir cebriyeci ile bir Sünnî arasında
tartışma şeklinde açıklıyor. Tartışmada şu hususlar anlatılıyor:
Cebriyeci — Allah'ın
birliğine gölge düşürmemek için, kulun cebir altında bulunduğunu söylemek
gerekir. Allah'ın birliği, ancak bu takdirde doğru olarak ifade edilmiş olur.
Çünkü bizler, kulun cebir altında bulunduğunu kabul etmezsek, hâdiselerin,
'Allah r birlikte başka bir yapıcısının da bulunduğunu ve bu yapıcının,
dilerse birşeyi yapacağını, dilemezse yapmayacağını ispat etmiş oluruz. Bu da
açıkça, Allah'a ortak koşmaktır. Kurtuluş yolu ise, ancak kulun cebir altında
bulunduğunu söylemektir.
Sünni — Bilakis, kulun
cebir altında bulunduğunu söylemek, Allah'ın birliğine ters düşer. Bu iddia,
ilâhî dinlere, peygamberlerin davetlerine, sevap verme veya cezalandırma
hükmüne aykırı düşer.
Eğer, kulun cebir
altında bulunduğu kabul edilirse, bütün ilahi nizamlar hükümsüz olur, emir ve
yasakların mânâsı kalmaz, dolayısiyle ceza ve mükâfat diye birşey de söz konusu
olmaz.
Cebriyeci — Kulun
cebir altında bulunmasının, emir ve yasaklara, sevap ve cezalara ters
düşmesini iddia etmen, şaşılacak birşey değildir. Çünkü, bu eskiden beri
söylenmektedir. Şaşılacak husus, cebir meselesinin, Allah'ın birliğine ters
düştüğü şeklindeki iddialıdır. Halbuki cebir, Allah'ı birlemenin en güçlü
belirtilerindendir. Nasıl olur da, birşeyi güçlendiren şey o şeye ters düşer?
Sünnî — Kulun cebir
altında olduğunu söylemenden, Allah'ın birliğine ters düştüğü en açık
meselelerdendir. Bu meselenin, Allah'ın birliğine ters düşmesi, ilâhî emir ve
yasaklara ters düşmesinden daha açıktır. Bunun izahı şöyledir:
Tevhid inancının
temeli, Allah'dan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed'in, Allah'ın peygamberi
olduğunu kabullenmektir. Kulun cebir altında bulunduğunu söylemek ise, bu
inanca ters düşmektedir. Çünkü, ilâh demek, kemâl ve azamet sıfatlarıyla
muttasıf olan demektir.
İlâh, kalblerin
gerçekten ilâh kabul ettiği, severek, korkarak ve ümit ederek bağlandığı zat
demektir. Peygamberlerin getirdiği tevhid ilâhlığm yalnız âlemlerin rabbi olan
Allah'a ait olduğunu ortaya koymak ve yalnız O'nun ilâh olduğunu kabul
etmektir. Bu da Allah'a boyun eğmeyi, O'na karşı aczini itiraf etmeyi, O'nu tam
bir muhabbetle sevmeyi, O'na itaat etmek ve rızasını kazanmak için en son
gayreti kullanmayı, O'nun sevdiği ve dilediği şeyleri herhangi bir kulun
sevdiği ve arzuladığı şeylere tercih etmeyi gerektirir.
Evet, peygamberlerin
davetlerinin temeli budur. Onlar, insanlığı buna davet etmişlerdir. Tevhid de,
işte budur. Allah, geçmişlerden de geleceklerden de bundan başka bir din kabul
etmez. Allah, peygamberlerine bunu emretmiş, kitaplarında bunu indirmiş,
kullarını buna davet etmiş vs tunun için kullarına mükâfat ve ceza yurdu yaratmış
ve bunun kemale ermesi ve gerçekleşmesi için bir nizam göndermiştir.
Ey Cebriyecil Hal
böyle iken, sen de kalkmış diyorsun ki; «Kulun bunda ne bir kudreti vardır, ne
de bir tesiri. Kul, bunu yapmış da değildir. Allah Tealâ kula bunu emrederken
ona, gücünün yetmediği birşeyi emretmiştir. Daha doğrusu, Rab kula, Rab olarak
kendisinin yapması icabeden işi yapmayı emretmiştir. Yahut Allah Tealâ kula
emirler vermiş de, daha sonra kulu, verdiği emirlerin aksini yapmaya zorlamış,
kul ile kula emredilen işlerin arasına girmiş, onun bu emirleri yerine
getirmesini engellemiş, kula bu emirleri yerine getirmesi için hiçbir
yol.bırakmamıştır.
Ey Cebriyeci! Sana
göre kaîbler, sevgi, muhabbet, aşk, istek ile Allah'a ulaşamaz, O'nun rızasını
isteyemez.
Allah'ı birlemek,
ilâhlık ve kulluğu ispat ve kabulle mümkündür. Sen ise ey cebriyecif Allah'ın,
sevilen, sevgisinde ve rızasına ulaşmada ve cemalini müşahade etmede kalblerin
yarıştığı en büyük sevgili olduğunu inkâra kalkışarak ilâhlık mânâsını reddediyorsun.
Kulun, bir iş yapan, ibadet eden ve Rabbini seven bir varlık olduğunu inkâra
kalkışarak da kulluk mânâsını reddediyorsun. Böylece Allah'ı birleme meselesi,
cebir ile Allah'ın sevgisini inkâr arasında kaybolup gidiyor. Çünkü sen,
Allah'ı kula, yapmaya gücünün yetmediğini emreden ve terketmeye gücünün
yetmediğini bırakmayı emreden bir zat olarak sıfatlandırıyorsun. Daha doğrusu,
Allah Tealâ kula, kendisine ait olan işi yapmayı veya yapmamayı emrettiğini,
daha sonra kul, emredileni, yapmadığı takdirde onu ağır bir şekilde
cezalandırdığını, yani, kulu kendisine ait bir işi yapmadığından dolayı
cezalandırdığını ileri sürüyorsun.
Allah'ın, kulu,
emrettiğini yapmadığı veya yasakladığını yaptığı takdirde cezalandırması,
O'nun gökte uçmayı terketmesinden, dağları yerinden oynatmamasından, denizlerin
suyunu boşaltmamasından dolayı cezalandırmasına benzediğini açıkça ileri
sürüyorsun. Başka bir ifade ile, Allah'ın, kulu, bunlardan dolayı ceza alan
dırmasının, kulun hiçbir payı bulunmadığını renginden, boyundan ve kilosundan
dolayı cezalandırmasına benzediğini iddia ediyorsun.
Yine, Allah'ın,
kendisine hiçbir şekilde isyan etmeyen bir kulu en şiddetli bir azapla
cezalandırmasının mümkün olabileceğini, Allah'ın hikmet ve merhametinin buna
mâni olmayacağını, hattâ, Allah, kendisine karşı gelmeyeni
cezalandırmayacağını vaad etse bile, yine de cezalandırabileceğini iddia
ediyorsun. Allah Tealâ'yı "böyle bir sıfattan tenzih etmiyorsun.
Yine sen, Allah'ın,
kullarını yükümlü tuttuğu meselelerde, okuyup yazması olmayan bir körü
okumakla mükellef tutması, kötürüm bir insanı koşmakla mükellef tutması
gibidir, diyorsun. Böylece, davet ettiğin bu inanç metoduyla, Rabbi
gazaplandırıyorsun. Ve insanların, yüce mevladan uzaklaşmasına sebep
oluyorsun. Ayrıca, bu sözünle Allah'ın birliğini ifade ve ispat ettiğini
zannediyorsun. Halbuki, sen, tevhid ağacını kökünden sölcflp atıyorsun
Kulun, cebir altında
bulunduğu şeklindeki iddianın, şeriata ters düşmesi meselesi açık ve seçiktir.
Çünkü sanatın temeli, emir ve yasaklara dayanır. Emredenin, bir şeyi başkasına
değil, bizzat kendisine emretmesi ve bir işi başkasına değil, yine kendisine
yasaklamasının, mânâsız olduğu açıktır. Çünkü emir ve yasaklar, kulun fiili
ile, onun itaat ve isyanı ile ilgilidir. Fiili olmayan bir kimseden itaat veya
ir,yan nasıl beklenebilir?İtaat ve isyan bahis konusu olmayınca da, mükâfat ve
ceza sözkonusu olmayacaktır. Allah Tealâ'nm, kıyamet gününde kullarına
bahşedeceği nimetler ve vereceği cezalar, kulun itaat veya isyanının karşılığı
olmayıp, sadece, Allah Tealâ'nın irade ve kudretinden doğan bir muamele
olacaktır.
Cebriyeci — Kul,
herhangi bir davranışta bulunduğunda bu davranış, ya sadece Allah tarafından
takdir edilmiş olur veya kul, sadece kendi gücüyle bunu yapmış olur. Yahut da,
davranış, Rab ve kulun ortaklaşa katkılarıyla meydana gelir. Bu üç ihtimalden
en sonuncusunun bâtıl olduğu kesindir.
Ne var ki, bu üç
görüşten herbirini belirli bir gurup savunmuştur.
a) Eğer
davranışın sadece Rabbin takdiriyle meydana geldiği görüşü kabul edilecek
olursa ki, biz bu kanaatteyiz, bu durum cebrin tam kendisidir.
b) Şayet
davranış, sadece kul tarafından yanılmış bir fiil kabul edilecek olursa, bu
takdirde bazı şeylerin, 'Allah Tealâ'nm kudretinden uzaklaştırıldığı söz
konusu olur. Böylece Allah Tealâ, herşeye kadir olmuş sayılmaz. Yaratılan âciz
kul ise, yaratıcının kadir olamadığı bir kısım işlere kadir olmuş sayılır.
Kaderiyeciler, işte bu
noktada tevhid inancından ayrılmışlar ve mecusîlere benzemişlerdir.
el Eğer «davranış, Rab
ile kulun ortaklaşa katkısıyla meydana gelmiştir» denirse, Allah'a eş koşulur. Bir işin iki
yapıcı tarafından meydana getirildiği ve iki gücün katkısıyla oluştuğu ve bir
eserin iki sanat sahibi tarafından yapıldığı kabul edilmiş olur ki, bu da imkânsızdır.
Çünkü, iki eser sahibi bir eser üzerinde birleştikleri takdirde, o eser,
kendisini meydana getirenlerden birinin bulunması halinde, diğerine muhtaç
olmaz. Böylece birbiriyle çelişik iki durum ortaya çıkar. Bir eser, hem iki
eser sahibine muhtaç kabul edilir, hem de hiçbirine ihtiyacı yokmuş kabul
edilir.
Sünnî — Allah'ın
kudretinin, zat, sıfat ve fiillerden mümkin olan herşeyi kapsadığını, herhangi
bir şeyin, Allah Tealâ'nın kudretinin haricinde olmayacağını deliller
göstermektedir. Keza, kulun kendi işini kendi güç ve iradesiyle yaptığını,
yaptıklarının ise gerçekten kendisine ait bir fiil olduğunu, bu sebeple, akla,
örfe ve dine göre bazen övülüp bazan da verildiğini ve Allah Tealâ'nın, akıl
sahibi kullarını, hatta hayvanları bu tabiatta yarattığını yine deliller
göstermektedir.
Yine delillerle
sabittir ki, muayyen bir işin, iki fail tarafından yapılması, belirli bir
eserin iki müessir tarafından ayrı ayrı meydana getirilmesi mümkün değildir.
Yine deliller
göstermektedir ki, olayı meydana getiren bulunmadıkça, olayın meydana gelmesi
ve tercih eden bulunmadıkça birşeyin Fercih edilmesi imkânsızdır. Allah Tealâ,
bütün bunları akıllara yerleştirmiştir. Akl-ı selimden kaynaklanan deliller,
asla birbirleriyle çelişmez ve birbirlerine ters düşmezler. Bunların
bazılarına dayanarak, diğerlerini çürütmenin imkânı yoktur. Bilakis, bunların
hepsine birden dayanılır ve bunların icabı yapılır. Çünkü bunlar, birbirlerini
destekler mahiyettedir. Akl-ı selime dayanan.delillerin bir birleriyle çelişik
olduklarını, ancak basireti zayıf, şüpheci olanlar, tutarsız olarak çokça
konuşanlar zannederler. İlim, şüphelerden ve tutarsızlıklardan beri olan bir
şeydir.
Bu mesele hakkında
doğru olan şudur: Kulda görülen fiil, Allah Tealâ'nın, kula verdiği kudret ve
irade ile meydana gelmiştir. Allah Tealâ, kulun, bir işi yapmasını dilediği
zaman kulda, o işi yapacak bir kudret ve o işe sevkedecek bir sebep yaratır ve
kulda görünüş, kula nisbet edilerek ona «kulun işi» denir. Bu ifade şekli,
eseri, sebebe bağlama kabilindendir.
Diğer taraftan, kulda
görülen bu fiil, yaratılma bakımından Rabbîn kudretine nisbet edilir. O halde
iki kudretin tesiriyle bir işin meydana gelmesi imkânsız değildir. Çünkü, iki
kudret sahibinden kulun kudreti, Rabbin kudretinin bir eseri ve O'nun bir cüz'üdür.
Rabbin kudreti ise müstakildir, başka bir güce dayanmaksızın tesirini gösterir.
Bu meseleyi ifade
ederken «İki kudret sahibinin bir eseri» şeklinde izaha kalkışmak, yanlış bir
ifadedir ve işi karıştırmaktan ibarettir. Çünkü bu ifade şekli, her iki
kudretin, eşit olduğu kanaatini verir. «Bu elbise, şu iki adamındır.» «Bu ev,
şu iki ortağındır.» misalinde olduğu gibi...
Kulun fiili, kulun,
sonradan yaratılan kudretiyle meydana gelir. Bu mesele, bir işin, sebebi
tarafından meydana getirilmesine benzer. Sebep, sebebin meydana getirdiği olay,
fail, vasıta... bütün bunlar, Allah Teaîâ'nın, ezeli ve ebedi olan kudretinin
bir eseridir. Böylece, Allah Tealâ'mn kudreti, kapsamından ve kemalinden
uzaklaştırılmış olmaz ve mümkin olan herşeyi kapsamına almaktan beri kılınmış
olmaz. Kâinatta yüce R-abbin irade ve kudretinden başka, kendi başına etken
olan hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Bütün varlıklar, Allah Tealâ'mn yarattığı
mahluklardır. Bunlar, Allah Tealâ'nın kudretinin ve iradesinin bir eseridir.
Bunu inkâr eden kişi, Allah Tealâ'dan başka bir yaratıcının varlığını veya
yaratıcısız olarak yaratılanların bulunduğunu ispat etmek zorundadır.
Cebriyeci —
Kaderiyecilere göre, kâfirin sapıklığı ve cehaleti, kâfir tarafından yaratılmış
ve kâfirin isteği ile meydana gelmiş bir hadisedir. Bu ise imkânsızdır. Çünkü,
böyle olacak olsaydı, kâfirin, bunları, kasıtlı olarak yapması icabederdi.
Zira, kasıt, istekle yapılan işlerin gereklerindendir. Kâfirin sapıklık ve
cehaletinde bile bile kasıtlı olması imkânsızdır. Çünkü akıl sahibi bir insan,
kendisinin, sapıklık ve cehalet içinde olmasını istemez. O halde kâfir, kendi
isteğiyle kendisinde görülen fiilin faili değildir.
Sünni — Sana şaşıyorum
ey Cebriyeci! Kulu inkâr ve zulmü yapan bir kişi olmaktan tenzih ediyorsun ve
bütün bunları Allah Tea-lâ'ya. nisbet ediyorsun. Şu sözün de çok acaip.
Diyorsun ki: «Akıllı bir kişi kendisi için inkâr ve cehaleti tercih etmez.»
Halbuki sen, birçok insanların, sırf inat, taşkınlık ve çekemezlikten dolayı
inkâr ve cehaleti kasıtlı olarak, kendisi için seçtiğini, hak ve doğruluğun,
bunların dışında bulunduğunu bildiği halde heva ve hevesine, cehaletine ve
insafsızlığına boyun eğdiğini, .onu doğru yola ve hidayete götürecek sebeplere
muhalefet ettiğini, sapıklık yolunu tuttuğunu, hidayet yoluna sırt çevirdiğini
görmektesin. Söz söyleyenlerin en doğrusu olan yüce Allah şöyle
buyurur-.«Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, âyetlerimden
uzalclaştıracağım. Onlar her âyeti görseler yine ons, iman esmezler. Doğru yolu
gördükleri zaman onu kendilerine yol edinmezleri. Fakat azgınlık yolıftıu
gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi ise, âyetlerimizi
yalanlamaları ve onlardan gafil kalmalarıdır.»[19]
Diğer bir âyet-i kerîmede : «Se-mud'a gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik.
Fakat onlar, körlüğü, hidayete tercih ettiler...»[20]
buyurmuştur.
Yine, Allah Tealâ,
Firavun'un kavmini anlatırken şöyle buyurur : «Vicdanları, doğruluğuna kanaat
getirdiği halde, sırf zulümleri ve büyüklenmeîeri yüzünden o mucizeleri inkâr
ettiler. Bozguncuların akıbeti nasıl oîdu bir bak.»[21]
Diğer bir âyet-i celilede de şöyle buyurur: «Biz, Âdi ve Senıud kavimlerini de
helak ettik. Bu, geride kalan yerlerinden de size belli olmaktadır. Şeytan,
yaptıkları kötülükleri, kendilerine süsleyip güzel göstererek, onları doğru
yoldan uzaklaşünnışti. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumdaydılar.»[22] Bir
başka âyet-i kerîmede: «... Halbuki onlar, o sihri satın alan kimsenin,
âhiretten bir nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı...»[23]
buyurmaktadır. Yine diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: «Allah'ın,
kullarından dilediğine iütfundan birşey indirmesini kıskanarak, O'nuiı
indirdiklerini inkâr etmekle, kendilerini, karşılığında sattıkları şey, ne
kötüdür!..»[24] Başka bir âyet-i
celilede: «Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü haîde, Allah'ın âyetlerini niçin
inkâr ediyorsunuz?»[25] «Ey
kitap ehli, niçin hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?»[26] Yine
bir âyette: «...Ey kitap ehli, niçin iman edeni Allah'ın yolundan men
ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken, o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz.»[27]
buyurulmaktadır.
Kur'an-ı Kerîm'de bu
gibi âyetler pek çoktur. Allah Tealâ, bunlarla inkarcıların, bile bile,
kasten, sapıklık ve inkârı tercih ettiklerini beyan etmektedir. Diğer yandan,
herhangi bir şeyin sapıklık ve körü körüne bir saplantı olduğu ortada açıkken
kişi, bunun doğru birşey olduğunu sanarak, kasten onu yapmak [28]ister.[29]
Daha önce de
anlattığımız gibi, Müslümanlar, Hulefa-i Raşidîn döneminin sonlarında ve
Emeviler döneminde «Kaza ve Kader» meselelerini tartışmaya girişmişlerdi.
Bunlardan bazıları çok aşırı giderek, insanın, yaptığı işlerde hiçbir iradesi
olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, daha önce açıkladığımız
Cebriyecilerdir.
Bunlara mukabil,
Kaderiyeciler de, diğer bir cihetten aşırı gitmişler, insanın yaptığı bütün
işlerin, -Allah'ın iradesinden müstakil olarak, tamamen kulun kendi iradesinden
kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. «Mutezililer» de bu görüştedirler. Ancak
«Mutezilîler» ilmi kelâmın başka meselelerinde de meşhurdurlar. Bu sebeple,
«Mutezilik» ayrı.bir mezheptir. Kaderiye mezhebine dahil değildir. «Kaderiyeciler»
«Mutezilîlerle» birleştikleri bu aşırıhklanyla kalmamışlar, içlerinden, daha
aşırı giderek, «ilim ve takdir» anlamına gelen ilâhi kaderin bulunmadığını
iddia edenler çıkmış ve «İşler, kendiliğinden, takdirsiz olarak meydana gelir
ve onu Allah, meydana geldikten sonra bilir» diyenler bulunmuştur.
Bunların liderlerinden
Ma'bed b. Halid el-Cühenî'nin, «Kadere-sarılarak günahlardan kurtulmak isteyen
bir kişinin sözlerini duyunca ona şu cevabı verdiği rivayet edilir: «Kader
diye bir şey yoktur. îşler, takdirsiz olarak, kendiliğinden meydana gelir.»
Cüheni, bu sö?-leriyle, 'Allah Tealâ'nm, ezeli iradesini ve ezeli ilmini inkâr
etmiş olur. Buda Kur'an ilmini, yüce Yaratıcı'nm kudretinin dışına çıkarmak
olur.
Bazı tarihçiler, bu
fırkanın, «Kaderiye» diye adlandırılmasına hayret etmişlerdir. Çünkü bunlar,
kaderi inkâr eden kişilerdir. Nasıl olur da, kader'e nisbet edilerek
«Kaderiyeciler» denir?
Bazıları, bunların
söylediklerinin tam aksi ile isimlendirilmelerine engel bir durum
bulunmadığını, zira bazı şeylerin, zıtlanyla isimlendirilmesinin bir vakıa
olduğunu söylemişlerdir.
Diğer bir kısım
insanlar ise bu durumu, şöyle izaha çalışmışlardır. «Kaderiyeciler kaderin
Allah Tealâ tarafından olmadığını ve kullara ait olduğunu iddia ettikleri için
«Kaderiyeciler» diye adlandırılmışlardır. Çünkü bunlar, herşeyi, insanın irade
ye kudretine dayandırmışlar ve böylece bir nevi insanı kadere hakim olan bir
varlık kabul etmişlerdir.»
Bazı yazarlar ise,
bunlara «Kaderiyeci» adının, muhalifleri tarafından takıldığını «Bu ümmetin mecûsîleri de
Kaderiyecilerdir.»[30]
hadis-i şerifinin
kapsamına girmeleri için böyle yaptıklarını ileri sürmüşlerdir.
Türkiye'nin eski
Şeyhülislâmı merhum üstad Mustafa Sabri hoca efendi, Kaderiyecilere bu ismin
verilmesine başka bir sebep göstermektedir. O sebep te şudur; «Kaderiyecilerin
inançlarının, mecû-silere benzemesidir. Mecûsiler, ilâhın iki tane olduğunu,
hayırı yaratan ilâhın NUR, şerri yaratan ilâhın ise KARANLIK olduğunu iddia
etmektedirler. Kaderiyeciler ise, hayır ile şerrin arasını ayırmakta, hayrın
Allah'tan olduğunu, şerrin ise şeytandan kaynaklandığını ve 'Allah'ın, şerri
dilemediğini ileri sürmektedirler.[31]
Tarihçiler, insanları
bu mezhebe davet eden kişinin kim olduğu ve bu mezhebin nerede meydana çıkıp
yayıldığı hakkında derin araştırmalara girişmişlerdir.
Bizim kanaatimize
göre, insanlar arasında ortaya çıkıp yayılan görüşlerin, bir takım tahminlere
dayanmaksızın, başlangıç noktasını kesin olarak tesbit etmek çok zordur.
Kaderiyecilik konusunda da durum bundan ibarettir. Ancak, araştırıcıların çoğu,
bu dvşüncenin, görüşlerin çarpıştığı, fikirlerin çeliştiği ve inançların
karmakarışık olduğu bir dönemde ilk defa Basra şehrinde ortaya çıktığını ileri
sürmüşlerdir.
Bütün Irak toprakları
bu tip çatışmalara sahne olmuştu. «Sarh el-Uyûn» adlı kitapta, şunlar
anlatılır: «Kader meselesinde ilk önce konuşan kişi Irak'h birisidir. Bu adam
daha önce hristiyan idi. Sonradan müslüman oldu. Ma'bed eî-Cuhenî ve Ğaylan
eltımışkî, Kaderiyeciliği bu adamdan öğrenmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki,
Kaderiyecilik düşüncesi sonradan îslâma sokulan bir fikirdir. Müslümanlar
arasında, yabancı birisi tarafından, îslânı adına yayılmıştır. Bu fikri yayan
yabancı ise, art niyet taşımaktadır.»
Daha önce hristiyan
olan bu Iraklı adamdan «Kadercilik» düşüncesini iki kişi almıştır. Bunlardan
biri, bu düşünceyi Irakta yayma vazifesini üzerine alan Ma'bed el-Cühenî'dir.
Diğeri ise, Samda halkı bu mezhebe davet eden Ğaylan el-Dımışki'dir.
Ma'bed el-Cühenî,
insanları kısa bir süre bu fikre davet etme imkânı buldu. Abdurrahman b.
el-Eş'as'm isyanı ortaya çıkınca, hemen ona katıldı. Eş'as mağlup olunca
Ma'bed, bu fikre davet eden ve yardım eden.bir kişi olduğu için Haccac
tarafından öldürülen kişiler arasında bulunuyordu. Görülüyor ki, Ma'bed,
ortaya çıkan her fitnede sinsice yer alıyor ve çeşitli tuzaklara başvuruyordu.
Nihayet boynu vuruldu.
Ğaylan el-Dımışki'ye
gelince : Bu adam, Şam'da halkı kaderciliğe çağırmaya devam etti. Bu mevzuda
Ömer b. Abdülaziz ile dahi münakaşa etmişti. Ğaylan, Ömer b. Abdülaziz'e
mektuplar yazarak , onu adaletli olmaya davet etti. Ona yazdığı mektuplardan
birinde şöyle diyordu : Ey Ömer! Bakıyorsun fakat göremiyorsun, farkedi-yor ama
tam anlamıyorsun. İyi bil ki Ömer, sen, İslâmda çürümüş kalıntılara ve silik
bir takım izlerentiştin.
Ey ölüler arasında
bulunan ölü! Ne takibedecok bir iz bulabiliyorsun, ne de faydalanacak bir ses
işitebiliyorsun. Sünnetler çiğnendi, bid'atlar ortaya çıktı, âlimler
sindirildi konuşamaz oldular, cahillere nasihat edilecekken, meseleler
onlardan sorulur oldu. Halife vardır ki, ümmet onunla kurtuluşa erer. Yine
halife vardır ki, ümmet onunla helak olur. Ey Ömer! Sen, bunların hangisindensin?
Allah Tealâ buyuruyor ki-, «Onları, emrimizle, doğru yolu gösteren önderler
yaptık.»[32]
İşte bu sıfatta olan
bir halife, hidayet Önderidir. Ona uyanlar da hidayettedir. Bunun aksi olan
halife hakkında ise, Allah Tealâ şöyle buyuruyor: «Biz onları dünyada cehennem
ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardım edilmeyeceklerdir.»[33]
«Ateşe gelin» diye
çağıran hiçbir davetçi bulamazsın. Aksi takdirde ona kimse uymaz. Burada
«ateşe davet edenler» den maksat, insanlar: Allah'a isyana davet edenlerdir.
O halde ey Ömer!
Ayıpladığı bir şeyi- yapan veya yaptığı bir şeyi ayıplayan yahut uyguladığı
hükümlere uyanları cezalandıran, yahut da suç saydığı hükümleri tatbik eden
herhangi bir hikmetli davrananı gördün mü?
Yine sence, kullarını,
güçlerinin yetmediği şeylerle mükellef tutan yahut, takdirine boyun eğenleri
cezalandıran bir merhametli yüce mevla olur mu?
Yine sana göre,
insanları zulmetmeye, zulme karşı zalimce davranmaya sevkeden, adaletli bir
ilâh bulunur mu?
Ve yine sana göre,
insanları yalan söylemeye, birbirlerini aldatmaya sevkeden, doğru sözlü bir
mevla mevcut mudur?
Bu kadar izah,
açıklama olarak yeter. Kör'ün körlüğünü artırmak için de kâfidir.»[34]
Evet, işte bunlar,
Ğaylan el-Dımışkî'nin Ömer b. Abdülaziz'e yazmış olduğu mektup veya
mektuplardan bir kısmıdır.
Ömer b. Abdülaziz'in
Ğaylan'ı davet ederek, düşünceler: hakkında onunla tartıştığı, neticede
Ömer'in, Ğaylan'ın delillerini çürüttüğü ve Ğaylan'ın, Ömer'e şunları
söylediği anlatılır. -Ey müminlerin emiri, ben sana sapık bir kişi olarak
geldim, sen ise beni hidayete erdirdin. Kör olarak geldim, basiretimi açtın.
Cahil olarak geldim, bana ilim öğrettin. Allah'a yemin olsun ki bu mesele
hakkında artık hiçbirşey konuşmayacağım.»
Ancak, anlaşılmaktadır
ki Ğaylan, müminlerin emiri Ömer b. Abelaziz öldükten sonra tekrar eski
düşüncelerine dönmüştür. Murtaza, «el-Munye vel Emel» adlı eserinde Ömer b.
Âbdülaziz'in Ğaylan'a şunları söylediğini anlatır. «Yapmakta olduğun vazifede
bana yardımcı ol.» Ğaylan ise Ömer'den şunu istemiştir. «Beni, hazine
mallarını satmaya ve haksızlıkları.giderme vazifesine tayin et.» Ömer,
Ğaylan'i, bu vazifeye tayin etti. Ğaylan, hazine mallarını satıyor ve
insanlara şöyle diyordu : «Gelin hainlerin malına! Gelin zalimlerin malına!
Gelin Resuîullah'm sünnene ve davranışlarına uymayarak onun ümmetine halife
olanların yığdıkları dünya metama!»[35]
Ğaylan, Ömer b.
Abdüîaziz vefat ettikten sonra da insanları bu dâvasına davet etmiştir.
Nihayet, Hişam b. Abdülmelik dönemi başlamış, bu düşünceler çokça yayılmış,
Fars ve Horasan bu düşüncelerin temerküz ettiği yerler haline gelmiştir. Hişam
b. Abdülmelik, buralarda devletine karşı tehlikeler hissetmiş, Horasan ve
Fars'tan esen her rüzgâra karşı savaş açmıştır. Daha önce, Horasan'da bulunan
valisinin, Ca'd b. Dirhem'i «Kur'an-ı Kerim mahluktur» dediği için öldürdüğünü
anlatmıştık. Tabii ki Hişam b. Abdülmelik Ğaylan'ın pe-sini bırakamazdı. Onu,
dâvasını yaymaya devam etmekte serbest bırakmazdı.
Fakat Hişam, delilsiz,
dâvâsız bir şekilde Ğaylan'ı öldürmek istemiyordu. Bu sebeple onu, zamanının
en büyük fıkıhçısı olan İmam Evzai ile tartışmaya davet etti. «Ikd el-Ferid» ve
«Şerh el-Uyûn» adlı eserlerde zikredildiği gibi, imam Evzaî, Ğaylan ile
tartışmış ve onu susturmuştur. Bu tartışmayı «Mehasin el-Mesaî fî Menakıb-i Ebu
Ömer el-Evzaî» adlı kitabın sahibi zikretmiş ve «Bu, bir kaderiyeci ile yapılan
münakaşadır.» demiştir.
Bu tartışma «Ikd
el-Ferid>ve «Şerh el-Uyûn» adh eserlerdeki ile karşılaştırıldığı zaman,
Kaderiyecinin, Ğaylan ei-Dımışkî olduğu anlaşılır. «Mehasin el-Mesaî» adlı
kitapta zikredilen tartışma ve o tartışmanın girişi şöyledir:
«Hişam b. Abdülmelik
döneminde Kaderiyeci bir adam vardı. Hişam, birgün ona bir kişi göndererek onu
huzuruna çağırdı ve şunları söyledi: «Senin hakkında çok, dedikodu edildi.»
Kaderiyeci şu cevabı verdi: -Evet, Ey müminlerin emiri, dilediğini çağır onunla
tartışalım. Eğer onun vasıtasıyla benim hatalı olduğumu ortaya koyabilirsen
boynumu sana teslim ederim.» Hişam, «İnsaflı konuştun.” dedi. İmam Evzaî'ye bir
kişi gönderdi. Evzaî gelince, Hişam ona «Ey Ebu Ömer, bu Kaderiyeci ile bizim
adımıza tartış.» dedi. Bunun üzerine :
Evzaî — (Ğaylan'a
hitaben) İster üç, ister dört, istersen tek bir mesele seç.
Kaderiyeci Ğaylan — Üç
mesele olsun.
Evzaî — Söyle bakalım.
Allah Tealâ yasakladığı birşeyin yapılmasına müsaade eder mi?
Kaderiyeci Ğaylan — Bu
mesele hakkında hiçbir fikrim yoktur.
Evzai — Birinci mesele
bu idi. İkinci olarak, söyle bakalım Allah Tealâ emrettiği bir şeyin
yapılmasına mâni olur mu?
Kaderiyeci Ğaylan — Bu
mesele birincisinden daha zor. Benim, bu hususta da bir fikrim yoktur.
Evzaî — Ey müminleri
emiri, bu ikinci meseledir, dedi ve Ka-deriyeciye hitaben şöyle söyledi. «Söyle
bakalım, Allah Tealâ, haram kıldığı birşeyin yapılmasına yardım.eder mi?
Kaderiyeci Ğaylan — Bu
mesele birinci ve ikinci meseleden daha zordur. Benim, bu hususta da herhangi
bir düşüncem yoktur.
Evzaî — Ey müminlerin
emiri, işte üç mesele, bundan ibaret.
Bunun üzerine Hişam
emretti ve Kaderiyecinin boynunu vurdurdu. Sonra da Evzaî'ye yönelerek «Bize bu
üç meseleyi izah et bakalım.» dedi. Evzaî: «Peki, ey müminlerin emiri!» dedi
ve şöyle devam etti: «Ey müminlerin emiri bilmiyormusun ki, Allah Tealâ, yasakladığı
bir şeyin yapılmasına müsaade etti. Hz. Âdem'in, ağaçtan yemesini yasakladı,
daha sonra ise ondan yemesine müsaade etti. Âdem'de yedi. Ey müminlerin emiri,
yine bilmiyor musun ki, Allah Tealâ bir şeyi emretti, sonra da yapılmasına mani
oldu. İblis'e, Hz. Âdem'e secde etmesini emretti, sonra da onun secde etmesine
mâni oldu. Ve yine bilmiyor musun-ki, ey müminlerin emiri, Allah Tealâ birşeyi
haram kıldı, sonra da onun işlenmesine müsaade etti. Leş, kan ve domuz etinin
yenmesini yasakladı, sonra da, zaruret halinde bunların yenmesine müsaade
etti.
Bunun üzerine Hişam;
«Söyle bakalım, ona soracağın tek mesele hangisiydi?» dedi. Evzaî şu cevabı
verdi: «Ona diyecektim ki; «Söyle bakalım, Allah Tealâ, seni yaratırken kendi
dilediği gibi mi, yoksa senin istediğin gibi mi yarattı? Kaderiyeci; «Kendi
istediği gibi yarattı.» diyecekti. Ben de ona diyecektim ki; «Allah seni, senin
istediğin zaman mı, yoksa kendi dilediği vakit mi öldürecektir?» O da
diyecekti ki; «Kendisi dilediği zaman.» Bunun üzerine ben ona diyecektim ki;
«Söyle bakalım, Allah Tealâ seni öldürdükten sonra nereye gideceksin? Onun
dilediği yere mi, senin dilediğin yere mi?» O diyecekti ki, «Onun dilediği
yere.»
Ey müminlerin emiri!
Şurası bir gerçek ki, kendi yaratılışını güzelce yapmaya, kendi rızkını
artırmaya, ecelini ertelemeye ve kendisini dilediği yere koymaya gücü yetmeyen
bir varlığın elinde hangi güç ve kudret bulunur?
Kaderiyeciler ne
Allah'ın kelamına, ne peygamberlerin sözlerine, ne cennettekilerin sözlerine,
ne cehennemliklerin sözlerine, ne meleklerin sözlerine, ne de kardeşleri
îblis'in sözüne rıza gösterirler.
Allah Tealâ'nın kelamı
şudur: «Rabbi onu seçerek salih kullardan eyledi.»[36]
Meleklerin ki işe
şudur- «Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur.»[37]
Peygamberlerin sözüne
gelince, Şuayb (A.S.) şöyle demiştir: «...Muvaffakiyetim ancak Allah'tandır.
Sadece ona güvenirim ve ona yönelirim.»[38]
İbrahim (A.S.) de
şöyle demiştir: «Eğer rabbim beni doğru yola sevketmeseydi yemin olsun ki
sapık kavimden olurdum.»[39]
Nuh (A.S.) ise şöyle
demiştir: «Eğer, Allah sizi azdırmayı dilerse, öğüt vermek istesem de öğüdüm
size fayda vermez. O, sizin rabbinizdir.»[40]
Cennetlikler şöylo
demişlerdir: «Bizi, buna erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer, Allah bizi doğru yola
sevketmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık.»[41]
Cehennemliklerin sözü
ise şudur : «... Eğer, Allah bizi doğru yola sevketmiş olsaydı, biz de sizi o
yola sevkederdik...»[42]
Şeytanın sözüne gelince; O
da; «Rabbim, beni saptırdığın için...»[43]
demiştir.
Şayet bu tartışma
doğruysa,— ki bize göre doğru olmaması için bir sebep yoktur.— bu, eşit olmayan
iki taraf arasında cereyan eden bir tartışmadır. Taraflardan biri, soru
sormakta tam olarak serbest iken, diğeri, hiçbir açıklama isteyemeden sorulara
olduğu gibi cevap vermek zorundadır. Ya cevap verecektir, yahut da boynu kılıçla
kesilecektir. Tartışmanın başlangıcından da anlaşılmaktadır ki, tartışmaya
girişilmeden önce idama karar verilmiş, daha sonra insanların huzurunda kararı
haklı göstermek için tartışma açılmıştır. Yoksa, Kaderiyecinin öldürülmesinin
sebebi bu tartışma değildir. Bu mesele, önce hüküm verip, daha sonra onu
uygulamak için şahitleri dinlemeye benzer.
Diğer yandan bütün sorular
tek amaca yöneliktir, rumuzlar kadar kapalıdır. Öyle ki; Hişam b.
Abdülmelik'in kendisi bile soruları anlayamamıştır. Eğer Hişam, meselenin
gerçek yüzünü öğrenmek için tartışma açtırmış olsaydı, adamı öldürmeden önce,
soruların ne demek olduğunu öğrenmek isterdi. Sorular, soru olmaktan ziyade
bilmecelere benziyorlardı. Bu, bir tartışma değil, daha önce kararlaştırılmış
ölüme bir bahane ve bir gerekçe hazırlamaktı.
Münakaşa nasıl olursa
olsun bu, Evzai'nin," Kur'an-ı Kerim'i incelikleriyle bildiğini ve
tartışmadan önce buna hazırlandığını göstermektedir. Evzaî, tartışma
esnasında, zahirleriyle Kaderiyeciliği reddeden birçok âyet-i kerîme
zikretmiştir.
Gaylan öldürüldü ama,
mezhep te öldü mü? Tek kelimeyle; hayır ölmedi. Bazı âlimlerin söyledikleri
gibi başka mezhepler içinde de erimedi. Çünkü bu mezhep daha sonraları Mutezile
mezhebine karışmasına rağmen, Basra'lıîar arasında uzun süre yaşamış,
dalîan-mış-budaklanmış, hatta Kaderiyecilerin bazı fırkalarının «Dualizm»
anlayışına benzeyen bir mezhebe dönüşmelerine sebep olmuştur. «Dualizm»
mezhebine mensup olanlar, kâinatın, aydınlık ve karanlık olmak üzere iki güce
boyun eğdiğine, hayırın aydınlık, şerrin karanlık tarafından meydana
getirildiğine karar vermişlerdir. Ka-deriyeciler ise; hayırın Allah'dan, şerrin
ise Allah'ın iradesinin bir katkısı olmaksızın, kendi nefislerinden
kaynaklandığına hüküm ver-, mislerdir. Böylece Kaderiyeciler, Allah Tealâ'nm
iradesine karşı inatlaşmışlardır. «Allah, onların iddialarından münezzehtir,
çok yücedir.»[44]
Bir Kaderiyeci ile bir
Sünnî arasındaki tartışma[45]
İbnül Kayyım, bir
Kaderiyeci ile bir Sünni arasında şöyle bir münazara tasavvur eder. Münazarada
taraflardan herbiri, diğerine karşı deliller ileri sürer. İbnül Kayyim,
tartışmada her iki mezhebe yer vermesine rağmen, Sünni'yi Kaderiyeciye galip
getirmeye çalışır. Biz burada bu tartışmanın bir bölümünü zikredeceğiz:
Kaderiyeci — Allah
Tealâ, amelleri, kullara bazan genel olarak, bazan da özel olarak nisbet
etmiştir: Kulun genel olarak her ameli yapmaya gücünün yettiğini beyan eden
deliller şunlardır.
a) Allah
Tealâ şu âyet-i celilede kulun, amelleri yapmaya güç yetirebileceğini beyan
eder: «Sizden hür mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kinişe...»[46]
b) Şu âyet-i
kerîmede de kulların herhangi bir şeyi dileyip dilememe gücünün bulunduğunu
beyan eder: «Bilhassa, içinizden, doğru yolu bulmayı dileyenler için.»[47]
c) Allah
Tealâ şu âyot-i kerîmede de bir şeyi isteyip istememe gücünün bulunduğunu beyan
ederek şöyla buyurur: «Onu kusurlu (arızalı) yapmak istedim.»[48]
d) Şu
âyetlerde de kulun, birşeyi yapmaya, kazanmaya ve İmal etmeye gücünün
yetebileceğini beyan ederek şöyle buyurur: «... Yaparlar.»[49] «...
Amel ederler.»[50] «...o halde kazandıklarınızdan
dolayı...»[51] «Bu işledikleri ne kötü
bir şeydir.»[52]
Kulun, sadece bazı
işleri yapmaya gücünün yettiğini beyan eden deliller ise şunlardır-. Kulun
namaz kılması, oruç tutması, hacc ötmesi, temizlenmesi, zina işlemesi,
hırsızlık yapması, cana kıyması, yalan söylemesi, kâfir olması, günahkâr olması
ve benzerleri...
Bu çeşit fiilleri,
kullara değil de sadece Allah'a nisbet etmek, yahut hem kullara hem de Allah'a
nisbet etmek mümkün değildir. O halde, bu fiiller sadece kullara nisbet edilir.
Sünnî — Bu sözde hak
da var bâtıl da. «Allah fiilleri kullara nisbet etti.» şeklindeki sözün,
şüphesiz ki doğrudur. Fakat, «Bu fiillerin kullara nisbet edilişi, Allah'a
nisbet edilmelerine engeldir.» şeklindeki sözün, anlaşılmayacak kadar kısa ve
karışıktır.
Şayet sen, bu işlerin
Allah'a nisbet edilemeyeceği sözünde, bunları Allah'ın bizzat yapmadığını,
bunlarla sıfat!anamryacağım, bunlara terettüp eden hükümlerden, Allah'm
yükümlü olmayacağını ve bu fiillerden isimler türetilerek, Allah'ın bu
isimlerle isimlendirilemiyeceğini kastediyorsan, doğru söylüyorsun. Bu itibarla
bu fiillerin hiçbiri Allah'a nisbet edilemez.
Fakat,”Bu fiillerin
Allah'a nisbet edilmesi mümkün değildir.» sözünle, Allah'ın, bunları
bilmediğini, gücünün bunlara yetmediğini, bunları dilemediğini ve bunları
yaratmadığım kastediyorsan, şüphe yok ki bu sözün bâtıldır. Çünkü Allah Tealâ
bu fiilleri bilmekte, takdir etmekte ve yaratmaktadır. Bu fiillerin kullara
nisbet edilişi, bu son izah tarzıyla Allah'a nisbet edilmelerine engel
değildir. Bu durum şu misâle benzer: «Bütün mallar Allah Tealâ tarafından
yaratılmıştır ve gerçekte onun mülküdür. Buna rağmen Allah Tealâ, malların
mülkiyetini kullara nisbet eder.»
Evet, bütün ameller ve
mallar, Allah'ın yarattığı ve mâlik olduğu şeylerdir. Allah TeaJâ bunları
kullarına nisbet eder. Kullarını, mallara sahip kılan ve onlara amelleri
yaptıran O'dur. Bu sebeple amellerin, hem Allah'a hem de kullara nisbet
edilmesi, doğrudur.
Ameller de, mallar da
kulların kesb ve iradeleriyle meydana gelir. Mallan ve onları kazananları,
amelleri ve onları işleyenleri yaratan Allah'tır. O halde kulların mal ve
amellerinin gerçek sahibi ve mutasarrıfı, Aİlah'dır. Kulların duymalarının,
görmelerinin ve ruhlarının sahibi ve mutasarrıfı olduğu gibi...
Kullarına işittiren,
kullarını gördüren ve kullarına amel yaptıran O'dur. Duyma ve görme organları
ve gücünü, duyma ve görme fiilini kullarına veren O'dur.
Yine, amel etme
vasıtasını, gücünü ve amelin kendisini kullara, Allah vermiştir. Bir işin
yapılmasını el'e nisbet etmek, bir sözün söylenmesini dil'e nisbet etmek,
duymayı kulağa, görmeyi göze nisbet etmek gibidir. Görme ve duymanın, gören ve
duyan organlara nisbet edilmeleri, konuşma ve herhangi bir şeyi tutmanın dil
ve el'e nisbet edilmesi gibidir. Şayet kullar, görmeyi ve duymayı
yarattıysalar, görme, duyma organlarını ve gücünü ve görmeye duymaya vasıta
o!an birçok sebepleri de kullar mı yaratmıştır? Yoksa tek ve kah-har olan, her
şeyin yaratıcısı olan Allah mı yaratmıştır?
Kaderiyeci — Eğer
kulların fiillerini Allah yapmış olsaydı, yapılan fiillerden isimler
türetilerek onların Allah'a nisbet edilmesi gerekirdi. Bu fiillerden
türetilecek isimlerle anılmaya Allah, kullardan daha lâyık olurdu. Çünkü,
dinleri, dilleri ve örfleri değişik olmasına rağmen bütün insanlar, ayakta
durana «ayakta» derler. Yemek yiyene «yiyen» derler. Hırsızlık yapana «hırsız»
derler. Diğer bütün işler bunlar gibidir.
Siz, işi tersine
çevirdiniz. Gerçekleri alt-üst ettiniz. Kullarda görülen fiillerden isimler
türetilerek, o fiillerin gerçek yapıcısı olarak kabul ettiğiniz Allah Tealâ'ya,
türetilen isimlerin nisbet edilemiye-ceğini, aslında bu fiilleri yapmayan
kullara nisbet edilebileceğini iddia ettiniz. Bu ise, alda, lügatlara ve
milletlerin örflerine ters düşmektedir.
Sünnî — Fiilin gerçek
yapıcısı kul, onu yaratan ve onun gizli ve aşikâr vasıtalarını halkeden,
Allah'tır. Bu fiillerden isimler türetilerek onları yapan kullara nisbet
edilir ve meselâ: Ayağa kalkana «ayakta», oturana «oturan», namaz kılana «namaz
kılan», hırsızlık yapana «hırsız», zina edene «zânî» denir. Çünkü iş, kim
tarafından yapılırsa o işin hükmü başkasına değil ona aittir. O fiilden isim
türetilerek, onu yapmayana değil, yapana nisbet edilir. Ortada dört husus
vardın İkisi mânevidir, ikisi de maddi. Mânevi olanlar, birşoy hakkında olumlu
veya olumsuz hüküm koymaktır. Bu ise Allah'a aittir.
Maddî olanlara
gelince; hükümden sorumlu olmak veya olmamaktır. Yeme, içme, zina etme,
hırsızlık yapma fiilleri kul tarafından yapıldığı için, bu fiillerin hükümleri
kula aittir ve kul, bunlardan türetilecek isimlerle adlandırılır. Bu fiillerin
hükümlerinin Allah'a 'ait olması ve bunlardan türetilecek isimlerin ona nisbet
edilmesi mümkün değildir. Fakat bu hal, hiçbir zaman bu fiillerin, Allah'ın
bilgisi ve kudreti dışında meydana geldiklerini ve Allanın, kullarına verdiği
bir güçle meydana gelmediklerini ve bunları, Allah'ın yaptırmadığını ifade
etmez.
Kaderiyeci — Eğer
Allah, bu işlerin yaratıcısı olsaydı, bu sayılanlar, Allah için de söz konusu
olurdu.
Sünni — Senin bu iddian
bâtıldır ve yalan bir dâvadır. Çünkü, 'Allajh Tealâ'nm, mahîukaünda yarattığı
fiillerden isimler türetilerek ona nisbet edilmez ve bu fiillerin neticeleri
Allah'a izafe edilemez. Bilakis, o fiillerden türetilen isimler o filleri
bizzat işleyenlere izafe edilir. Meselâ: Allah Tealâ renkleri, çeşitli tatları,
kokulan ve hareketleri yaratmıştır. Fakat bunlardan türetilen isimler ve bunların
hükümleri Allah'a izafe edilmemiştir.
Hükümlerin izafe
edilmesi demek «falan oturuyor», «falan yiyor», «falan içiyor» şeklinde ifadelerde bulunmak
demektir.[53]
Burada, îbnül
Kayyim'in, ehl-i sünnet vel cemaat mezhebini kendi görüşü ve hocası îbni
Teymiyye'nin görüşüne göre tasvir ettiği görülmektedir. Çünkü İbnül Kayyım,
kulun fiillerinin,-yaratıcısının Allah Tealâ olduğunu, buna rağmen onların kula
nisbet edileceğini, zira, Allah Tealâ'nm kulda yapıcı bir güç yarattığım ve
işin, kul tarafından başarıldığını ileri sürdüğünü görmekteyiz. İbnül Kayyim'e
göre, kulun, kendisine nisbet edilen fiillerle ilgisi, Allah Tealâ'nm,
yarattığı şeyleri bizzat kesbedenin o işle olan ilgisi kadardır. Kes-betmek
(kazanmak) de yine, Allah Tealâ'nm kula verdiği bir gûc ile gerçekleşir.
İbnül Kayyım, bu
izahatıyla bu mesele hakkındaki İmam Eşarî1’nin görüşünü, ehl-i sünnet vel
cemaatin görüşü olarak kabul etmemekte, bilakis, bunları Cebriyecilerden
saymaktadır. İleride bu meseleyi anlatırken, Sünnilerin görüşlerini izah
edeceğiz.[54]
Bu fırka, büyük günah
işleyenin mümin sayılıp sayılmayacağı hakkındaki tartışmaların çoğaldığı bir.dönemde
ortaya çıkmıştır.
Hâriciler, büyük günah
işleyenin kâfir olduğunu, Mutezililer ise bunların mümin olmadığım, fakat
kendilerine «müslüman» denebileceğini ileri sürmüşler, Hasan el-Basrî ve
tabiînden bir gurup da, buyuk günah işleyenin münafık olduğunu, çünkü yapılan
amellerin, kalbin delili sayılacağını, dille, söylenen sözün imana delil olmayacağını
söylemişlerdir.
Müslümanların
çoğunluğu ise, büyük, günah işleyenin günahkâr, fakat mümin olduğunu, durumunun
Allah'a kaldığını, Allah dilerse, ona, günahı kadar azap edeceğini, dilerse
onu affedeceğini beyan etmişlerdir.
îşte bu ihtilaflı
ortam içerisinde «Mürcie» fırkası ortaya çıkmış, kafirlikle birlikte yapılan
itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, günah işlemenin de imana herhangi bir
zararı olmayacağını açıkça ileri sürmüşlerdir.
Bu fırkaya mensup
olanlardan bazıları da, büyük günah işleyen kışının durumunun, kıyamet gününde
Allah'a bırakıldığını beyan etmişler ve bunlar, ehl-i sünnet vel cemaat
âlimlerinin, birçoğu ile pekçok noktalarda birleşmişlerdir. Hatta, görüşler,
incelikleriyle tetkik edildiği zaman, bunların görüşlerinin, aynen ehl-i
sünnetin görüşleri olduğu ortaya çıkar.
Bu fırkanın asıl
çekirdeği, Hz. Osman döneminin sonlarına doğru, Hz. Osman'ın idaresi, valileri
hakkında ortaya atılarak bütün İslam âlemine yayılan dedikodulardır. Bu
dedikodular neticesinde ortaya çıkan fitne, Hz. Osman (RA.)'ı öldürmeye kadar
varmıştır.
îşte bu dönemde,
Sahabe-i Kiram'dan bir kısmı susmayı tercih etmiş ve müslümanların birbirlerine
girmelerine sebep olan bu fitneye katılmamayı daha uygun bulmuşlar ve Ebubekir
(R.A.)'ın, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerife sıkıca
sarılmışlardır.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) bu hadiste şöyle buyurmuştur: -Yakında ortaya fitneler çıkacaktır. O
fitneler ortaya çıktığı zaman, oturan kişi bu fitneye yürüyenden, yürüyen ise,
buna koşandan daha iyidir. Dikkat edin, bu fitne meydana geldiğinde, devesi
olan devesinin peşine, koyunu olan koyununun peşine, arazisi olan, onunla
meşgul olmaya gitsin.» Orada bulunan bir kişi: «Ey Allah'ın Besulü, ya kişinin
devesi, koyunu ve arazisi yoksa?» diye sordu. Peygamber Efendimiz ona şu
cevabı verdi: «Kılıcını alsın ve onun ağzını taşa vursun. Sonra kurtulma
imkânı varsa kendini kurtarsın.»[55]
Evet, bu cemaat, Hz.
Osman (R.A.) döneminde ortaya çıkan ve onu öldürmeye kadar giden fitneden uzak
kalmıştır.
Hz. Ali (R.A.)
dönemine kadar uzayan bu fitneye karışmamışlar ve Hz. Ali (R.A.) ile Hz.
Muaviye arasında meydana gelen savaşlar hakkında hiçbir görüş ileri
sürmemişlerdir.
Sa'd b. Ebl Vakkas,
yukardaki hadisin ravisi Ebubekr, Abdullah b. Ömer ve İmran b. Husayn bu
cemaattendir. Bu Sahabîler, çarpışan iki guruptan hangisinin haklı olduğu
hükmünü peşinen vermiyerek geri bırakmışlar ve bunların durumlarını Allah
Tealâ'ya havale etmişlerdir.
Bu hususta imam Nevevî
şöyle der: «Mesele, Sahabe-i Kiram arasında tereddütlü bir durumdaydı. Hatta,
sahabe-i kiramdan bir cemaat bu mesele hakkında kararsızlığa düştü. Çarpışan
her iki topluluktan da uzaklaştı. Savaşmadı ve hangi tarafın haklı olduğunu kesin
olarak bilemedi.
Bazı büyük
sahabîlerin, ortaya çıkan fitne hakkında peşin hüküm vermeyip, mesele
hakkındaki yargılarını ertelemeleri, birçok gazilerin şüpheye düşmesine sebep
olmuştur. Bu sebeple İbn-i Asakir, tarihinde bunlara, «Şüpheciler» adını
vermiş, yani; meydana gelen ihtilafla hakkın hangi tarafa ait olduğunda şüphe
edenler demek istemiş ve şunları söylemiştir. «Onlar şekk içinde bulunan şüphecilerdir.
Onlar Resulullah'm zamanında gazvelere katılmışlardı. Bunlar, Hz. Osman'ın
ölümünden sonra Medine'ye döndüklerinde, giderken, birlik ve beraberlik içinde
bıraktıkları insanları ihtilaf içinde bulmuşlar ve şunları söylemişlerdir:
«Biz, sizi birlik ve beraberlik içinde ihtilafsız olarak bıraktık, geri döndüğümüzde
ise sizi ihtilaf içinde bulduk. Bazınız diyor ki «Osman haksız yere öldürüldü.
O ve taraftarları insaf edilmeye daha lâyıktılar.» Diğer bir kısmınız ise
diyorki: «Ali ve taraftarları daha haklıdır.»
Bize göre, onların
hepsi güvenilir zatlardır, hepsi doğru söyler. Biz, kendimizi onlardan
ayırmayız. Onlara lanet okuyamayız. Ve onlar arasında şahitlikte etmeyiz.
Onların durumlarını Allah'a havale ederiz. Onlar arasında Âîlah hüküm versin.»
Müslümanlar arasındaki
ihtilaflar had bir safhaya varıp sadece anlaşmazlıklar hakkında hüküm verme
safhasında kalmayıp, büyük günah işleyenin durumu da bunlara eklenince, ortaya
meseleler hakkında peşin hüküm vermeyen ve işi Allah'a havale eden bir kısım
sahabîlerin yolunu izleyen yepyeni bir gurup çıktı. Bu yeni gurup, büyük günah
işleyenin durumu hakkında peşin hüküm verilemeyeceğini, bunların durumlarının,
gayblan bilen Allah'a bırakıldığını beyan etmişler, siyasi tartışmalardan uzak
kalmışlar ve günah işleyen kişi hakkında herhangi bir şey söylemekten kaçınmışlardır.
Çünkü, günah işleyenler hakkındaki dedikoduların, siyası anlaşmaz lıklardan
kaynaklandığı kanaatine varmışlardır.
Çünkü bu ihtilafın
kaynağı, Hariciye mezhebine mensup olanların kendilerine muhalif olanlar
hakkındaki düşünceleridir.
Mürcie mezhebine
mensup olanlar, birbirleriyle ihtilaf edenler için şunları söylemişlerdir.
«Onlar, «Lailahe illallah Muhammedun Resulullah» diyerek, Allah'dan başka ilâh
olmadığını ve Hz. Muhammed (S.A.V)'in onun peygamberi olduğunu kabul ederler. O
halde onlar, ne kâfirdir, ne de müşrik. Bilakis, onlar müslümandır. Onların
durumlarını 'Allah'a havale ederiz. İnsanların gizliliklerini ancak Yüce Mevla
bilir ve onları, ona göre hesaba çeker.» Şüphe yok ki, bu, doğru bir metottur.
İhtilaflara karışmama ve büyük günah işleyenin durumunu Allah'a bırakma
metodudur. Belki de büyük günah işleyenlerden bazılarının günahları affedilir,
kötülükleri iyiliklere çevrilir.
Ne var ki daha sonra
bazı insanlar zuhur etti, büyük günah işleyen kimse hakkında yukarda geçen
olumsuz tavırla yetinmedi, daha ileri giderek, iman bulunduğu sürece günahın
hiçbir zararının olmayacağına hükmetti.
Bu düşüncede olanlar,
şöyle dediler: «îman; ikrar, tasdik, itikad ve bilgiden ibarettir. Bunların
bulunmasıyla birlikte, günahların hiçbir zararı yoktur. İman, amelden tamamen
ayrı bir şeydir.» Hattâ, bunlardan bir kısmı iyice aşırı giderek, imanın,
sadece kalble tasdik etmekten ibaret olduğunu iddia etmişler ve şöyle demişlerdir
: «Şayet imanı sadece kalben kabul eden bir kişi, dili ile kâfir olduğunu
açıkça söylese veya putlara tapsa yahut İslâm diyarında Yahudi ve
Hristiyanlardan ayrılmasa veya haç'a tapsa yahut İslâm ülkesinde, teslis
(Allh'ı üçlü kabul etme) inancını açıklasa ve bu hal üzere ölse bile, böyle bir
kişi, Allah katında tam imanlı bir mümindir ve cennetliktir.»[56]
Hatta bu fırkaya
mensup bazı kişiler şu iddiada bulunmuşlardır. «Eğer bir kişi, Allah Tealâ'nm,
domuz etini yemeyi haram kıldığını biliyorum, fakat, onun haram kıldığı domuz,
şu koyun mu yoksa başka birşey mi bilmem» dese bile o kişi yine mümindir.
Yine onlara göre bir
kişi: «Allah Teaîâ'nnı, Kabe'yi hac etmeyi farz kıldığını bilirim. Fakat
Kabe'nin nerde olduğunu bilmem. Belki de o, Hindistanda'dır.» dese böyle bir
kişi mümindir.» Bu sözleri söyleyenler şunu kastetmektedirler: Bu gibi
meseleler, imanın haricinde olan meselelerdir. Yoksa gerçekten «Bu meseleler
hakkında şüphe edilir.» demek istememektedir. Çünkü, aklı olan bir kişinin,
Kâ'be'nin nerde olduğu hususunda şüphe etmesi imkânsızdır. Yine koyunla domuzu
birbirine karıştırmak mümkün değildir.[57]
Bunlardan da
anlaşılıyor ki, Mürcie fırkasına mensup olanlar, amelin imanla ilişkisi olması
mevzuunda, ameli küçümsemede son derece ileri gitmişler, amelin, cennete girip
girmemede bir fonksiyonu olup olmadığı konusunda da ameli basit görmüşler,
hattâ imanın aslını bile hafife almışlar, onu hakikatinden saptırmışlar ve imanın
sadece kalben kabulden ibaret olduğunu, bütün dış hareketlerin kişinin kalbine
iman girmediğini gösterse bile sadece kalbin kabulünün iman sayılacağını ileri
sürmüşlerdir. Hatta, daha da aşırı giderek, açıkça görülen ve bilinen şeyler
hakkında şüphe etmenin, imanın tek temel şartı olarak kabul ettikleri «kalb ile
kabul» e zarar vermiyeceğini, çünkü zahirde görülen bu şeylerin, imanın esasından
olmadığını iddia etmişlerdir. Meselâ, onlar, «Kâ'be'nin nerede olduğu hakkında
şüphe etmek ve domuzun hangi hayvan olduğunda tereddüt etmek, imana zarar
vermez, fakat akla zarar verir.» demişlerdir.
îşte, bu doğru olmayan
sözlerin tartışıldığı bir dönemde, bu mezhebe tâbi olanların içinden, imanın
esaslarını ve itaatlan hafife alan, faziletleri küçümseyen kişiler çıkmış, her
müfsit, heva ve hevesine uyan laubali kimse bu mezhebe girmiştir. Öyle ki,
mezhep içindeki müfsitîer gitgide çoğalmış, mezhebi, yaptıkları kötülüklere
âlet etmiş, fesatları için bir kaynak edinmiş ve art niyetlerini devam ettirmeye
uygun bulmuşlardır. Bu mezhep, birçok müfsitlerin isteklerine tam uygun
düşmüştür.
Bu konuda Ebui Ferec
eMsfahanî «el-Ağani» adlı kitabında şu hadiseyi anîtaır: «Bir Şii ile bir
Mürcie aralarında anlaşamamışlar ve ilk karşılaşacakları kişiyi, aralarında
hüküm vermesi için hakem seçmeyi kararlaştırmışlardır. Onlar, herşeyi helal
sayma görüşünde olanlardan bir kişiye rastlamışlar ve şunu sormuşlardır: «Şii
bir kişi mi daha iyi bir kimsedir, yoksa bir Mürcie mezhebine mensup olan mı?»
O kişi şu cevabı vermiştir: «Balon, benim üst tarafım Şii'dir, alt tarafım ise
Mürcieci.»
Bütün bu
anlatılanlardan şu neticeye varabiliriz: Mürcie, 'değişik anlayışlarda iki
gurup insanın mezhebi idi.Birinci gurup, sahabe-i kiram döneminde ve sahabe-i
kiramdan sonra Emevîler döneminde ortaya çıkan ihtilaflar hakkındaki
hükümlerle yetinmişler, başkaca ihtilaflara düşmemişlerdir.
İkinci gurup ise,
Allah'ın affının herşeyi kapsadığına inanan ve Allah'ın, inkârdan başka ,bütün
günahları affedeceğine hüküm veren, inkârla birlikte itaatin hiçbir faydası
olmadığı gibi, imanla beraber de herhangi bir günahın zararı olmayacağına
inanan kişilerdir.
Zeyd b. Ali b.
el-Hüseyin, bu gurubu kastederek, «Fâsıkları, Allah'ın affı ile ümitlendiren
Mürcie mezhebinden ben uzağım.» demiştir.
Bu son fırka, «Mürcie»
ismini lekelemiş ve birçok âlimlerin b'uidimle ayıplanmalarına sebep olmuştur.
Büyük günah işleyenin,
«cehennemde ebedi olarak kalacağım” iddia eden Mutezilîler, (bu görüşlerini
paylaşmayan) büyük günah' işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemde ebedi
olarak kalmayacağını, belkide Allah Tealâ'nm, onu affedip rahmetine kavuşturacağını
beyan eden ve bu husustaki görüşlerine katılmayan her kişiye «Mürcie» adım
takarlardı.
İşte bu sebeple
Mutezilîler, birçok fıkıh ve hadis âlimlerini «Mürcieci» olarak nitelemişler,
Ebu Hanife ve talebeleri îmam Ebu Yusuf ve Muhammed'i v.b. «Mürcieci» olarak
adlandırmışlardır.
Bu hususta Şehristanî
şöyle söylemiştir. «Yemin ederim ki îmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına «Mürcieci»
denilirdi. Belki de bunun sebebi, Ebu Hanife'nin, imanın, kalb ile ikrardan
ibaret olduğunu, artıp eksilemeyeceğini söylemesidir. Ebu Hanife'nin bu
sözünden, ameller hakkında hüküm vermeyi ertelediği anlaşılmıştır. Bu zat,
ameller hakkında çok titiz davrandığı halde onların terkedilmesine nasıl fetva
vermiş olabilir?
Ebu Hanife'ye
«Mürcieci» denilmesinin başka bir yönü daha vardır. O da, Ebu Hanife'nin,
hicri birinci asırda ortaya çıkan «Kaderi yecilerin» «Mutezilelere muhalefet
etmesidir. Çünkü Mutezilîler, kader meselesi hakkında kendilerine muhalefet
eden herkese «Mürcieci» derlerdi. Hariciler de aynı şeyi söylerlerdi. Bu ad
Ebu Hanife'ye, mutlaka Mutezile ve Harici fırkaları tarafından takılmıştır.
Bu şekilde
«Mürciecilik» ile suçlanan kişi sadece Ebu Hanife ve arkadaşları olmamış, Hasan
b. Muhammed b. Âli b. Ebi Talib, Sa'd b. Cübeyr, Âmr b. Mürre, Muharib b.
Dessar, Mukatil b. Süleyman, Ebu Hanife'nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman ve
Kadİd b. Cafer de «Mürcieci» olarak adlandırılmıştır. Bu zatlar hadis
imamlarıdır, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna ve ebedî olarak cehennemde
kalacağına hüküm vermemişlerdir.
Bir kısım âlimler,
Mürcie mezhebini iki kısma ayırmışlardır,
a) Sünnete
tâbi olan Mürcieciler: Bunlar, büyük günah işleyenin, sadece günahı kadar azap
göreceğini, cehennemde ebedi olarak kalmayacağım belki de Allah Tealâ'nm, onu
affedip rahmetine gark ederek ona hiç azap etmeyeceğini ve bunun, Allah
tarafından bir lütuf olduğunu, Allah'ın ise dilediğine lütufta bulunacağını ve
Allah'ın büyük Lütuf sahibi olduğunu söylemişlerdir. Fıkıh ve hadis âlimlerinin
çoğu bu guruptandır.
b)
Bid'atlara uyan Mürcieciler Bunlar,
inkârla beraber itaatin fayda vermediği gibi, imanla birlikte günahın bir
zararı olmayacağını iddia edenlerdir. Çoğunluğun görüşüne göre, aslında «Mürcie»
ismi bunlara mahsustur. Herkes tarafından kınanması gerekenler de bunlardır.
Buna göre «Mürcie»
ismini büyük imamlardan uzaklaştırmak gerekir. Böylece, herşeyi mubah gören şu
ibahiyeciler bu zatlarla karıştırılmasın. Şüphesiz ki doğruyu en iyi bilen
Allah'dır.[58]
Bu fırka, Emeviler
döneminde ortaya çıkmış, fakat 'Abbasîler döneminde uzun bir zaman İslâm
düşünce âlemini işgal etmiştir.
Âlimler, bu mezhebin
ilk ortaya çıkış tarihinde ihtilaf etmişlerdir.
Bazılarına göre bu
mezhep Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'ın, hilafeti bırakıp, Hz. Muaviye'ye
devretmesi üzerine Hz. Ali taraftarlarından bir gurubun siyaseti bırakarak
kendilerini itikadı meselelere vermeleri sırasında ortaya çıkmıştır.
Bu hususta Ebu
Hüseyin'in el-Taraîfî, «Ehlül ehvai ve el-Bida'» adlı kitabında şunları
anlatır. «Bunlar, kendilerine «Mutezile» adını taktılar. Bunun sebebi ise, Hz.
Ali'nin oğlu Hz, Hasan'ın, hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakması üzerine, birtakım
insanların Hz. Hasan, Hz. Muaviye ve bütün insanlardan ayrılıp evlerinden ve
camilerden dışarı çıkmamaları ve «Biz, ilim ve ibadetle meşgulüz.» demeleridir.
Âlimlerin çoğunluğuna
göre ise, Mutezile fırkasının başı, Vâsıl b. Ata'dır. Vâsıl b. Ata, Hasan-ı
Basri'nin ilmî sohbetlerinde hazır bulunurdu. Bir gün, daha sonra asırlar boyu
insanların zihnini meşgul eden -Büyük günah işleyenin durumu- meselesi ortaya
çıktı. Vâsıl b. Ata, Hasan-ı Basri'ye muhalefet ederek, «Ben, büyük günah
işleyenin, kesinlikle mümin olmadığını, müminlikle kâfirlik arasında bir
derecede «Elmenziletu beynel menzileteyn» bulunduğunu söylüyorum.» dedi. Ve
Hasan-ı Basrî'nin meclisinden ayrıldı, camide kendisine başka bir meclis
kurdu.
Mutezilüere göre,
mezhepleri, Vâsıl b. Atadan çok evveldir. Onlar, ehl-i beyt'ten çoklarını
kendi mezheplerinin mensubu sayarlar. Hattâ Hasan-ı Basrî'yi bile kendi
mezheplerinin mensuplarından biri olarak kabul ederler. Hasan-ı Basrî, kulun
fiili hakkında Kaderi-yecilerin sözünü söylüyordu. Bu söz ise, daha ilerde
açıklanacağı gibi, Mutezüilerin sözüdür. Yine, Hasan-ı Basrî büyük günah
işleyen kimse hakkında, Mutezililerin görüşüne
yakın birşey söylüyor ve onların
görüşünün zıddını söylemiyordu. Çünkü o, büyük günah işleyeni münafık
sayıyordu. Münafık ise, iman ehlinden sayılmaz. O, ebedî cehennemliklerdendir.
Murteza, «El-Münye ve
el-Emel» adlı kitabında Mutezilileri, tabaka tabaka zikretmektedir.
. Bize göre, Mutezile
mezhebi Vâsıl b. Ata'dan daha önce ortaya çıkmıştır. Ehl-i beytten bir çoğu,
Vâsıl b. Ata'nm yolundan gitmişlerdir. Meselâ, Vâsıl'm samimi dostu olan Zeyd
b. Ali bunlardandır. Vâsıl, bu mezhebe davet edenler içerisinde en belirgin
kişi olduğu için, birçokları bunu, mezhebin başı kabul etmişlerdir.
Bu fırkaya, neden
«Mutezile» adı verilmiştir? Bunun cevabı ihtilaflıdır. Mutezililerin, Hz. Ali
(R.A.l'nin ordusunun içinde türedik-lerini, daha sonra da siyasetten
ayrıldıklarını ileri sürenlere göre -Mutezile» adı bunların, ortaya çıkış
şekillerinden alınmıştır. Mutezililerin, Hasan-ı Basri'nin meclisinden
ayrıldıklarını ileri süren görüşe göre de «Mutezile» adı yine bunların ortaya
çıkış şekillerinden alınmıştır.
Bazı misyonerlere göre
ise, bunlara «Mutezile» denmesinin sebebi, bunların takva sahibi, dünyaya önem
vermeyen, hayatın zevklerini terkeden kişiler olmasıdır. «Mutezile» kelimesi,
bu kelimeyle sıfatlan anların, dünyaya önem vermeyen kişiler olduklarını ifade
eder.
Gerçek şudur ki, bu
fırkaya mensup olanların hepsi, misyonerlerin söyledikleri sıfatta değildir.
İçlerinden bazı takva sahibi olduğu halde, diğer bazıları, günahkârlıkla suçlanan
kişilerdir. Bazıları salih kişi, diğer bazıları ise fâcir idi.
Merhum Dr. Ahmed Emin
«Fecrûl îslâm» adlı kitabında şöyle der: «Bize göre, bu fırkanın «Mutezile»
diye adlandırılmasının başka bir sebebi de vardır. Bu sebep, Makrizi'nin
«Hıtat» adlı eserini okurken dikkatimizi çekti. Bu sebep şudur: Mutezileliğin
ortaya çıktığı ve daha önceki dönemlerde yaygm bulunan Yahudi fırkalar arasında
«el-Feruşîm» adlı bir fırka bulunuyordu. Makrizî, bunun, «Mutezüe» mânâsına
geldiğini söyler. Bazı âlimler, «Feruşîm» fırkasının, kader meselesi hakkında
görüşler ileri sürdüğünü ve bunların, «bütün fiillerin Allah Tealâ tarafından
yaratılmadığını» iddia ettiklerini söylemişlerdir. «Mutezile» adının, bu
fırkaya, Müslüman olan Yahudiler tarafından, takılması ihtimali uzak değildir.
Çünkü, bu, Müslüman olan Yahudiler, Yahudi fırkası «el-Feruşim» ile
«Mutezilîler» arasmda büyük bir benzerlik görmüşlerdir.[59]
Gerçekten, Yahudi
Mutezilesi ile İslâm Mutezilesi arasında büyük bir benzerlik vardır. Yahudi
Mutezilîleri Tevrat'ı felsefecilerin mantığına göre tefsir etmişlerdir.
Müslüman Mutezililer ise, Kur'-an-ı Kerîm'de zikredilen Allah'ın sıfatlarını
felsefecilerin mantığına göre yorumlamaya kalkmışlardır.
Makrizî, “Mutezile»
diye adlandırdığı «Feruşim» ler hakkında şöyle der: «Tevrat'ta bulunan
hükümleri, ataları filozofların izahlarına göre tefsir [60]ederler.[61]
Ebu Hasan el-Hayyat,
«intişar» adlı kitabında şunları söyler. «Hiçbir kimse şu beş temel prensibi
bir arada kabuîlenmedikçe «Mutezile» ismine lâyık olamaz. Bu prensipler
şunlardır: Tevhid, adalet, vaad, vaid, el-menziletu beynel nıenzileteyn, emr-i
bil ma'ruf ve nehy-i anil münker. işte Mutezile, bu prensipleri birlikte
kabullenen kimsedir.
Evet, bu esaslar, Mutezile
mezhebinin temel prensiplerinin tamamıdır. Bunlardan şaşan veya başka bir yol
tutan kimse Mutezilîlerden değildir. Muteziîîler onun günahını yüklenmezler. O
da sorumluluğunu, MuteziHlerin üzerine yıkamaz. Şimdi bu prensiplerden
herbirini kısa kısa izah edelim:[62]
Tevhid, Mutezile
mezhebinin cevherini ve "düşüncelerinin esasını teşkil eder, İmam Eş'arî
«Makalatül îslamiyyîn» adlı kitabında tevhid meselesini izah ederek şöyle der:
«Şüphesiz ki Silah Tealâ birdir, tektir. Onun, hiçbir benzeri yoktur. O,
herşeyi işiten ve görendir. O ne cisimdir, ne gölge, ne bedendir, ne suret, ne
kandır, ne de et. O, bir şahıs değildir. O, ne cevherdir ne ârâz. O'nun ne
rengi vardır, ne tadı, ne kokusu vardır, ne de elle tutulabilecek şekli.O ne
sıcaktır ne soğuk, ne yaştır ne de kuru. O'nun ne boyu vardır ne eni, ne de
derinliği. O, ne toplanır ne dağılır, ne hareket eder ne sakin kalır ne de
bölünür. O'nun ne kısımları vardır ne de parçaları ne organları vardır ne de
azaları. O'nun için yön söz konusu değildir. O'nun ne sağı vardır ne solu, ne
arkası vardır ne de önü. O'nun ne üstü vardır ne de altı. Hiçbir yer onu
kaplayamaz. O'nun için «zaman» diye bir kavram yoktur. O'nun, bir şeye
dokunması veya birşeyden uzaklaşması yahut herhangi bir. yere girmesi mümkün
değildir. O, yaratılanların, sonradan yaratıldıklarını gösteren herhangi bir
sıfatla sıfatlandırılamaz. O'na, herhangi bir mesafe isnat edilemez. Ve O,
herhangi bir yöne gitmekle sıfatlanamaz. O, sınırlanmış bir şey değildir. O,
ne babadır ne oğul. Kudretler O'nu kuşatamaz, perdeler kapatamaz. Duygular O'nu
algılayamaz. O, insanlarla kıyaslanamaz. Hiçbir yönde yaratılanlara benzemez.
O'nun için âfetler ve felâketler sözHonusu değildir. O, hatıra gelen ve hayal
edilen hiçbir şeye benzemez. O, herşeyden önce var olan, sonradan icat
edilenlerden evvel bulunan, bütün yaratılanlardan evvelce mevcut olandır. O,
herşeyi bilendir, herşeye kadir olandır. Diridir ve ilelebed böyle devam
edecektir. Gözler O'nu görmez amma, O, gözleri görür. Hayaller dahi O'nu
kuşatamaz. O, kulaklarla dinlenemez. O, bir «şey» dir ama, bizim bildiğimiz
«şey» lerden değildir.
Allah Tealâ âlimdir,
kadirdir, diridir. Fakat kendisinden başka âlimler, kadirler ve diriler gibi
değildir. Kadim olan (başlangıcı bulunmayan) ancak O'dur. O'ndan başka kadim
yoktur, ilâh, yalnız O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Mülkünde O'na ortak
yoktur. Saltanatında veziri, icad ettiklerinde ve yarattıklarında yardımcısı
yoktur. O, yaratılanları geçmiş bir örneğe göre yaratmamıştır. Herhangi bir şeyi
yaratmak O'na, diğer birşeyi yaratmaktan ne kolaydır ne de zor. O'nun için,
menfaat elde etmek sözkonusu değildir. O'na hiçbir zarar dokunamaz. Ö'nun için
ne sevinme sözkonus.udur, ne de lezzetler. Acı ve elemler O'na erişemez. O,
sona eren bir gaye sahibi değildir. O, fâni değildir. O'na, acizlik ve
eksiklik ulaşamaz. Kadınlara dokunmaktan, eş ve çocuk edinmekten beridir.[63]
Muteziîîler temel
prensip olan tevhid noktasından hareket ederek, Allah Tealâ'nın, kıyamet
gününde görülmesinin mümkün olmayacağını, çünkü Allah'ı görmenin, cisim ve yön
icabettirdiğini ileri sürmüşlerdir.
Yine Mutezililer, bu
prensibe dayanarak, 'Allah Tealâ'nm sıfatlarının, zâtından ibaret olduğunu,
O'ndan başka birşey olmadığını, aksi takdirde «kadim» ligin çoğalmasının sözkonusu
olacağını iddia etmişlerdir.
Yine Mutezililer,
tevhid prensibine dayanarak, Kur'an-ı Kerîm'-in, Allah Tealâ'nm yarattığı bir
mahluk olduğunu ve Kur'an'm mahluk olduğunu söylemenin, «kadim» sıfatının
çoğalmasını önleyeceğini iddia etmişlerdir. Kur'an-ı Kerîm'e «mahluk»
demelerinin diğer bir sebebi de, bunlardan çoğunun, Allah Tealâ'nm «kelâm»
sıfatının bulunmadığı düşüncesini taşımalarıdır.[64]
Mes'udî, «Müruc
el-Zeheb» adlı kitabında, adaleti, Mutezilîlerin görüşlerine göre açıklayarak
şöyle der: «Adalet şu demektir: Allah Tealâ bozgunculuğu sevmez. Kulların
fiilini O yaratmaz. Kullar. Allah'ın, kendilerine verdiği bir güçle, emredilen
veya yasaklanan şeyi yaparlar. Allah, ancak dilediğini emreder ve ancak,
sevmediğini yasaklar. Allah, emrettiği her iyiliğin mükâfatını üzerine
almıştır. Yasakladığı her kötülükten ise beridir.[65]
Kullarını, güçlerinin yetmediği hiçbirşeyle sorumlu tutmaz. Onlar için,
güçlerinin yetmediği birşeyi dilemez. Herkes, herhangi bir şeyi ancak, Allah'ın
kendisine vermiş olduğu güçle alabilir veya bırakabilir. Kullardaki gücün asıl
sahibi kullar değil Allah'tır. Dilerse o gücü yok eder. Yine dilerse, kullarını
zorla kendisine itaat ettirir. Ve onları zorla günahlardan uzaklaştırır. Fakat,
Allah bunu yapmaz. Çünkü böyle yapmak, imtihanı kaldırmak ve zorlukları
gidermektir.»
Mutezililer bu
prensibe dayanarak; «Kul, yaptığı işlerinde irade sahibi değildir.» diyen
Cebriyecilere cevap vermişlerdir. Çünkü; kulu, iradesiz olarak yaptığı işlerden
dolayı cezalandırmak, zulüm olur. Kula, karşı gelmeye mecbur olduğu bir şeyi
emretmenin veya yapmaya mecbur olduğu bir şeyi yasaklamanın hiçbir anlamı yoktur.
Mutezileler, bu
prensibe dayanarak, kulun, işlerini kendisinin yarattığını ileri sürmelerine
rağmen, Allah Tealâ'yı acizlikten tenzih etmeyi ihmal etmemişler ve şunu
söylemişlerdir: «Kul, işlerini, Allah'ın ona verdiği ve onda yarattığı bir
güçle yapar. Gücü veren' Allah'dır. Allah'ın,' kula vermiş olduğu o gücü geri
almaya kudreti tamdır. Kula bu gücü vermesinin sebebi, onu tamamen mükellef
tutmak içindir.[66]
Mutezililer, vaad ve
vaidin, mutlaka gerçekleşeceğine inanırlar. Allah Tealâ'nm vaadettiği sevap ve
korkuttuğu ceza, mutlaka gerçekleşeceği gibi, samimi tevbeyi kabul edeceğine
dair olan vaadi de mutlaka gerçekleşecektir. Bu sebeple, iyilikte bulunan
iyilikler mükâfatlandırılacak, kötülük yapan ise kötülüğün karşılığı olarak,
can yakıcı bir azapla cezalandırılacaktır. Tevbesiz büyük günahlar affedilmeyeceği
gibi, iyi amel işleyen de sevabından mahrum edilmeyecektir.
Mutezililer, bu
prensiplere dayanarak, «inkârla birlikte itaatin bir faydası olmadığı gibi
imanla birlikte günahın da bir zararı yoktur.» diyen Mürcie fırkasına cevap
vermişlerdir. Çünkü Mürciecile-rin iddiaları doğru kabul edilecek olursa, Allah
Tealâ'nm korkutması (vaidi) boşuna olur. «Allah, onların iddialarından
münezzehtir, çak [67]yücedir.[68]
Şehristanî «el-Milel
ve el-Nihal adlı eserinde, günahkâr müslümanın, müminlikle kâfirlik arasındaki
bir mertebede bulunduğu meselesini izah ederek şöyle der:
«Bu mesele şöyle izah
edilmiştir: Vâsıl b. Âtâ demiştir ki: «îman, iyi meziyetlerden ibarettir. Bu
meziyetlerin birlikte bulunduğu kişiye «mümin'» denir. Ve bu isim onu övme
mahiyetindedir. Yoldan çıkan fâsık ise, hayırlı meziyetler kendisinde
bulunmadığı için, övülecek bir isme lâyık olmaz ve kendisine «mümin»
denilemez. Bu kimseye «kâfir» de denilemez. Çünkü bu kişi, kelime-i şehadet
getirmekte ve daha başka hayırlı ameller de işlemektedir. Bunun bu yaptıklarını
inkâr etmek mümkün değildir. Ne var ki böyle bir insan, tev-be etmeden dünyadan
ayrılırsa, ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Çünkü âhirette iki fırka insan
vardır. Biri cennetlik, diğeri ise cehennemliktir. Fakat böyle bir günahkâr
kişinin cehennem ateşi hafifletilir.»
Mutezilîler, ehl-i
kıble olan bir günahkârın, kâfirlikle müminlik arasında bir mertebede
bulunduğuna inanmalarına rağmen, böyle bir kişiyi, gayr-i müslimîerden
ayırdetmek için buna «müslüman» denilebilir. Bu ad ona, ikram için veya övülmek
için takılmaz. Böyle bir kişiye dünyada müslüman muamelesi yapılır. Çünkü
böyle bir kimsenin tevbe etmesi beklenir ve doğru yolu bulması umulur.
Şii olmasına rağmen,
Mutezilüerin ileri gelenlerinden biri olarak kabul edilen İbn-i Ebil Hadid bu
hususta şunları söyler: «Herne-kadar biz, «büyük günah işleyene mümin ve
müslüman denilemez.» diyor.sakta; böyle bir kişiyi ehl-i kitab olan gayr-i
müslimîerden ve putperestlerden ayırmak için buna «müslüman» denileceğini kabul
ederiz. Büyük günah işleyene «müslüman» adı ancak, bu adın, kendisine saygı'
için veya kendisini övmek için takıîmadığını ifade eden bir karinenin veya bir
kelimenin bulunduğu vakit takılır.»[69]
Mutezilenin, üzerinde
ittifak ettiği temel prensiplerden biri de budur.
Mutezilîler, fslâm
dâvasını yaymak, sapıklara doğru yolu göstermek, müslümanların dinini bozmak
için hakk ile bâtılı birbirine karıştıranların hücumlarını önlemek için,
iyiliği emretme ve kötülüğe mâni olmanın, bütün müminler için kaçınılmaz bir
vazife olduğuna inanmışlardır.
Bu sebeple
Mutezilîler, Abbasîler döneminde ortaya çıkarak, ls-lâmî gerçekleri yıkmaya
çalışan, Islâmm tutulacak kulplarını teker, teker kırmaya girişen zındıklık
akımı önünde kendilerini hakkı savunmaya adamışlardır.İlerde açıklayacağımız
gibi, Mutezilîleri bu işe, Abbasi haîiflerinden Mehdi koşmuştu.
Diğer taraftan
Mutezilîler, hadis âlimlerine ve fukahaya karşı çıkmış, kendi görüşlerini,
bazan deliller ileri sürerek, bazan da zor kullanarak onlara kabul ettirmeye
çalışmışlardır. Kur'an-ı Kerîm'in «mahluk» olup olmaması konusunda bu noktaya
işaret edeceğiz.
İşte Mutezilenin,
üzerinde ittifak ettiği beş temel prensip bunlardır. Bunların hepsine birlikte
iman etmeyen kişi «Mutezile» ismine lâyık değildir.[70]
Mutezilîler, inanç
meselelerini isRat için delil getirirken, hakkında nass bulunan meseleler
hariç, diğer meselelerde aklî hükümlere dayanırlardı. Bunları, şeriata saygı
göstermek dışında hiçbirşey, akla güvenmekten uzaklaştıramazdı. Her meseleyi
önce aklen düşünürlerdi. Akim kabul ettiğini kabullenirler, akim kabul
etmediğini ise terkederlerdi.
Mutezilüerin, bu
şekilde aklî metoda kapılmalarına sebep şunlardır.
a)
Mutezililerin, eski medeniyet ve kültürlerin kaynaştığı Irak ve Fars
bölgelerinde bulunmaları.
b) Bunların,
Arap soyundan olmayışları. Mutezilüerin çoğunluğu, Arap asıllı olmayan
kimselerdendi.
c)
Mutezilüerin, Yahudi, Hristiyan ve felsefî düşünceleri Arap-çaya nakletmeye
çalışan diğer gayr-ı müslimlerle çok
sık temasta bulunmaları sebebiyle eski filozofların görüşlerinin bunların arasına
sızmasıdır.
Mutezilelerin,
kayıtsız, şartsız akıllarına güvenmelerinden şu netice doğmuştur: Onlar,
birşeyin iyiliği veya kötülüğü hususunda akla dayanarak hüküm verirler ve şöyle
derlerdi: «Bütün bilgiler akıl ile elde edilir ve akla göre vaciptir. Nimetler
bahşedene şükretmek, nakli delillerle bildirilmeden önce de gereklidir. İyilik
ve kötülük, iyi ve kötü şeylerde bulunan birer zâti sıfattır.»[71] (İyi
olan bir şeyin iyiliğini ve kötü olan birşeyin kötülüğünü, nakli deliller gelmeden
de akıl ile, bizzat kendi durumlarından anlayabiliriz.)
Mutezilüerin hocalarından
biri olan «Cübbai» şöyle der: Allah Tealâ'mn yasakladığı şeyler iki kısımdır.
aa __ Allah
Tealâ'mn yasakladığı fakat, yasaklamayıp emretmesi de mümkün olan şeyler.
Bunlar, sırf Allah tarafından yasaklandıkları için kötüdürler.
bb — Allah
Tealâ'mn yasakladığı ve aksini emretmesi olmayan şeyler. Bunların kötülüğü
kendiliğindendir. Meselâ, bir kimse yasaklanan bu şeyin yasak olduğunu bilmese
dahi bunun kötü bir şey olduğunu anlayabilir.
Yine, Allah Tealâ'nm
emrettiği şeyler de iki kısımdır.
cc — Allah
Tealâ'nm, yapılmasını emrettiği, fakat emretmeyip yasaklaması da mümkün
olabilen şeyler. Bunlar, sırf Allah tarafından emredildiîderi için iyidirler.
dd — Allah
Tealâ'nın emrettiği ve emretmemesi mümkün olmayan şeyler. Bunların iyiliği,
kendiliğindendir.[72]
(Emredilmeseler dahi kişi aklı ile bunların iyi olduğunu bilebilirdi.)
Mutezilîler, bu görüşe
dayanarak, Allah Tealâ'nm, iki şeyden iyi olanını yapmasının ve iyi olan iki
şeyden daha iyi olanını yapmasının onun için gerekli olduğunu iddia
etmişlerdir. Bunlar, şu gerekçeyi ileri sürmüşlerdir. Madem ki eşyanın içinde,
kendiliğinden iyi ve kötü olanlar bulunmaktadır, o halde kendiliğinden kötü
olan bir şeyin yapılmasını, Allah'ın emretmesi imkânsızdır.
Yine, kendiliğinden
iyi olan bir şeyin yapılmamasını emretmesi imkânsızdır.
Allah Tealâ,
kendiliğinden iyi olan bir şeyi hükümsüz bırakmaz. Yapılmasını emreder. îşte
buna; «iyi olanı yapma mecburiyeti» denir.
Mutezilîlerin
çoğunluğu bu görüşü kabul etmiş ve şöyle demişlerdir. «Allah Tealâ, ancak iyi
olan şeyleri yapar. İyi olanı yapmak O'nun üzerine vaciptir. îyi olmayan bir
şeyi yapmak ise Allah Tealâ için imkânsızdır.»[73]
Emevilerin son
dönemlerinde ve Abbasiler devrinde Arap-İslâm düşüncesine, yavaş yavaş Hint ve
Yunan felsefesi girmeye başladı.
Yunan felsefe akımları
müslümanlara Farslar yoluyla geldi. Çünkü îslâmdan önce Fars kültürü, Yunan
felsefesinin etkisinde kalmıştı.
Yine müslümanlara
Yunan felsefesi, Süryaniler kanalıyla intikal etti. Çünkü Süryaniler, Yunan
felsefesinin mirasçısı olmuşlar ve onu dini kisvelerine büründürmüşlerdi.
Yunan felsefesi,
bizzat Yunanlılar eliyle de müslümanlara intikal etmişti. Çünkü, Arap olmayan
bazı müslümanlar, Yunancayı çok iyi biliyorlardı.
Mutezilîler,
görüşlerinde bu felsefenin tesiri altmda kalmışlar, delil getirme metodlarının
çoğunu bunlardan almışlardır. Yunan felsefesi, Mutezilîlerin delillerinde ve
kıyaslarının önermelerinde apaçık görülmüştür.
Mutezilîleri, Yunan
felsefesini incelemeye sevkeden iki sebep vardır:
a)
Mutezilîler, Yunan felsefesinde aklî açlıklarını giderecek ve fikri
boşluklarını dolduracak düşünceler bulmuşlar, bunlarla fikrî eğitimler
yapmışlar ve kendilerini, delil ileri sürme hususunda güçlendirmişlerdir.
b)
Filozoflar ve diğerleri, bazı îslâmî prensiplere hücum edince, Mutezilîier
bunlara karşı çıkmışlar ve onların tartışma ve münazara usullerini kullanarak
cevap vermeye çalışmışlardır. Filozoflara galip gelmek için, onlardan çok şeyler
öğrenmişler ve bu yolla, gerçekten müslüman filozoflar olmuşlardır.[74]
Mecusî, Yahudi,
Hristiyan ve diğerlerinden birçok guruplar, İslâm dinine girmişlerdir.
Bunların kafaları, eski dinlerine ait fikirlerle doluydu ve bu eski fikirler,
damarlarındaki kanlarına kadar işlemişti. Diğer yandan bunların bazıları,
müslüman olduklarını açığa vuruyor, fakat ya korktuğu ya bir dünya menfaati
gözettiği, yahut da fitne çıkarmak suretiyle müslümanîan saptırmak istediği için
asıl inançlarını gizliyorlardı. Bu tip insanlar müslümanlann arasında, onları
inançlarında şüpheye düşürecek şeyleri yaymaya girişmişlerdi. Bunun neticesi
olarak, görünüşte îslâm ismini taşımalarına rağmen aslında Islâmın temelini
baltalayan bir takım guruplar ortaya çıkmıştır.
Mucessîme (Allah'a
cisim isnad eden), Allah'ın bazı imamlara hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden
Rafizîler ve zındıklar bu guruplardandır, îşte bu guruplara karşı kendini
îslâm. dinini savunmaya adayan, aklî ve nakli delilleri inceleyen yepyeni bir
gurup ortaya çıkmıştır. Bu da Mutezile fırkasidir.
Evet Mutezilîler,
kendilerini dini savunmaya adamışlardır. Mutezilîlerin birlikte
destekledikleri ve zafere ulaşması için el ele verdikleri beş temel prensip,
kendileriyle muhalifleri arasında geçen şiddetli tartışmaların neticesinde
ortaya çıkmıştır. Bunların, yukarıda izah ettiğimiz şekliyle tevhid inançları,
Mücessime ve Müşebbihe fırkalarına cevap vermek için ortaya çıkmıştır. Adalet
prensipleri «Cüheymiye» fırkasına, «vaad» prensipleri «Mürcie» fırkasına,
«Elmen-ziletu beynel menzileteyn» prensipleri ise hem «Mürcie» hem de «Hariciye»
fırkalarına cevap vermek için ortaya çıkmıştır.'
Abbasi halifesi Mehdi
döneminde, ruhların tenasühünü (ölen canlıların ruhlarının yeni doğan diğer
canlılara girdiğini) iddia eden «Mukanna' el-Horasanî» adlı bir kişi ortaya
çıkmış, insanlardan, bazılarını kandırmış ve Maveraünnehr tarafına doğru
gitmişti. Halife Mehdi, bunu bastırabilmek için büyük zorluklarla
karşılaşmıştı. Bu sebeple Mehdi, zındıkların ve zındıklığın peşini bırakmamış,
devlet kılıcıyla bunların kökünü kurutmak için peşlerini takibetmiştir. Fakat
kılıç, her görüşü yok etmeye ve her mezhebi öldürmeye kadir olmadığı için,
Mehdi, bu zındıklara cevap vermek, onları delillerle susturmak, ortaya
attıkları şüpheleri yok etmek ve sapıklıklarını ortaya çıkarmaları için,
Mutezile mezhebine mensup olanları ve benzerlerini teşvik etmiştir. Onlar da
usanmadan, yılmadan bu yolda çalışmışlardır.[75]
Daha önce de
belirttiğimiz gibi Mutezilîler, Emevîler devrinde ortaya çıkmışlardır. Bunlar,
Emeviler tarafından herhangi bir reaksiyonla karşılaşmamışlardır. Çünkü
bunlar, Emeviler aleyhinde anarşi meydana getirmemişler ve onlara karşı savaş
açmamışlardır. Zira bunlar, sadece düşünce ile meşgul olan, ilmî deliller
peşinde koşan ve meseleleri sıhhatli ölçülerle değerlendiren bir fırka idi.
Emeviler, bunlara karşı çıkmamışlarsa da yardım da etmemişlerdir.
Abbasîler dönemi
başlayınca;, inkarcılık ve zındıklık akımları her tarafa yayılmış, Abbasi
halifeleri, Mutezilîleri, zındıklar karşısında yaîm bir kılıç gibi bulmuşlar,
bunları köreltmek istememişler, bilakis kendi yollarında devam etmelerini
teşvik etmişlerdir.
Kendisini, Mutezile
âlimlerinden biri olarak sayan Abbasi halifesi Memun, iktidara gelince,
Mutezilîlerle sıkı ilişkiler kurdu, onları kendisine yaklaştırdı. Vezirlerini
ve muhafızlarım bunlardan seçti. Memun, Muteziliîerle fıkıhçılar arasında, bir
görüş üzerinde ittifak etmeleri için, karşılıklı münazaralar tertipler'idi. Bu
durum, Mehdi'nin ölüm tarihi olan Hicri 218 yılma kadar devam etti. Bu tarihte
ilmi tartışmalar, tehdit ve işkencelere dönüştü. Bunun sebebi, ve planlayıcısı
Memun'un veziri ve kâtibi olan Ahmed b. Ebî Dûad el-Mutezili'dir.
Şüphesiz ki bu
davranış, bir düşüklüktür. Memun gibilerin, iktidar dönemlerinde bu
hadiselerin meydana gelmesine razı olmamaları gerekirdi. Bu davranışlarla,
fıkıhçılara ve hadis âlimlerine zorla Mutezilenin görüşü kabul ettirilmek
isteniyordu.
İktidar gücü, belli
görüşleri destekleyerek, insanları inançları dışındaki görüşleri kabullenmeye
zorlayan bir güç değildir. Dinde zorlamanın haram olduğuna göre, insanları,
dine ters düşmeyen görüşlerinden zorla ayırıp özel bir görüşe sevketmek nasıl
helâl sayılabilir?
Mehdî, fıkıhçılara,
Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olduğunu zorla söyletmeye çalışıyordu. Bazı âlimler,
Mehdî'nin şerrinden korkarak ve onun cezalarından çekinerek onun arzusuna uygun
cevap vermişlerse de; diğer bir kısım âlimler, işkencelere, haksızlıklara ve
uzun süren mahkumiyetlere katlanmışlar ve inançlarına ters düşen bir sözü
söylememişlerdir.
Bu fitne, Memun'un
vasiyeti üzerine, Abbasi halifeleri Mutasım ve Vâsık dönemleri boyunca devam
etmiştir. Ayrıca Vâsık, Mutezilenin görüşü olan, kıyamette Allah'ın
görülemiyeceği meselesini kabullendirmek için de zora başvurmuştur.
Abbasi halifesi
Mütevekkil iktidara gelince bu musibeti ortadan kaldırmış, işleri normal
seyrinde yürümeye terketmiş ve görüşleri kendi istikametlerinde yürümeye
bırakmıştır. Hatta Mutezilîlere karşı çıkmış ve onlara iyi bir gözle
bakmamıştır.[76]
Fıkıhçılar ve hadis
âlimleri Mutezilîlere karşı şiddetli bir savaş açmışlardı. Böylece Mutezilîler
iki güçlü hasım arasında kalmışlardı.
Bir tarafta Zındıklar,
Müşebbihe'ler, Mücessimler ve bunlara benzeyenler, diğer tarafta ise fıkıh ve
hadis âlimleri bulunmaktaydı. İnsan, fıkıh ve hadis âlimlerinin sahalarına
baktığı zaman, bunların, her fırsatta Mutezilîleri şiddetle eleştirdiklerini
görür. îmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel'in Tevhid ilmini ve tevhidçilerin metoduyla
bu ilmi öğreneni kınadıklarını gördüğün zaman, bunların aslında Mutezilîleri ve
metodîarım eleştirdiklerini bil. Fakat, fıkıh ve hadis âlimlerinin, Mutezile
görüşlerini destekleyen Memun tarafından kendilerine işkence yapılmasından
önce de Mutezilîleri sevmemelerinin sebebi nedir?
Bana göre, birkaç sebep
bir araya gelerek bu düşmanlığı ortaya çıkarmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır:
a)
Mutezilîler, inanç meselelerini anlama mevzuunda selef-i salihîn'in (önceki
ihlas müslümanların) yolundan ayrılmışlardı. Selef-i salihîn'in devamlı olarak
okuduğu zikri, Kur'an-ı Kerim idi. Allah Tealâ'mn sıfatlarını ve itikadî
meselelerden, iman edilmesi gerekenleri öğrenmek isteyen herkes, Kur'aıı-ı Kerîm'e
ve sünnet-i se-niyye'ye başvurur, bunların dışına taşmazlar ve bunlardan başkasına
güvenmezlerdi.
Evet, inanç
meselelerini açık seçik olan Kur'an-ı Kerîm'in âyetlerinden öğrenirlerdi.
Herhangi bir mesele hakkında tereddüte düştükleri zaman ise, çok iyi
bildikleri, Arap dilinin ifadelerinden anlamaya çalışıyorlardı. Bütün bunlara
rağmen birşey anlayamazlara a işi Allah'a havale ederler, mesele hakkında
herhangi bir şey konuşmazlar, fitne ve şüphe tohumlarının saçılmasına razı
olmazlardı.
Bu durum, Arapların
mizacına, uygundu. Çünkü Araplar, aslında mantık, ve felsefe bilmiyorlardı ve
ilim adamı değillerdi. Araplar arasında ilim gelişip, özellikle, felsefi
bilgiler yayılınca,' ortaya, Arapların bu durumuna karşı Mutezile fırkası
çıktı. Mutezili-ler, herşeyde aklı hakem tayin etmeye başladılar. Onu,
araştırmalarının temeli kabul ettiler. Akıllarının ihtirası onları herşeyin
mahiyetini öğrenmeye şevketti.
Mutezililerin dinî
öğrenimde, başvurdukları bu yeni metod, fıkıhçılar ve hadis âlimlerince dinî
tahsilde görmedikleri yepyeni bir metod idi. Bu sebeple fıkıh ve hadis
âlimleri, Mutezilîlere karşı, eleştiri kılıçlarını çekmişler ve onlar aleyhine
kötü sözler yaymaya girişmişlerdir.
b)
Mutezilîler, Zındıklarda, Kafizüerle ve Dualistlerle (iki tanrı kabul
edenlerle) ve benzerleriyle tartışma yapmakla meşgul idiler.
Tartışma bir çeşit
savaşa benzer. Savaşan kişi, karşısında savaşanın taktiğine göre dayranır,
onun silahına göre tedbir alır, onun planlarını ve amacını öğrenmeye çalışır.
Bütün bunlar ise, iki düşma-nm, birbirinden etkilenmesine ve birbirlerinin
metodlarmı taklit etmelerine sebep olur. İşte bu nedenle, Mutezile fırkasına
mensup olanlara da muhalifleri tarafından bir kısmı düşünceler sızmıştır.
'Ancak bu düşünceler,
Mutezüüerin, inançlarını değiştirecek veya onları İslâmdan çıkaracak, yahut,
İslama saldıranlara karşı mücadelelerini zayıflatacak derecede köklü
düşünceler değildi. Nyberg'-m «İntişar» adlı kitabını neşrederken yazdığı şu
önsöz ne güzeldir: «Bir savaşta büyük bir düşmanla karşılaşan kişi, düşmanı ve
savaş şartları iîe bağlı kalır. Savaşın seyrine göre vaziyet alır. Bu kişinin,
oturmasında, kalkmasında, hareketinde ve durmasında, düşmanı takip etmesi
gerekir. Böyle bir kişi bazan, bizzat düşmanından ve düş-manın taktiklerinden
etkilenir. Düşünce sahsaındaki çarpışmalar da böyledir. Genellikle düşüncelerin
oluşmasında, düşmanın etkisi taraftarlarm etkisinden daha az değildir. Hatta,
Hanbelî mezhebine mensup olan bazı insanlar, arkadaşlarının, kendilerini
inkarcılara cevap vermeye adamalarının, bizzat onların da inkâra sapmalarına
sebep olduğundan, şikâyetçi olmuşlardır.
Bu sebeple, Mutezile
mezhebine mensup olanların görüşleri içinde acaip bazı görüşlerin de yer
almasına şaşmamalıdır. Çünkü bunlar, düşmanlarıyla yaptıkları tartışmalardan
etkilenmişlerdir.
c) İnanç
meselelerini öğrenme hususunda Mutezililerin metodu sırf akılcı bir metoddu.
Hernekadar onlar, Kur'an'rn nasslarma' muhalefet etmemeye çalışıyorlar idiyse
de1...
Mutezililerin görüşü
ile Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinin zahiri, birbiriyle çeliştiği takdirde onlar,
Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşlerine ters düşmeyecek ve zahiri mânâsından da
uzaklaşmayacak bir şekilde te'vil ederlerdi.
Bu metodun temelini,
akla güven teşkil eder. Halbuki aklın temayülleri ve aldanmaları vardır. Bu
sebeple Mutezilîler, sırf aklî temayüllerine uyarak birçok hatalara ve
kötülüklere düşmüşlerdir.
Meselâ; Mutezililerin.
imamlarından olan Cübbaî'nin «Allah, kulunun duasını kabul ettiği vakit kuluna
itaat etmiş olur.» sözüne srnı-sıkı sarılması bu kabildendir. Cübbaî'nin bu
görüşte direnmesinin sebebi şu idi: Bir zaman ona Ebu Hasen el-Eş'ari şu soruyu
sormuştu : Sana göre, itaat etmek ne demektir?» Cübbaî: Başkasının istek ve
iradesine muvafakat etmektir. Kim, başkasının isteğini yerine getirirse ona
itaat etmiş olur.» dedi. Bunun üzerine Ebuî Hasen: “Bu prensibe göre, Allah
Tealâ'nm, kulunun isteğini yerine getirdiği takdirde, ona itaat etmiş olması
gerekir. Allah Tealâ'nın kuluna itaat etmesi caiz görüldüğü vakit ise, onun,
kuluna boyun eğmesi de caiz görülmüş olur.» «Allah bundan münezzehtir, çok
yücedir.»[77]
Yine Mutezililerin
imamlarından olan Ebu el-Huzeyl'in şu söğü bu kabildendir. «Cennet ehli hür
iradeye sahip değildir. Çünkü onlar, hür iradeye sahip olmuş olsalardı,
mükellef olmaları icabeder-di. Âhiret ise ceza ve mükâfat yurdudur, yükümlülük
yurdu değildir.»
Şüphesiz ki bu söz,
gerçeklerden uzak bir akılcılıktır. Çünkü, hür iradeye sahip olmak, her zaman
yükümlülüğü gerektirmez. «Hayyat» adındaki âlim, Ebu ei-Huzeyl'in bu görüşten
döndüğünü söyler.[78]
İşte Mutezilîlerin
bazılarında görülen bu tip garip düşünceler, halk arasında, bütün Mutezilîlerin
görüşü gibi yayılıyor ve aleyhlerinde- kötü sözler söylenümesine vesile
oluyordu.
d)
Mutezilîler, İslâm ümmeti nezdinde büyük mevkileri bulunan birçok zatlarla
münakaşa ve mücadele etmişler,
hasımlariyla tartışmalarında ölçüyü kaçırmışlar, her türlü sözü
söylemekten çekinmemişlerdir.
Yine, Mutezilüerin
imamlarından sayılan Câhiz'in, fıkıh ve hadis âlimleri hakkında söylemiş
olduğu şu sözlere bir bakın: «Hadis âlimleri, avam tabakasmdandır. Onlar,
taklitçidirler. Delil çıkarmaya çalışmazlar ve serbestçe hareket edemezler.
Taklit ise, akli deliller karşısında kendisinden uzak durulan ve Kur'an'da
yasaklanan bir husustur.» Câhiz, sözlerinin sonunda şunları söyledi:
«Hadisçile-rin «zahitler, âbidler bizdendir» şeklindeki sözlerinin cevabı
şudur: — «Sayıca kendilerinden daha az olan Haricîlerin âbidleri, hadisçi-lerin
âbidlerinden daha çoktur. Buna ilaveten, Hariciler iyiniyet sahibidirler. Daha
hoş, çıkarcılıktan çok uzak, takva yönünden daha samimi, kıyafet bakımından
daha mütevazı, yollarında daha kararlı, dâva uğrunda canlarını ve kanlarını
daha fazla feda eden, kendilerine daha az mal toplayan ve başkalarını daha az
mahrum eden, daha fazla zâhid ve daha çok gayret sarfeden insanlardır.»[79]
Câhiz'in, haklarında
böyle konuştuğu zatlar, bütün halk nezdinde ve ulemadan birçoklarına göre
mevki ve makamları üstün olan kişilerdir.
İşte bu sebeple,
yapılan bu tenkidler, müsîümanlarm çoğunluğunun, Mutezililerden nefret
etmelerine sebep olmuştur. Hernekadar mücerred gerçekleri araştırmak isteyen
kişiler nzdinde takdir edilmiş olsalarda...
e) Birçok
inkarcılar, Mutezile mezhebinde fitne tohumlarını ve bâtıl görüşlerini
yayabilecek ve îslâma vesveselerini sokabilecekleri yuvalar buldular.
İnkarcıların gerçek maksatları ortaya çıkınca Mutezüîler, bunları kendilerinden
uzaklaştırmalardır.
Meselâ: İbn-i Ravendi,
Ebu İsa el-Verrak, Ahmed b. Hait ve Fadl el-Hadesî bunlardandı. Bu adı geçen
kişiler, bir kısım, îslânıî prensipleri yıkıcı görüşler ortaya koymuşlardır.
Bunlardan bazıları, müsîümanlarm inancını bozmak için Yahudiler tarafından
kiralanmakla suçlanmışlardır.
Mutezilîler,
hernekadar, kötülükleri ortaya çıkan bu tip insanlardan daha sonraları
uzaklaşmışlarsa da, daha önce bunların, Mutezilüerin arasında bulunmaları,
kendilerini bulaştırdıkları murdarlıkların, Mutezilîlere de sıçramasına sebep
olmuşlardır. Hernekadar. Mutezilîlerin hocaları, kendilerinin, bu gibi
insanlardan uzak olduklarına dair yeminler etmişlerse de, yine de suçlamalar,
Mutezilîlerin üzerinde kalmıştır. Çünkü, akla, suçsuzluktan daha önce suçluluk
gelir.
f)
Abbasilerden, Mutezililere arka çıkan, onlara yardım eden, onların mezheplerini
benimseyen ve onların görüşlerine taassup derecesinde bağlı olanlar çıkmıştır.
Bu gibi insanlar halkı Mutezilîliği kabullenmeye zorlamışlar, fıkıh ve hadis
âlimlerine işkence yapmışlar, onların başına çeşitli musibetler
getirmişlerdir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, fıkıh ve hadis âlimleri, bu
işkence ve musibetlere sabretmişlerdir.
Fıkıh ve hadis
âlimlerinin, içine düştükleri bela ve musibetler, halkın onlara acımasına ve
Mutezilîlere kızmasına vesile olmuştur. Böylece, takva sahibi bu zatların
çektikleri elem ve izdıraplar, Mutezilîlerin itibarını düşürmüş ve günahları
Mutezilîlerin boynunda kalmıştır.
Mutezilîlerin içinde,
risaleler yazarak bu gibi işkence ve eziyetlerin, fıkıh ve hadis âlimlerine
yapılmasını destekleyen kişilerin de bulunması, durumu iyice kötüleştirmiştir.
Câhiz'in, halife tarafından, fıkıh ve hadis âlimlerine yapılan işkenceyi
savunur mahiyette söylediği şu sözü bu kabildendir: «Biz, ancak, hakkında çokça
delil gösterdiğimiz kişinin, kâfirliğine hükmederiz. Ve biz, ancak, itham
altında bulunanları imtihan ederiz. Sanıkları ortaya çıkarmak, tecessüs (kusur
aramak) değildir. Yine, sanıkları sorguya çekmek, gizlilikleri teşhir etmek
değildir. Eğer, her suçu ortaya çıkarmak bir teşhir ve her sorguya çekmekte
bir «tecessüs» sayılsaydı, hâkimler, insanların gizliliklerini en çok ifşa
eden ve onların kusurlarını bulmaya en çok çalışan kimseler olurlardı.
Zorbalığa dayanan
görüşlerin, yıkılmaya mahkum olduğu, bir gerçektir. Çünkü kaba kuvvet kördür,
ahmaktır. Doğruluktan sapmak, serserice hareket etmek kaba kuvvetin
şânmdandır. Kaba kuvvete dayanan her görüş, neticede mağlup olur. Çünkü
insanlar, kaba kuvvete dayanan görüşün gerçekliği hususunda şüpheye düşerler.
Zira, gerçekten, sağlam delillere dayalı, güçlü bir görüş, hiçbir zaman kaba
kuvvete ihtiyaç hissetmez.»[80]
Câhiz'in sözlerinden
de anlaşıldığı gibi mutezilîler, fıkıh âlimlerini tenkid etmişler. Ahmed b.
Hanbel gibi bir zatı dinî yönden itham etmişlerdir. Tabii olarak bu ithamlara
karşılık ithamlarla cevap verilmiştir.
Mutezilîlerin, fıkıh
ve hadis âlimlerini suçlamaları, A.bbasilerin, bunları destekledikleri
dönemlerde meydana gelmişti. Elbetteki suçlamalara cevap aynı dönemde meydana
gelecekti, işte bu sebeple, fıkıh ve hadis âlimleri, mutezile fırkasına mensup
olan insanları dinen suç sayılan her şey ile itham etmişlerdir. Öyle ki, îmam
Ebu Ha-nife'nin talebesi, îmam Ebu Yusuf, mutezilüeri zındıklıkla itham etmiş,
îmam Malik ve îmam Şafii, bunların şahitliklerinin kabul edil-miTjecefine dair fetvalar
vermiş ve Ebu Hanife'nin talebesi, Muham-med b. Hasen eî-Şeybanî, mutezilı bir
kişinin arkasında namaz kılanın, namazım iade etmesinin gerekli olduğuna fetva
vermiştir. Mutezilîler hakkındaki kötü sözler, bu büyük imamlara mensup olan
insanlara da sirayet etmiş, dolayısıyle bunlar mutezilîleri fâsıklıkla tdoğru
yoldan ayrılmakla), haram işlemekle suçlamışlardır.
Şurası bir gerçektir
ki, hararetli tartışmalara kadar giden anlaşmazlıklar, elbetteki birtakım
çamur atmalara ve haksız suçlamalara yol açacaktır.
Mutezile fırkasına
yöneltilen suçlamalardan birçoğu tarafsız bir görüşten kaynaklanmıyor, bilakis
tarafgirlikten ve görüşîerdeki taassuptan kaynaklanıyordu. Her taassup, idrak
kapılarından birisini mutlaka kapatır.
Şüphesiz ki
mutezilîler, hatalı olsunlar veya olmasınlar, ortaya koymuş oldukları
tutumlarıyla, dinin çerçevesinden çıkmış değillerdir. Mutezüîlere, insanları
davet ettikleri doğru şeylerden ve îslâmı savunmalarından dolayı sevap vardır.
îslamı savunma huşunda mutezilîlerin, öncülük yapmaları sebebiyle üstünlükleri
vardır.
Vâsıl b. Ata'ya, tâbi
olanlar, çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar, oralarda bulunan, neva ve
hevesine uymuş kişilere karşı mücadele vermişlerdir. Vâsıl'm arkadaşı Amr b.
Ubeyd, zındıklara karşı savaş açmış, ehl-i hak ile dost ve ehl-i heva ve heves
ile düşmandı. Amr, şair Beşşar b. Burde'nin arkadaşı idi. Beşşar'ın zındık
olduğunu anlayınca, arkadaşı olması, onu Bağdat'tan sürdürmesine engel olmadı.
Beşşar, sürgünden sonra Bağdat'a ancak, Amr'in vefatından sonra Ebu Cafer
el-Mansur devrinde dönebilmiş tir.
Amr, müttakî bir
kişiydi. Câhiz, bunun hakkında biraz da taassuba kaçarak şöyle demiştir:
«Amr'm ibadeti, bütün fıkıh ve hadis âlimi âbidlerin ibadetlerine denktir.»
Mutezililerin devam
eden her kuşağında, kendilerini ibadete veren ve takva sahibi olan bir gurup
bulunmuştur. Mutezilîlerden bazılarının müttakî oluşu, aşırı ihtiyacına rağmen
devletten herhangi bir mal almamalarına sebep olmuştur.
î&nltaıldığma
göre, 'Abbasî halifesi Vâsık, veziri Ahmet b. Du-ad'a şunu sormuştur: «Niçin,
başkalarını hâkim tayin ettiğin gibi, arkadaşlarım mutezilileri hakim tayin
etmiyorsun?» Duad ise şu cevabı vermiştir: «Ey müminlerin emiri, senin
arkadaşlram bundan kaçmıyorlar. Meselâ: Cafer b. Bişr... Kendisine onbin dirhem
gönderdim kabul etmedi. Daha sonra bizzat ben gittim, yanma girmek için izin
istedim, bana izin vermedi. îzinsiz olarak içeri girdim. Kılıcını yüzüme dayadı
ve «İşte şimdi seni öldürmek bana helâl oldu.» dedi. Bunun üzerine oradan
uzaklaştım. Böylelerini nasıl hâkim tayin edeyim?»
Ne gariptir ki bu
Cafer'e bazı arkadaşları iki "dirhem vermiş o da kabul etmiştir. Bunun
üzerine Cafer'e «Nasıl oluyor da onbin dirhemi reddediyor ve iki dirhemi kabul
ediyorsun?» diye sorulunca, şu cevabı vermiştir. «Bu onbin dirheme, tarafgir
yaltakçılar benden daha çok lâyıktır. Ben ise bu iki dirheme daha çok lâyıkım.
Çünkü bu iki dirheme benim ihtiyacım var. Ve Allah Tealâ bunları bana dilenmeden
gönderdi.»
Şüphesiz ki bu
davranış, iffetli ve onurlıs bir şahsiyetin "davranışıdır. Bu onurlu
kişi, devletin malmm helâl olmayan yollardan toplandığı kanaatinde olduğu
için, şüphe etmiş ve onu reddetmiştir. Diğer taraftan helâl ve temiz olan iki
dirhemi kabul etmiştir.[81]
İlm-i kelâm, mutezile
fırkasına mensup olanların, gerek mecusî, dualist, heva ve hevesine uyan
sapıklarla gerekse, fıkıh ve hadis âîimleriyle ve İmam Eş'arî, İmam Matüridî
ile yaptıkları tartışmalardan doğmuştur.
Mutezilîler, ilm-i
kelamda dairenin merkezini, değirmen çarkının milini teşkil etmektedirler.
Bunlar, tartışmalarıyla îslâmî düşünceyi iki asra yakm bir zaman meşgul
etmişler ve tartışma meclislerinde halifelere, vezirler ve âlimler bulunmuş,
görüşler birbiriyle çarpişmiş, İslâmî düşünce Fars veya Yunan yahut Hint felsefeleriyle
donatılmaya çalışılmıştır.
Mutezilîler,
münakaşalarında belirli özellikleriyle seçilmişler, kendilerine Özel bir renk
veren hususiyete bürünmüşler ve kendilerine mahsus özel bir anlayış ortaya
koymuşlardır. Hernekadar hüküm çıkarma yolları ve hüküm çıkarmak için
kullandıklara mukaddimeleri, diğer islâm cemaatlerinin mukaddime ve metodlanna
muhalif idiyse de bunların anlayışları genellikle dinin davet ettiği prensiplere
ters düşmemekteydi.
Mutezilenin, araştırma
ve tartışmalardaki en belirgin özellikleri şunlardır.
a) Başkalarını
taklitten kaçınmaları, incelemeden, delilleri değerlendirmeden ve işleri
ölçüp-tartmadan başkalarına kayıtsız şartsız tâbi olmamaları.
Mutezilîler, görüş
sahiplerinin şahıslarına değil görüşlere saygı gösterirlerdi. Söyleyene değil,
söylenen hak söze ihtiram ederlerdi. Bu sebeple mutezilîler birbirlerini dahi
taklit etmemişlerdir.
Mutyezilenin devamlı
uyduğu kural şu idi. «Her mümin, dinin temel meselelerinde yapacağı içtihadı
ne gerektiriyorsa onu yapmakla mükelleftir.»
Belki de
mutezilîlerin, şu guruplara bölünmelerinin sebebi budur.
Vasiliye: Bunlar,
mutezile mezhebinin en önde gelen adamı olan Vâsıl b. Ata'nm görüşlerini tercih
edenlerdir.
Huzeyliye: Bunlar,
Hicrî ikinci yüzyılda mutezilîlerin hocalığını yapan Ebul Huzeyl el-Allâf m
taraftarlarıdır.
Nazzâmiye: Bunlar,
Ebul Huzeyl el-Allah”ım talebesi olan İbrahim b. Seyyar el-Nazzam'a tâbi
olanlardır.
Hâitiye: Bunlar,
Ahmed b. Hait'in taraftarlarıdır.
Bîşriyye: Bunlar,
Bişr b. el-Mu'temir'in taraftarlarıdır.
Muammeriye: Bunlar,
Muammer b. Ubbad el-Selemî'ye tâbi olanlardır.
Mizdariye: Bunlar,
«Ebu Musa» diye adlandırılan ve «Mizdar» diye lakap takılan İsa b. Subeyh'in
taraftarlarıdır.
Sumâmiye: Bunlar,
Sumame b. Eşres el-Numeyrî'nin tarfatarlarıdır.
Hişamiye: Bunlar,
Hişam b. Ömer el-Fûtî'nin taraftarlarıdır.
Cahiziye: Bunlar,
meşhur edip, Câhiz'in taraftarlarıdır. Câhiz, edipliğiyle birlikte mutezile
mezhebine mensup olan âlim bir kişiydi.
Hayyâtiye: Bunlar,
Ebul Hüseyin el-Hayyat'ın taraftarlarıdır.
Cübbaîye: Bunlar,
Ebul Hasen el-Eş'arî'nin hocası ve Hicrî üçüncü yüzyılda mutezilîlerin hocası
olan Ebu Ali el-Cubbaî'nin taraftarlarıdır.
Behşemîye: Bunlar
da, Cübbâîye fırkasının hocası olan Cübbâî'nin oğlu Ebu Haşini Abdüsselam'a
tâbi olanlardır.
b)
Mutezilîlerin özelliklerinden biri de, itikadı meseleleri ispat hususunda akla
dayanmalarıdır. Mutezilîler, Kur'an-ı Kerîm'in
yolundan sapmamak için imdadı Kur'an'dan almışlardır. Fakat bunların pek fazla
hadis bilgileri yoktu. Çünkü bunlar, inanç meselelerinde hadislere dayanmıyor
ve onları delil olarak kullanmıyorlardı.
Mutezilîlerin akla
dayanmaları, onları, devirlerinde Arapçaya tercüme edilen aklî ilimleri tahsile
sevketmiştir. Bunlar, bu ilimleri incelemişler ve bunlardan, düşmanlarıyla
çarpışabilecek ve delil çıkarabilecek kadar nasiplerini almışlardır. Bu
sebeple birçok filozofluk taslayanlar, bunlara katılmışlardır. Çünkü bu gibi
insanlar, mutezilîlerin görüşlerini kendilerine uygun bulmuşlardır. Zira
mutezilîlerin görüşleri, kendilerini ihata eden dini ruhu ve onlara hakim olan
Allah'ı tenzil etme düşüncesi yanında, insan aklının açlığını doyuran felsefî
görüşleri de kapsamaktaydı. Bu sebeple, mutezile fırkasına mensup olan kişiler
arasında birçok seçkin yazarlar, büyük âlimler ve akıllı filozoflar
bulunmuştur.
c) Mutezilîler,
güzel konuşma ve meseleleri iyi izah etme özellikleriyle de seçilmişlerdir.
Mutezilîlerin arasında
çok güzel hatipler ve münazara usullerini iyi bilen tartışmacılar mevcuttu.
Bunlar, devamlı mücadele yaptıkları için nasıl tartışma yapılacağanı çok iyi
biliyorlardı. Yine bunlar, düşmanın nasıl mağlup edilebileceğini öğrendikleri
için mücadele usullerini çok iyi biliyorlardı.
îşte mutezilenin
lideri olan Vâsıl b. Ata büyük bir hatip, karşısındakinin ne düşündüğünü
sezebilen, hazırcevap ve hazırlıksız konuşabilen bir kimse idi.
îşte, mutezilenin
hocalarından biri olan İbrahim b. Seyyar el-Nezzam. Bu zat zeki, çok güzel
konuşan, konuşması tesirli, edip ve şair bir kimse idi.
Yine mutezilîlerden
biri olan Ebu Osman Emr el-Câhiz hakkında, Sabit b. Kurra el-Saibî şunları
söyler. «Ebu Osman el-Câhiz, müslümanlarm hatibi, ilm-i kelamcıların hocası,
eskilerin ve bütün hatiplerin efendisi, konuştuğu zaman belagatıyla meşhur
hatiplerden «Sahban» a benzer, münazaraya giriştiğinde ise, meşhur münazaracı
«Nazzam» gibidir. Arap dilinin ve edebiyatın üstadıdır. Kitapları, gül
bahçeleri, izah ettiği meseleler, çeşitli meyvelerdir. Onunla tartışmaya giren
herkes, daha önce onu görmek zorunda kalırdı. Ona sataşan herkes ise sonunda
ona boyun eğerdi.»[82]
Mutezile fırkası;
a) Mecusî,
dualist, cebriye ve bidatçılarla.
b) Fıkıh ve
hadis âlimleriyle.
c) Eş'arî ve
Matüridi'lerle.
Mücadele ve
münazaralarda bulunmuşlardır.
Şimdi, mutezil'lerin,
sırasıyla, heva ve heveslerine uyanlarla, bi-. datçılarla, kâfirlerle mücadele
ve Kur'an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığı hususunda da fıkıh ve hadis
âlimleriyle geçen tartışmalarını anlatmaya çalışalım. Eş'arî ve Matüridılerle
olan münakaşalarını ise, bu mezheplerin bahsine bırakalım.
a)
Mutezilenin, şehevanî arzularına uyanlarla ve kâfirlerle yaptıkları
münakaşalar:
Daha önce de izah
ettiğimiz gibi, Emevüer döneminin sonlarında ve Abbasilerin ilk zamanlarında.
Zındıklar çoğalmış, müslümanların araşma, kalblerinde Farslarm ve başkalarının
dinlerinden kalıntılar taşıyanlar sızmış, bu kişiler, müslümanlara karşı kin
beslemiş, bazan yüzlerinden maskeyi kaldırmışlar, bazan da îslâm kisvesine
bürünerek, hiçkimse farkına varıp tedbir almadan zehirlerini saçmak için,
kendilerine ait bâtıl inançları aşılamışlardır.
Evet, zındıklardan
birçoğu sinsice faaliyet gösterenlerdi, İslâm için en büyük tehlikeyi bunlar
meydana getiriyordu. Çünkü bazı insanlar bunlara aldanıyorlardı.
Mutezile fırkası
bunların karşısına dikildi, zındıkların, İslâma karşı saldırıya geçtiklerini
kabul ettikleri her alanda onlarla çarpıştılar.
Daha sonra mutezüîler,
kendilerini gizlemeyen, dualist ve dehrî-lerle karşı karşıya gelmişlerdir.
Mutezilenin lideri Vâsıl, arkadaşlarını, zındıklarla savaşmaları için çeşitli
şehirlere göndermiştir. Vâsıl, bizzat kendisi de îsiâmı savunmaya girişmiştir.
Yazmış olduğu eserlerden biri de «Elf Mesele» (Bin Mesele) adlı kitaptır. Bu
kitabı,
Hristiyanlıkla
Mecusîlik birleştirilerek ortaya çıkartılan, Fars mezhebi «Manikeizm» e[83]
cevap olarak yazmıştır. Vâsıl b. Ata'dan sonra gelen talebeleri de aynı yolu
takip etmişlerdir.
Mutezililerin tartışma
metodları güçlü, delilleri sağlam, konuşmaları fasih ve açık, kendileri ise, tahsil
ettikleri ilimlerden ve yaptıkları tartışmalardan elde ettikleri büyük bir
ikna gücüne sahiptiler. Öyle ki, müslüman olmayan bazı hasımları bunlarla
yaptıkları tartışmalardan sonra müslüman oluyorlardı.
Mutezile tarihini
yazan yazar şöyle der: «Ebu Huzey el-Allâf vasıtasıyla üçbinden fazla Mecûsî
müslüman olmuştur. Çünkü Allâf, tartışmada çok mahir ve güçlüydü. İnsanları
davet ettiği şey, kuvvetli, insanların kendisini davet ettikleri şey ise
zayıftı.»
«İntişar» adlı
kitapta, bu tartışmaların bir kısmı nakledilmektedir. Bunlardan biri de, bir
«Manikeizm» mezhebine mensup olanla bir Mutezilî arasında geçtiği söylenen şu
tartışmadır:
Manikeistler, doğru
söylemenin yalan söylemeye zıt olduğunu, doğru söylemenin iyi olduğunu ve «Nur»
dan geldiğini, yalan söylemenin ise kötü olduğunu ve «Karanlık» tan geldiğini
iddia etmişlerdir. Bu sebeple Ebul Huzeyl'in talebesi İbrahim Nazzâm şunları
sormuştur :
Nazzâm — Söyleyin
bakalım, bir insan tutar bir yalan söylerse bu durumda yalancı kimdir?
Manikeistler — Yalancı
olan «karanlık» tır.
Nazzâm — Şayet yalan
söyleyen kişi, daha sonra yalan söylediğine pişman olur da «Ben yalan
söyledim. Kötü bir şey yaptım.» derse bu takdirde «yalan söyledim.» diyen
kimdir?
Manikeistler — (Bunun
üzerine birbirlerine girmişler, ne söyleyeceklerini bilememişlerdir.)
Nazzâm — Eğer, «Ben
yalan söyledim, kötü bir iş yaptım» sözünü «Nur» un söylediğini
zannediyorsanız «Nur» yalancı olmuş olur. Çünkü yalan söyleme onun tarafından
meydana gelmedi ve onun ağzından çıkmadı. Buna ilâveten yalan söylemek bir
kötülüktür. Bu takdirde,”Nur» tarafından bir kötülük meydana getirilmiş olur.
Bu da sizin iddialarınızı yıkar. Eğer siz, «Ben yalan söyledim, kötü bir iş
yaptım.» diyenin »karanlık» olduğunu kabul ediyorsanız, karanlığın doğru söylemiş
olduğu ortaya çıkar. Doğru söylemek bir iyiliktir. Bu takdirde karanlıktan hem
doğru söz hem de yalan söz meydana gelmiş olur ki bu da sizin inancınıza göre
birbirine zıt olan hayır ve şerrin birîeşmesidir.»
Bu tartışmadan
anlaşılmaktadır ki, büyük bir araştırma, -zındıkları takip, söz konusudur. Ve
mutezüîlerle tartışanların bütün yolları kesilmektedir.
Şerh el-Uyûn adlı
eserin sahibi, adı geçen bu Nazzâm ile, her şeyde şüphe eden ve varlıkların bir
gerçeği olduğunu inkâr eden sofist Salih b. Abdülkuddus'un arasında geçen
diğer bir muhavereyi anlatır.
Adı geçen. Salih'in
bir çocuğu ölmüştü. Ebul Huzeyl el-Allâf, sofist arkadaşına gitti. Yanında,
henüz küçük bir çocuk olan ve yanından ayrılmayan Nazzâm bulunuyordu. Ebul
Huzeyl, sofist arkadaşının ölen çocuğuna yanıp yakıldığını görünce ona şunları
söyledi: «Sana göre insanlar, bitkiler gibiyse, oğluna acımana bir sebep
göremiyorum.» Burada Huzeyl şunu demek istiyordu: (Sofistlere göre insanlar ve
bitkilerin varlıkları bir gerçeğe dayanmaz. İnsanın değerlendirmesine tâbidir.
Çünkü salih insanın ( gerçek mahiyetinde şüphe etmekteydi.) Bunun üzerine Salih
şu cevabı verdi: «Ey Ebul Huzeyl, oğlum «Şükuk» adlı kitabı okumadığı için ona
acıyorum.» Ebul Huzeyl: «Şükuk» kitabı nedir?» dedi. Salih, «Benim telif
ettiğim bir kitaptır. Onu okuyan, var plan şeyler hakkında şüpheye düşer,
neticede ona, bunlar yokmuş kanaati gelir. Olmayan şeyler hakkında da şüphe
eder. Neticede ona, o şeylerin var oldukları kanaati gelir.» dedi. Bunun
üzerine Nazzâm müdahale ederek şunları söyledi: «Sen de oğlunun
ölmesinden,şüphe et. Ölmüş olsa dahi onu ölmemiş kabul et. Yine sen, oğlunun bu
kitabı okuduğunda şüphe et. Herne-kadar onu okumadıysa da sen, onu okuduğu
kanaatine var.»
Bu son hadise ve
benzerleri, Mutezile fırkasına mensup olanların ufuklarının geniş olduğunu,
gönüllerinin dar olmadığını, dolayısıyla, kendileriyle mücadele eden gayr-i
müslimlerle veya sapıklıklarını düzeltmek istedikleri sapıklarla dahi iyi
ilişkiler kurmayı bilmişlerdir. Bu, âlimlerin davranış şeklidir. Âlimlerin
gönlü, inanç bakımından kendilerine muhalif olanlara bile açıktır. Tâ ki Allah
Tealâ onları hidayete erdirsin.
Biz, Mutezililerîe,
zındık ve mürtedler arasında geçen bazı tartışmaları anlatmadan geçemiyeceğiz.
aa) Abbasi
halifesi Memun'un, Horasanlı bir mürtedleması.
Memun, Mutezilîlerden
sayılır. Bu sebeple o Mutezilelerden bahsederken «arkadaşlarımız» tabirini
kullanırdı. Bu nedenle Memun'un, bu tartışması, Mutezile üslubuyla cereyan
etmiştir.
Mehdi döneminde
Horasanda bir kişi dinden çıkmış, bu kişi Halife Memun'a gönderilmiş ve
aralarında şu tartışma geçmiştir:
Memun — Seni, haklı olarak öldürmekten ise,
yine seni haklı olarak sağ bırakmayı daha çok isterim. Seni itham altına sokmaktan
ise, senin beraatine karar vererek serbest bırakmam benim için daha hoştur. Sen
daha önce Hristiyan iken, sonra müslüman oldun. Sen orada daha fazla imkâna
sahip olan ve çok yaşayan biriydin. Fakat sen, alışıp ısındığın şeyi
yadırgadın, daha sonra bize sırt çevirerek kaçtın. Söyle bakalım, seni, daha
önce sevdiğin ve ısındığın şeylerden nefret ettiren ve onları yadırgamana
sebep olan şey nedir? Eğer, bizde hastalığının ilacım bulursan, kendini onunla
tedavi etmiş olursun. Hasta doktorlar dahi istişareye muhtaçtır. Şayet şifa
bula-mazsan, ilaçlar derdine çare olamazsa, kendine karşı mazur sayılırsın.
Artık kendi kendini kınamazsın. Eğer seni öldürürsek, şeriatın hükmüyle
öldürürüz. Yahut da sen, meseleyi yeniden gözden geçirir ve sağlam bir karara
varırsın. Ve böylece içtihadında, elinden geleni yaptığını, meseleyi
ciddiyetle ele almada herhangi bir ihmalde bulunmadığım bilmiş olursun.
Mürted — Beni nefret ettiren şey, aranızda
gördüğüm çokça ihtilaflardır.
Memun — Bizde iki türlü ihtilaf mevcuttur.
Birincisi, ezan hakkında, cenaze namazında alman tekbirler hakkında, teşehhüd
hakkında, bayram namazları hakkında ve bayramdan önce, farz namazlarının
arkasından getirilen tekbirler hakkında ve fetva şekilleri hakkında ve benzeri
mcselelerdeki ihtilaflar.
Aslında bunlar ihtilaf
değil, alternatifler arasından birini seçmek, dar kalıplardan kurtulup
meseleleri genişletmek ve zorlukları hafifletmektir. Meselâ: Ezanda ve kamette
«Hayye alessalah» «Hay-ye alelfelah» cümlelerini ikişer defa söyleyen kimse
günah işlemiş olmadığı gibi, sadece ezanda iki defa söyleyip kamette bir defa
söyleyen kimse de günahkâr değildir. Bunlar birbirlerini ayıplamazlar ve
kınamazlar. Bunu sen de gözünle görmekte ve bizzat şahit olmaktasın.
İkinci ihtilafımız
ise, bize indirilen Kur'an-ı Kerîm'in ve bize bildirilen hadis-i şeriflerin
aslında tam bir ittifak içinde bulunmakla birlikte, Kur'an'ımızın beylerinin ve
Peygamberimiz (S.Â.V.)'in hadislerinin izahlarında ettiğimiz ihtilaflardır.
Eğer seni bu tip
ihtilaflar nefret ettirdi de, ondan dolayı bu kitabı inkâra kalkıştıysan, şunu
iyi bilmelisin ki, bu takdirde, Tevrat ve İncil'in lafızlarının indirilmesinde
ittifak edildiği gibi,onlarda bulunan lafızların tevilinde de ittifak
edilmesi, Yahudi ve Hristiyanlar arasında, lafızların tevili hususunda hiçbir
ihtilafın bulunmaması gerekirdi. Ve yine senin, sadece lafızlarının tevili
bulunmayan bir dile başvurman gerekirdi. Eğer, Allah Tealâ, kitaplarının,
peygamberlerinin sözlerinin ve peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin sözlerini
tevile muhtaç olmayacak şekilde yaratmak isteseydi, elbette-ki yapardı.
Fakat bizlere, çaba
harcamayı lüzumlu kılmayan bir din ve dünya verilmemiştir. Eğer durum böyle
olsaydı zorluklar, mükellefiyetler ortadan kalkar, yarışmalar, rekabetler
bulunmaz ve insanların birbirlerinden üstün olması sözkonusu olmazdı. Allah,
dünyayı böyle bir esas üzerine kurmamıştır.
Mürted — Şahadet
ederim ki, Allah birdir, O'nun ne bir benzeri, ne de bir çocuğu vardır. Isa
Mesih O'nun kuludur. Muhammed haktır ve sen de gerçekten müminlerin emirisin.
bb) Afşin b.
Kâvs'm muhakemesi.
Bu muhakemeyi, İbn-i
Cerir el-Taberî'nin tarihinde anlatıldığı şekliyle anlatıyoruz. Bu muhakeme,
İslâm düşmanlarının, İslama karşı taşıdıkları kötü niyetleri tasvir ediyor. Bu
muhakemeyi Mutezillierin yürüttüğünü beyan ediyor ve devlet idaresinde “büyük
idareci» mertebesine ulaşan bir kişinin kâfirliğini nasıl gizlediğini,
devranışlarıyla sezdirdiği halde diliyle ikrar etmediğini ortaya koyuyor.
Bu muhakemeyi
anlatmaya başlamadan evvel, doğuda İslâm memleketlerinde Fars iktidarını isteyen
İranlılarla, îsiâm devleti içinde eski dinlerini ihya etmeye çalışan
putperestler arasında yayılan zındıklıktan biraz bahsedelim:
İslâmm, kökünün söküp
attığı devletlerin kalıntılarından meydana gelen güçler, ısMının nurunu
söndürmek için harekete geçmişler, fakat eski hakimiyetlerini kuvvet
kullanarak, tekrar elde edemedikleri için müslürnanların kalbinde İslâmm
gücünü zayıflatmaya, eski dinleri tekrar ihya ederek mu? Umanların arasında
yaymaya, çalışmışlardır.
Farslar, Hristiyanhkla
Mecusiliği, hatta bii loşun Hint felsefesinin de karışımı oları «Manikeizm»
mezhebini yaymaya çalınmışlardır. Yine bunlar, Mecusiliği yeniden organize eden
ve güç kullanmayı tavsiye eden Zerdüştlüğü yaymaya çalışmışlardır.
Yine Farslar, Deysan
ve Markiyun adlı kişilerin fikirlerini yaymaya çalışmışlar ve malların,
kadınların ortak olması lâzım geldiğini, herhangi bir şeyin kimseye özel
olarak tahsis edilemiyeceğini iddia eden «Müzdek» in görüşlerine davet
etmişlerdir. Böylece Farslar, İranda yayılmak suretiyle orayı tahrip eden bu
mezhep vasıtasıyla İslâm devletini de tahrip etmek istemişlerdir.
Halife Mcnvn devrinde
«Babek el-Hurreml» adlı bir kişi ortaya çıkmış, Manikeizm'i yaymaya
çalışmıştır. Memun, Babek'e karşı kılıçla, düşüncelerine karşı ise, fikrî
tartışmalarla, mücadele etmiştir. Bu tartışmaları bizzat Memun yaptığı gibi,
gerek devlet idaresinde nüfuzları bulunan, Muhammed b. Abdülmelik ez-Zeyyad ve
Ah-med b. Ebî Duad gibi Mutezilîlerin ileri gelenleriyle, gerekse devlet
idaresinde nüfuzu bulunmayan, Bişr el-Mutemir, Cafer b. Mübeşşir, Câhiz ve
benzerleriyle yardımîaşmıştır.
Memun, kardeşi
Mutasım'a, kendisinden sonra Babek el-Hurremi'ye uyanlarla savaşmasını vasiyet
etmiştir. Mutasını da kardeşinin vasiyetini yerine getirmiş, en ileri gelen
komutanlarından biri olan Afşin'i Babek'in üzerine göndermiş, Afşin, Babek ile
savaşmış ve onu öldürmüştür.
Fakat ne gariptir ki,
Babek'i öldüren Afşin de mümin değildi. Müslüman görünüyor, kendisinin ve
Semerk antlıların çoğunluğunun, îslâmdan önceki dini olan putperestlik inancını
taşıyordu. Afşin, Babek'e karşı yaptığı savaşta zafere ulaştıktan sonra,
kendisi de muhakeme edilmiştir.
Afşin'i, tartışma
hususunda mütehassıs olan, delilleri ortaya koymada ve güçlü, deliller
bulmakta usta olan Mutezililerden iki kişi muhakeme etmiştir. Şimdi, Taberi
tarihinin zikrettiği şekliyle bu muhakemeyi görelim.
Afşin huzura
getirildi. O zamana kadar ağır bir mahkum muamelesi gönnüyordu. Muhakeme
salonuna, yaptıklarından dolayı Afşin'i kınamaları için ileri gelen bazı
kişiler de getirilmiş, mevki sahiplerinden hiçbiri unutulmamıştı.
"Afşin'le,
Muhammed b. Abdülmelik ez-Zeyyad münazara yapmıştı. Taberistan âmiri Mazyar,
Mubez, Sefed krallarından biri olan Merzuban b. Türkeş ve Sefed halkından iki
kişi, Afşin'in muhakemesinde hazır bulunanlardandı.
Abdülmelik, Sefed
halkından olan ve üzerlerindeki elbiseleri eski ve yırtık olan o iki kişiyi
çağırdı ve onlara «Size ne oldu?» diye sordu. Bunun üzerine o iki kişi
sırtlarını, açtılar ve etlerinin dayaktan çürümüş olduğunu ve sadece
kemiklerinin kaldığını gösterdiler. Abdülmelik Afşin'e «Bunları tanıyor musun?»
diye sordu. Afşin «Evet tanıyorum. Şu imam, şu da müezzindir. Bunlar,
«Eşrusene» denilen yerde bir mescit yapmışlar. Bunun üzerine, ben de onlara biner
değnek vurdum. Çünkü Sefed kralı ile aramızda, herkesi, dininde serbest
bırakacağımıza dair bir anlaşma vardı. Bunlar ise «Eşrusene» halkının
putlarının bulunduğu bir binaya zorla girmişler ve putları çıkararak orayı
mescit yapmışlardır. Bu nedenle ben de onların herbirerine biner sopa vurdum.
Bu cezayı, tecavüzde bulunmaları ve halkın anlaşmasını ihlal ettiklerinden
dolayı verdim.
Muhammed b. Abdülmelik
— İçinde, Allah'ı inkâr ifadeleri bulunan, altın, mücevherat ve kumaşlarla
süslediğin yanındaki şu kitap nedir?
Afşin — Bu, babamdan
bana miras kalan bîr kitaptır. İçinde
Farslara ait edebiyat, hem de senin anlattığın inkâr meseleleri bulunmaktadır.
Ben bu kitaptaki edebiyata ait bölümlerden faydalanıyor, diğer kısımlarıyla
ilgilenmiyorum. Ben bu kitabı bu şekilde süslü olarak miras buldum. İhtiyacım
olmadığı için de onun süslemelerini bozup almadım, olduğu gibi bıraktım. Bu
kitap, senin evinde bulunan Müzdek'in kitabına ve Kelile ve Dinine kitaplarına
benzemektedir. Bunun, insanı dinden çıkaracağını sanmıyordum.» Daha sonra
Mubez ileri çıkarak şunları söyledi: Mubez — Bu adam, boğulan hayvanları yiyor
ve beni de yemeye zorluyordu. Boğulan hayvanların etinin, kesilen hayvanların
etinden daha tatlı olduğunu iddia ediyordu. Bu adam ayrıca, her şarşamba günü
siyah bir koyun öldürür, onu kılıcıyla iki parçaya böler, parçalarının
arasından yürüyerek geçer, dalıa sonra onun etini yerdi.
Bu adam birgün bana
şunları söyledi: «Ben bu milletin içine girdim ve sevmediğim herşeyi yapmak zui
unda kaldım. Bunların yüzünden zeytinyağı yedim, deveye bindim ve takunya
giydim. Fakat, bu ana kadar benden hiçbir tüy düşmedi. (Yani avret mahalli ve
diğer yerlerin pis kıllarını hiç temizlemedim.)»
Afşin — Söyler misiniz
bana? Bunları anlatan kişi, dinen, kendisine güvenilen bir kimse midir? (O
anda Mubez, henüz müslüman olmamıştı. Halife Mütevekkil döneminde Islama
girdi.)
Orada bulunanlar
«Hayır» dediler. Bunun üzerine:
Afşin — Kendisine
güvenmediğiniz ve adaletli kabul etmediğiniz bir kişinin şahitliğini kabul
etmenizin anlamı nedir? dedi ve sonra Mubez'e yönelerek, ona şunları söyledi.
Benim evimle senin edinin arasında, herhangi bir kapı veya pencere mi var da,
ordan beni gözetliyor ve yaptıklarımı biliyorsun?
Mubez — Hayır.
Afşin — (Mubez'e
yaklaşarak) Ben seni evime alıp sırlarımı sana açıklayıp, Farsçaya ve Farslara
karşı sevgim olduğunu anlatıyor muydum?
(Neden şimdi benim aleyhimde bulunuyorsun?)
Mubez — Evet.
Afşin — Eğer, sana
gizli olarak anlattığım sırlarımdan birini açıklarsan, o takdirde sen, dinine
güvenilmeyen, sözünde durmayan biri olursun.
Bunun üzerine Mubez
geri çekildi. Merzuban b. Türkeş ileri geçti. Orada bulunanlar Afşin'e: Bunu
tanıyor musun? dediler. Afşin de: Hayır, dedi. Bunun üzerine Merzuban’a: Peki,
sen bunu tanıyor musun? dediler. O da: Evet bu Afşin'dir, dedi. Sonra
oradakiler Afşin'e; Bu, Merzuban'dır. dediler.
Merzuban — (Afşin'e)
Ey yalancı! Sen, nasıl kendini savunuyor ve birtakım hilelere başvuruyorsun?
Afşin — Ne diyorsun
sen ey uzun sakallı?
Merzuban —
Memleketinin halkı sana yazdıkları yazılarda nasıl hitap ediyorlar?
Afşin — Babama ve
dedeme hitap ettikleri şekilde yazıyorlar.
Merzuban — O halde
nasıl yazdıklarını söylesene.
Afşin — Hayır
söyleyemem.
Merzuban — Onlar sana
Eşrusene diliyle şöyle şöyle yazmıyorlar mıydı?
Afşin— Evet.
Merzuban — Bunlarm
mânâsı; «Kul olan filan oğlu falandan İlaha...» demek değil midir?
Afşin — Evet, öyledir.
Muhammed b.
"Abdüîmelik — Hiç. müslümanlar. böyle bir sözün kendilerine
söylenilmesine katlanabilirler mi? “Ben, sizin en yüce Rabbinîzim.»[84]
diyen Firavundan ne farkın ka,ldı?
Afşin — Bu, dedeme,
babama ve îslâma girmeden önce halkın bana karşı bir davranış şekliydi. Bana
itaatten ayrılmamaları için kendimi onlardan aşağı düşürmek istemedim.
Bunun üzerine orada
hazır bulunanlardan, İshak b. İbrahim b. Mus'ab, Afşin'e şunları söyledi: Hz.
Haydar, sen, Firavunun iddia ettiği şeyleri iddia ettiğin halde, nasıl olur da
Allah'a yemin edersin, biz de sana inanırız, yeminini kabul edebiliriz ve sana
müslürnan muamelesi yaparız?
Daha sonra Taberistaıı
âmiri Mazyar ileri geçti. Orada bulunanlar Afşin'e: Bunu tanıyor musun?
dediler. Afşin: Hayır, dedi. Bu defa Mazyar'a: Sen bunu tanıyor musun? diye
sordular. Mazyar: Evet tanıyorum. Bu, Afşin'dir, dedi. Orada bulunanlar Afşin'e
«Bu, Mazyar'dır.» dediler. Afşin : «Şimdi onu tanıdım» dedi. «Hiç onunla
yazıştm mı?» diye sordular. Afşin: «Hayır» dedi. Mazyar'a dönerek: «Bu sana
herhangi bir şey yazdı mı?» dediler.
Mazyar: «Evet, bunun
kardeşi Haşin, benim kardeşim Kûhiyar'a şunları yazdı. «Şüphesiz ki bu aydınlık
dine benimle senin babandan ve Babek'den başkası yardım etmiyordu. Babek,
ahmaklığından, kendi kendini öldürttü. Öldürülmesine engel olmak için elimden
gelen herşeyi yaptım. Fakat ahmaklığı, onu, düştüğü sonuca sürükledi. Eğer
sen bu İşe karşı çıkarsan, insanların, senin üzerine salacakları, benden başka
herhangi bir kimse yoktur. Benimle beraber ise, süvariler ve cengaverler
bulunmaktadır. Şayet seninle birleşirsem, bizimle, Araplar, Mağripliler ve
Türklerden başka savaşacak kimse yoktur.
Bir Arap bir köpek
gibidir. Önüne bir parça ekmek at, sonra başım demir topuzla Su sinek
Mağripliler ise, başları yenecek kimselerdir. Şeytanın çocukları Türklere
gelince, bir saat içerisinde okları biter. Sonra süvariler onlara bir hamle
yapar ve köklerini kurutur. Böylece din, Parsların dini olur.»
Bunun üzerine Afşin
şöyle söyledi.
Afşin — Bu adamın,
kendi kardeşi ile benim kardeşime isnad ettiği olayla'benim uzak ve yakından
hiçbir alâkam yoktur. Kaldı ki, ben bu mektubu, onu kendime çekmek ve
güvendirmek için yazmış olsaydım, kötü bir şey yapmış olmazdım. Çünkü,
halifeye güç ile yardım ettiğim gibi, taktik ve hile ile de yardım etmem çok
yerindedir. Bu yolla onun kafasını koparır, halifeye getirirdim. Ve büyük bir
mükâfat elde ederdim. Nitekim, halifenin nezdinde, Abdullah b. Tâhir böyle bir
mükâfat kazanmıştır.
Bundan sonra Mazyar
geri çekildi. Afşin'in Merzuban b. Türkeş'e söyledikleri ve İshale b.
İbrahim'in de konuştukları bitince İbn-i Ebi Duad Afşin'i azarladı. Bunun
üzerine Afşin Ebu Duad'a şunları söyledi: «Ey Ebu Abdullah! Sen, öyle bir
adamsın ki, boyun bağım açıyorsun, onu tekrar boynuna bağîaymcaya kadar bir
topluluğu imha ediyorsun.
İbn-i Ebi Duad.
(Afşin'e) Sen sünnet oldun mu?
Afşin — Hayır.
İbn-i Ebu Duad — Bunu
yapmana engel neydi? Halbuki kişinin Müslümanlığı bununla tamamlanır.
Afşin — İslâm dininde
takıyye yapmak yok mudur?[85]
İbn-i Ebu Duad — Evet
vardır.
Afşin — Korktum ki,
vücudumdaki bu organın ucunu kesersem
ölürüm.
İbn-i Ebu Duad — Sen,
savaşlarda oklar atıyor ve kılıç sallıyorsun. Bu durum seni harpten geri
bırakmıyor da, küçük bir deri parçasını koparmaktan mı çekiniyorsun?
Afşin — Savaş, beni
zorlayan bir zaruret halidir. Ortaya çıktığı zaman ona katlanırım. Bu mesele
ise, kendi kendime yapacağım birşeydir. Ayrıca, sünnet yaptırırsam canımın
güvenlik içinde olacağına güvenemiyorum. Sünne't olmamanın, kişiyi İslâmdan
çıkaracağını da şimdiye kadar bilmiyordum.
.
İbn-i Ebu Duad —
"Artık Afşin'in chırumu anlaşılmıştır, dedi ve hapsedilmesini emretti.[86]
İşte bu, Afşin'in
muhakemesi ve tartışmalarıdır. Bu muhakeme, Mutezile 'mezhebine mensup
olanların, sapıklık ve zındıklıkla itham edilenlerin karşısına nasıl
dikildiklerini gösteriyor. Ve cereyan ettiği çağın durumunu tasvir ediyor.
Öyle ki, bazı topluluklar, kendilerini İslâm'a girmiş gibi göstermişler ve
içlerinde başka bir din gizlemişlerdir.
Eğer Afşin'e
yöneltilen ithamlar doğruysa bu, kalpleri bozuk olanların komutanlık
mertebesine kadar ulaştıklarını göstermektedir. Ve bu muhakeme bizleri, Afşin
hakkında şu üç neticeye vardırmaktadır.
1 — Şu bir gerçektir ki, Afşin'in kalbine iman
girmemiştir. O, savaşçı ve gözü pek bir askerdi. Allah'a iman etmediği gibi,
putlara da iman etmiyordu. Onun tek amacı devlet kademelerinde en yüksek
mertebelere ulaşmaktı. İşte bu sebepledir ki Afşin, Babek el-Hur-remî ile
savaşma teklifini hiç tereddüt etmeden kabul etmiş ve onu yok etmiştir.
Böylece, halife nezdinde itibar kazanmak istemiştir.
2 — Afşin'in Babek el-Hurremfye karşı takındığı tavır,
Babek'in galip gelmesini arzu edenleri kızdırmış ve onların Afşin'i ihbar etmelerine
ve ele vermelerine sebep olmuştur. Muhakemede hazır bulunan bütün şahitlerin,
putperest oluşları bizleri bu neticeye vardır mıştır. Zira insanın hatırına
şöyle bir soru gelmektedir: Niçin görünüşte müslüman olan Afşin'in aleyhine
şahitlik etmek için, dinleri İslama ters olan kişiler seçilmiştir?
3 — Muhakemeden
çıkardığımız üçüncü sonuç ta şudur. Afşin'in Araplara karşı büyük bir kini
vardı. Ve çok sert, çok merhametsiz ve çok zorba bir adamdı. Eğer böyle
olmasaydı, imama” ve müezzine, ancak iman ve insanlıktan nasibi olmayan bir
kişinin yapabileceği bu ağır işkenceyi yapmazdı.
b) Mutezilenin,
fıkıh ve hadis âlimleriyle münakaşaları. (Kor'an'ın mahluk olup olmadığı
meselesinde)
Kur'an-ı Kerîm'in
mahlûk (yaratılmış) olup olmaması meselesi Mutezilenin tarihi ile paralel
yürür. Mutezilîler her anlatıldığında hatıra bu mesele gelir. Çünkü, Abbasiler
döneminde bu meseleyi onlar ortaya atmışlar ve Abbasî halifesi bunların
görüşüne dayanarak fıkıh ve hadis âlimlerini, Kur'an-ı Kerîm'in «mahluk»
olduğunu söylemeye zorlamış ve bu âlimlerin bir kısmının başına birçok musibetler,
gelmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'in
mahluk olup olmadığı meselesi, üç Abbasi halifesi; Memun, Mu'tasım ve Vâsık
dönemlerinde bütün insanların zihinlerini meşgul etmiş ve düşüncelerin
çarpışmasına, inanç hürriyetinin yok edilmesine sebep olmuştur.
Yine bu mesele
yüzünden, bu konu hakkında görüş beyan etmekten çekinenler ve dinî nassîarm
sınırlarını aşmak istemeyenler, büyük işkenceler görmüşlerdir. Bunların hiçbir
günahı yoktu. îşkence görmelerinin tek sebebi, çeşitli düşünce akımları ve
fikrî yanılgılar içinde doğru yoldan sapacaklarından korkarak, kendilerini
Allah Tealâ'nın kitabına ve Resulullah'm sünnetine vermeleri idi.
Kur'an-ı Kerîm'in
mahluk olup olmadığı meselesi, yukarıda anlatılan üç halifenin dönemlerinden
daha önce mevcuttur. Kur'an'm mahluk olduğunu Ca'd b. Dirhem söylemişti. Ve bu
sözünden dolayı onu, Küfe valisi, Halid b. Abdullah el-Kasrî Öldürmüştü.
Yine bu sözü Cehm b.
Safvan da söylemişti. Bu adam, Cebriye mezhebini anlatırken izah ettiğimiz
gibi, Allah'ın «Kelâm» sıfatını inkâr ediyordu. Cebriyecilerin inançlarına
göre, «Kelâm» sıfatının inkâr edilişinin sebebi, Allah'ı, yaratılanlara
benzetmekten uzaklaştırmaktır, îşte aynı bu nedenle Kur'an-ı Kerîm'in, Allah
tarafından yaratıldığı ve «Kadim» olmadığı meselesi ortaya çıkmıştır.
Daha sonra Mutezilîler
ortaya çıktılar. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Allah Tealâ'nm «Sıfat-ı
subutiyesini» bütünüyle reddettiler. Kur'an-i Kerim'de zikredilen «Sıfat-ı
subutiyelerin» bizzat, Allah'ın zatının isimleri olduğunu ve Allah'ın sıfatları
olmadığını iddia ettiler. Bu sıfatlar, «Hayat», «İlim», «Semi», «Basar»,
«İrade», «Kudret»,. «Kelam» ve «Tekvin» sıfatlandır,
Mutezilîler, 'Allah
Tealâ'nm «Kelâm» sıfatını da inkâr ettikleri için, Allah'ın konuştuğunu
kesinlikle reddettiler,
«Allah Musa ile
konuştu.»[87] âyetinde beyan edildiği
gibi, Kur'-an-ı Kerimde Allah'a konuşmayı isnad eden âyeti şöyle yorumlamışlardır
: «Allah Tealâ herşeyi yarattığı gibi, konuşmayı da ağacın içinde yarattı ve
ağaç konuştu.»
Mutezilîler, «Kelâm»
Allah Tealâ tarafından yaratılmıştır. «Kur1-an, Allah'ın mahlukudur» sözlerini
bu esasa dayandırmışlar ve Abbasiler döneminde Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olup
olmadığı meselesinde yoğun bir tartışmaya girişmişlerdir. Bir kısım fıkıh
âlimleri de bunlara katılmıştır. Meselâ: «Bîşr b. Gayyas el-Mureysî» Mısır
fuka-hası arasında büyük bir mevkii bulunmasına rağmen, Kur'an-ı Kerîm'in
«mahluk» olduğunu söylemiştir. Bu zatın hocası ve İmam Ebu Hanife'nin talebesi
olan İmam Ebu Yusuf, Bişr'e, bu iddiasından vazgeçmesini telkin etmiş, fakat
Bişr vazgeçmemiştir ve Ebu Yusuf onu bu yüzden meclisinden kovmuştur.
Kur'an'ın mahluk olup
olmadığı hakkındaki tartışmalar, Harun er-Reşid döneminde başlamıştır. Harun
er-Reşid, inanç mevzularında -tartışmayı ve felsefelerin görüşleri ışığı
altında münakaşa yapmayı teşvik eden bir zat değildi. Bilakis onun, inanç
meselelerinde tartışanları hapsettiği, Mutezilîlerin de bunlardan olduğu
rivayet edilmektedir. Bu sebeple Harun er-Reşid, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olup
olmadığı hakkındaki konuşmaları teşvik etmemiştir. Kendisine, Bişr b. Gayyas
el-Mureysî'nin, Kur'an-ı Kerim hakkındaki sözleri ulaşınca şunları
söylemiştir: «Eğer, "Allah onu benim elime düşürürse yemin olsun ki onu
öldürürüm.» Bu yüzden Bişr, Harun er-Reşid dönemi boyunca gizlenmiştir.
İktidara Memun
gelince, Muteziîiler çevresine toplanmış, Mcmun en önemli adamlarını bunlardan
seçmiş ve onlara en büyük ikramlarda bulunmuştur. Öyle ki, Memun'un yanına, Mutezile
mezhebinden olan Ebu Hişam el-Futî gelince Memun onu takdir ettiğinden yerinden
kımıldayarak ayağa kalkmaya dahi yeltenirmiş. Halbuki Meraun başka hiçbir
kimseye böyle davranmazmış. Bunun sebebi, Memun'un, Mutezile imamlarından olan
Ebul Huzeyl el-Allaf in, «Dinler ve mezhepler tarihinde» talebelerinden
oluşudur. Memun bu talebeliği ile ve halifeliği boyunca ilimle meşgul
olmasıyla Mutezileden sayılmıştır.
Memun, dinler ve
mezhepler tarihi mevzularında münazara meclisleri tertip ederdi. Bu yarışmanın
gözde adamları ve bu sahanın ileri gelenleri Mutezililerdi. Çünkü bunlar, akli
ilimleri çokça okumuşlardı. Mutezilîler, Memun'un yanında itibar gördüklerini
anladılar. Memun'un özellikle ileri gelen adamlarını bunlardan seçmesi ve
Ahmed b. Ebî Duad'ı en yakın adamlarından yapmsaı, Mutezilîîere daha fazla güç
kazandırdı. Hatta Memun, vefatı esnasında, kardeşi Mu'tasım'a Ahmed b. Ebî
Duad'ı tavsiye ederek ona şunları söyledi: «Ebu Abdullah Ahmed b. Ebî Duad»
senden ayrılmasın. Onunla her işinde istişare et. Çünkü o, bu işe lâyık bir
kimsedir.»
Memun ile Muteziliier
arasındaki bu fikri beraberlik ve Memun'un özel ve umumî işlerinde bunları
kendisine yaklaştırması Mutezililerin, Memun'a, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk
olduğunu açıkça ilan
ettirmelerine sebep
olmuştur.
Memun ileri
ikiyüzoniki tarihinde Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu ilân etmiş, bu hususta
meclisinde bulunanlarla tartışmalar yapmış ve delillerini öne sürmüştür.
Bununla beraber Memun, insanları, inanç ve görüşlerinde serbest bırakmış ve onları
benimsemedikleri bir görüşe, tartışmak istemedikleri bir düşünceye
zorlamamıştır. Ne yazık ki Memun ölüm yılı olan Hicrî ikiyüz onsekiz tarihinde,
Mutezililerin teşvikleri sonunda, insanları zorla Kur'an-ı Kerim'in mahluk
olduğu inancını benimsemeye zorlamış hatta bu hususta kuvvete başvurmuştur.
Memun bu girişimine,
«Rakka» Iö şehrinde bulunduğu bir sırada, Bağdattaki yardımcısı îshak b.
İbrahim'e mektuplar göndererek, fıkıh ve hadis âlimlerini imtihana çektirip,
Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu zorla söyletmekle başlamıştır.
Memun, evvelâ devlette
vazifeli olanları veya idarecilerle, idari emirleri uygulayanlarla ilişkileri
bulunanları meselâ; mahkemelerde şahitlik edenleri zorlamakla başladı.
Memun'un, Îshak b. İbrahim'e gönderdiği birinci mektubun son bölümünde şunlar
anlatılmaktadır. «Çevrende bulunan kadıları topla, müminlerin emirinin mektubunu onlara oku.
Önce onları imtihan et. Kur'an-ı Ka'in
mahluk olduğu ve sonradan yaratıldığı hususundaki inançları. ortaya çıkar ve
onlara deki: Müminlerin emin dinine, Allah'ı birlemedeki samimiyetine ve kesin
inancına güvenmediği kimselerle, yaptığı işlerde yardımlaş a m ayacak ve
halkının işlerini emanet ettiği bu gibi kimselere artık güvenmeyecektir. Onlar bu inancı kabullenir, müminlerin
emirinin görüşüne katılır ve hidayet ve kurtuluş yolunda bulunurlarsa onlara
emret, insanlara şahitlik için kendilerine gelen şahitleri çok iyi tedkik
edip, Kur'an hakkındaki bilgilerini sorsunlar ve Kur'an-ı Kerim'in mahluk
olduğunu, sonradan meydana getirildiğini kabul etmeyen ve bu görüşü
benimsemeyenin şahitliğini kabul etmesinler ve bunların şahitlik ettikleri
hadiselerin altına imza atmasınlar. Müminlerin emirine, tayin ettiğin hakimlerden gelen bu husustaki bilgileri ve
onlara bu hususta emirler verdiğini yaz. Sonra işi bizzat sen yürüt. Peşlerini
takip et ki, Allah Tealâ'nm gönderdiği hükümler, dinde basiret sahibi olanların
ve Allah'ı birlemede ihlaslı olanların şahitlikleriyle tatbik edilmiş olsun.»[88]
Bu mektuptan
anlaşılıyor ki Memun, bu sözü söylemeyeni devlet vazifesinden mahrum etme,
şahit ise şahitliğini kabul etmeme cezasmdan başka bir ceza ile cezalandırmam
aktadır.
Memun, ikinci
mektubunda, devlet idaresinde görevi bulunan ve bunlarla münasebeti olanlara
ilaveten, fıkıh ve hadis âlimlerinin, fetva, eğitim ve irşad makamında bulunan
herkesin sorguya çekilmesini, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olup olmadığı
hakkındaki cevaplarının, kendisine gönderilmesini emretmiştir. İshak İbn-i
İbrahim, bunları sorguya çektikten sonra cevaplarını Memun'a gönderiyordu.
Çoğunluk, bu mesele hakkında kesin karar vermemeyi ve susmayı tercih ediyordu.
Memun yazdığı üçüncü
mektupta ise, sert davranmıştır. Kur’an-ı Kerim'in mahluk olup olmadığı
hakkında çekimser kalanları küçümsüyor, onları tenkid ediyor ve haklarında alcı
sözler söylüyordu. Memun, bununla da yetinmedi, Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu
söylemeyeni ere ağır cezalar koydu.
Üçüncü mektupta şunlar
anlatılmaktadır: «Mektubunda» emirel müminine adlarım yazdığın ve emirel
mümininin bu mektubunda sana zikrettiği, yahutta zikretmek istemediği
kişilerden, 'Allah'a ortak koşmaktan vazgeçmeyenleri, ellerini kollarını
bağlayarak emirel mümininin ordusuna gönder. Bunlarla birlikte, kendilerini
yollarda koruyacak ve emirel mümininin ordusuna varıncaya kadar onlara bekçilik
edecek muhafızlar gönder. Muhafızlar bunları güvenilir ellere teslim etsinler.
Böylece müminlerin emiri bunlara nasihatta bulunsun. Şayet, düşüncelerinden
vazgeçmez ve tevbe etmezlerse, inşallah bunların hepsini kılıçtan geçirecektir.
Kuvvet ancak Allah'ındır.»[89]
Bu mektuptan da
anlaşılıyor ki Memun, devlet vazifelerinden mahrum etme cezasını
ağırlaştırarak, idam tehditleri savurmaktadır.
İshak b. İbrahim,
düşünmeden derhal Memun'un emrini uygulamaya başladı. Fıkıh ve hadis âlimlerini,
müftüleri topladı, onlan, kendilerinden istediğini ikrar etmez, söylemek
istediğini söylemezlerse, ağır bir cezaya çarptıracağını, çekinmeden Memun'un
reva gördüğü hükmü yerine getireceğini ve ağır cezalar vereceğini anlattı.
Bunun üzerine âlimler, onun istediği gibi konuştular ve o mezhebi
kabullendiklerini ilân ettiler.
'Ancak, Allah Tealâ,
dört kişinin kalplerini pekiştirdi ve onlara cesaret verdi. Haklarında, Allah
Tealâ'nm emir ve hükümlerine dayandılar, cesaretle sözlerinde ısrar ettiler.
Bunlar, Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el Kavariri ve Seccade idi. Bu zatlar
iplerle bağlandılar ve zincirlere vuruldular. îlk geceyi zincirlere bağlı
olarak geçirdiler. Ertesi sabah Seccade Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olduğunu kabul
etti. Onun zincirlerini çözdüler ve serbest bıraktılar. Diğerleri ise aynı
durumlarında devam ettiler.
İkinci gün .aynı
sorular tekrar soruldu. Kavarîri'nin iradesi zayıfladı. Kur'an'm mahluk
olduğunu kabul etti. Bunun üzerine onun da zincirleri çözüldü. Geriye iki kişi
kaldı. Onların üçüncüsü ise, Allah idi. Bu iki zat, Tarsusta Memun'un huzuruna
çıkmak üzere, zincirlerle bağlı olarak gönderildiler. Muhammed b. Nuh, yolda
şehid oldu. İshak b. Ahmed, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olduğunu kabul edenlerin
serbestçe Memun'un huzuruna çıkmalarım istedi. Bunlar, Tarsusa gidip Memun'un
huzuruna çıkacaklarına dair kefiller bıraktılar. Yolda giderlerken Memun'un
ölüm haberini duydular. Fakat, (Allah onu affetsin) Memun, dünyayı
kardeşi'Mutasım'a bir vasiyet bırakmadan terketmedi. Vasiyetinde kardeşine,
Kur'an-ı Kerim hakkındaki görüşlerine sımsıkı sarılmasını, insanları zorla
buna davet etmesini tenbih etti.
Memun, kafasını
şartlandıran bu düşüncenin, uyulması gereken bir dinî hüküm olduğunu, buna
davet edilmeyip, insanlar bunu kabule zorlanmadıkça, sorumluluğundan kurtul un
amayacak bir dinî vecibe olduğunu zannediyordu.
Vasiyetinde şunlar
vardı. «Ey Ebu İshak, bana yaklaş, dilediğin gibi öğütte bulun. Kur'an-ı
Kerîm'in mahluk oluşu meselesinde kardeşinin yolunu tut.»
İşte bu vasiyet
sebebiyle Memun'un ölümünden sonra fitne fesat bitmemiş, bilakis daha da
genişlemiş, fitnenin doğurmuş olduğu kargaşa ve sızlanmalar artmış ve bu
mesele, takva sahibi, âlim, fıkıh ve hadis bilginleri ve fetva makamında
bulunanlar için dönüp dolaşan bir bela haline geldi.
Ahmed İbn-i Hanbel, bu
belanın içinde kalmaya devam etti. Vücudu kamçılarla yara bere içinde
bırakıldı. Buna rağmen bu zat, musibetlere göğüs gerdi, hiçbir zaman
inancından taviz vermedi. Onsekiz ay hapiste kaldı, Boyun eğmeyeceğinden ve
isteklerini kabul etmeyeceğinden ümitlerini kestiler. Nihayet onu serbest
bıraktılar.
Ahmed İbn-i Hanbel
tekrar fetva makamına ve hadis hocalığına döndü. Mutasım ölünceye kadar aynı
vazifeye devam etti.
Vâsık iktidara
gelince, aynen bu hususta babasının izinde yürüdü. Görüşüne katılmayanlara
büyük işkencelerde bulundu. Fakat Vâsık, İmam Ahmed'e daha fazla işkence
yapmayı uygun bulmadı, onu sürgün etti. Fetva vermesine mâni oldu ve ona
şunları söyledi. «Kimseyle görüşmeyeceksin. Benim bulunduğum şehirde kalmayacaksın.»
Bundan sonra İmam Ahmed, gizli olarak yaşadı. Namaza dahi çıkamıyorüu. Nihayet,
bu haldeyken vefat etti.
Vâsık dönemindeki
zulüme, sadece İmam Ahmed uğramamış,
başkaları da bundan kurtulamamışlardır. Diğer şehirlerde bulunan âlimler,
Bağdat'a gönderiliyor, bu
meselede sorguya çekiliyor ve
kalblerinde sakladıkları inançlarını açıklamaya zorlanıyorlardı. Bunlardan
biri de îmam Şafii'nin arkadaşı, Mısırlı fıkıh âlimi, Yusuf b. Yah el-Buveytî
idi. Bu zat, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olduğunu söylemeye davet edildi. Fakat
o, bunu söylemeyince, zincire vuruldu ve. mükâfatını Rabbmdan bekleyerek,
zincirler arasında ruhunu Hakk'a teslim etti.
Yine bu alimlerden
biri de Naîm b. Hammad idi. Bu zat, eli kolu bağlı olarak Vâsık'in
zindanlarında can verdi.
Yine, bu âlimlerden
biri de Ahmed b. Nasr el-Huzaî idi. Vâsık, bu zatı, kendi görüşlerini
benimsemediği için öldürdü ve astı.
Mutezilelerden olan
Sümame b. Eşres'in, Ahmed'i, Vâsık'a şikâyet ettiği ve Vasık'm da, sonunda
Ahmed'i öldürdüğüne pişman olduğu ve Sümame'ye ve onun öldürülmesine teşvik
eden herkese sitemde bulunduğu rivayet edilmektedir.
Âlimler, Hakkın sesini
boğan bu kör fitnede, merhamet sadasını susturan bu şiddetli bela içinde
yıllarca yaşadılar. Bu meseleye dalmamak büyük bir suç sayılıyor, herhangi bir
müslüman bu hususta mazur görülmüyor, bir mümin, geçmişteki iyiliklerinden
veya güzel ahlâkından yahut güzel davranışlarından ve insanların, kendisine
karşı saygı duymasından dolayı dahi affedilmiyordu. Musibetler gittikçe arttı,
fitne fesat devam etti. öyle ki, insanlar bu durumdan iyice usandı. Hattâ
bu.düşünceyi savunanlar bile bu işten bıktılar. Bir takım insanlar yanında bu
mesele artık alay konusu edilir oldu.
Komikliği ile meşhur
Ubade adında bir kişinin, birgün, halife Vâsık'm huzuruna gelerek onunla
şunları konuştuğu anlatılır:
Ubade — Kur'an-ı Kerîm
hususunda Allah, sana büyük bir mükâfat versin. C3u deyim, Ârapçada «Başın sağ olsun»
demektir.)
Vâsık — Vay senin
haline! Hiç, Kur'an-ı Kerim ölür mü?
Ubade — Ey müminlerin
emiri! Her mahluk (yaratılan) ölmeye mahkumdur. Vallahi ey emir! Kur'an-ı
Kerim öldükten sonra in-' sanlara teravihi kim kıldıracak?
Vâsık — (gülerek)
Allah, kahretsin seni, yeter sus!
Muhammed Kemaleddin
el-Demirî «Hayatül hayvan» adlı kitabında şunları anlatır: «Vâsık, hayatının
sonlarına doğru, Kuran-ı Kerim'in mahluk olduğu görüşüne katılmayanlara işkence
yapmaktan vazgeçmiştir. Bunun" sebebi ise; birgün işkence görenlerden
ihtiyar bir hoca, Vâsık'm huzuruna çıktı ve, muhakemeyi yürüten Ah-med b. Ebî Duad'a
şunları söyledi: «Sen, Resulullah (S.A.V.)'in, Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'in,
Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin davet etmedikleri bir şeye insanları davet
ediyorsun. Sen ya 'Onlar bunu biliyorlardı» yahut ta «Onlar bu meseleyi
bilmiyorlardı» demek zorundasın. Eğer «Onlar bunu biliyorlardı, fakat
söylemeyip sustular» dersen bana da, sana da, onların yaptıkları .gibi susmak
gerekir. Şayet dersen ki, «Onlar bu meseleyi bilmiyorlardı, fakat ben bildim.»
Ey ahmak oğlu ahmak! Peygamber (S.A.V.)'in ve Hulefa-i Raşidi'nin bilmediği bir
şeyi sen mi bileceksin?» Vâsık bu sözleri işitince yerinden fırladı ve
ihtiyarın bu sözlerini tekrarlamaya başladı... İhtiyarı affetti. Ve oğlu
Muhtedî'nin de anlattığı gibi, ısrarla sürdürdüğü bu davranışından vazgeçti.[90]
Bu mesele hakkındaki
ihtilafta bir taraf Mutezililer, diğer tar ise fıkıh ve hadis âlimleriydi.
İhtilafın şiddetli dalgaları bizlere, "bizzat mevzuu ve mevzudaki ihtilaf
noktasını unutturmam aladır.
Belki de İmam Ahmed'in
görüşü, fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşüyle birleşmekte ve onların görüşünü de
bize yansıtmaktadır.Bu nedenle, İmam Ahmed'in görüşünü izah etmek, fıkıh ve
hadiselilerinin görüşünü izah etmek demek olacaktır.
İmam Ahmed'in görüşünü
ve Mutezilüerin, katı tutumlarım ina girişmeden önce şunu iyi bilmeliyiz ki,
İmam Ahmed b. Hanbc in de içlerinde bulunduğu, görüşlerine itibar edilen
âlimler;
a) Kur'an-ı
Kerîm'i okumanın hâıdis olduğu
(sonradan yaı tıldığı), onun harflerini telaffuz etmenin (söylemenin)
hadis olc ğu hakkında ittifak etmişlerdir.
b) Kur'an-ı
Kerîm'de, yazılarla şekillendirilmiş harflerin hâı olduğunda hiçbir şüphe
olmadığı hususunda da ittifak etmişlere Bu âlimler, Kur'an-ı Kerîm'c iki açıdan
bakılacağını söylemişlere
a) Bu
noktadan hareket edilirse, Kur'an-ı Kerim'in kaynağı bakış açısı Kur'an-ı
Kerim'in kaynağının, Allah Teaîâ olduğunu, Allah Tealâ'nın konuşma sıfatının
bulunduğu ve Kur'an-ı Kerim onun kelamı
olduğu ortaya çıkar.
b) Kur'an-ı Kerim'deki harflere ve harflerden
meydana ge kelimelere, kelime ve cümlelerden anlaşılan mânâlara bakış açısı”
İşte, ihtilafın esas noktası bu son iki bakış açısıdır.
Birinci bakış açısı
bakımından Mutezililer, Allah Tealâ'nın, nuşma sıfatının olmadığını, çünkü
böyle bir sıfatın, ancak yar landa
bulunabileceğini iddia etmişler, Kur'an-ı Kerîm'de Allah Telâ'ya «konuşma»
isnad edilen her âyeti, «Allah Tealâ konuşmayı, nuşulân yerde yarattı.»
şeklinde te'vil etmişlerdir. Meselâ; Allah'ım, Hz Musa ile konuşmasını, «Allah Tealâ, konuşmayı ağe yarattı.» şeklinde te'vil etmişlerdir.
Mutczili olmayan fıkıh
ve hadis âlimleri ise, Allah Tealâ'j «Konuşma» sıfatının bulunduğunu, bu
sebeple,. Kur'an-ı Kerim Allah kelâmı olduğu, dolayısıyle Kur'an'm, diğer
yaratılanlar , mahluk olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
İkinci bakış açısına
göre ise ki bu da Kur'an-ı Kerîm'de oku harflere ve harflerden anlaşılan
manalara bakış açışıydı. Mutezililer kendilerine has metodlarla hareket ederek,
okunan harflerin ve anlaşılan mânâların, Allah tarafından yaratılan şeyler olduğunu
söylemişlerdir.
îmanı Ahmed ve ehl-i
sünnetten onun görüşünü benimseyenler, Kur'an-ı Kerîm'in harf ve mânâlarının,
Allah Tealâ tarafından yaratılan bir mahluk olmadığını, çünkü bunlar, Allah
Tealâ'nın kelâmının bir dış görüntüsü olduğunu söylemişlerdir.
O halde Kur'an-ı
Kerîm'in harf ve mânâları «Kadim» (başlangıcı olmayan) mıdır? Bu soru hakkında
İmam Ahmed, daha önceleri, herhangi bir cevap vermiyor, susmayı tehcih
ediyormuş. Daha sonra ise, açıkça görüşünü beyan ederek şunları söylediği rivayet
edilmiştir. «Kim, Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olduğunu zannederse, o kişi
«Cehmiye» (Cebriye) mezhebindendir. Kim de «mahluk değildir» derse o da bidatçı
(dinde olmayanı dinden gösteren) dir.» Evet, İmam Ahmed, bu meseleye
girişmenin, bidat olduğu görüşündedir. Fakat, fitne ve fesat her tarafa
yayılınca, açıkça görüşünü belirtmiş, Kur'an-ı Kerim'in lafız ve mânâlarının
«mahluk» olmadığını söylemiştir, İmam Ahmed, Mütevekkil adlı halifeye yazdığı
mektupta bu görüşünü açıklamıştır. Mektupta şunlar zikredilmektedir:
«Birçokları,
geçmişlerimizden «Kur'an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu ve mahluk
olmadığını» söylediklerini rivayet etmişlerdir. Ben de bu görüşe katılıyorum.
Bu mesele hakkında, Allah Tealâ'nm kitabında, Resulullah (S.A.V.)'in
sünnetinde, Sahabe-i Kiram'ım ve tâbiin'in sözlerinde mevcut olan görüşlerden
başka hiçbirşey söylemek istemiyorum. Çünkü bu konuda konuşmak, hoş bir şey
değildir.»
Bunlardan, şu neticeye
varılır; İmam Ahmed uzun bir süre sustuktan sonra görüşünü ortaya koyarak,
Kur'an-ı Kerîm'in mahluk olmadığını söylemiştir. Bununla beraber îmam Ahmed,
hiçbir zaman Kur'an-ı Kerim'in «Kadim» olduğunu söylememiştir. Bu hususta
susmayı tercih etmiştir. Zira bu mesele, ilm-i kelamın özünü teşkil eden
meselelerden biridir. İmam Alııncd ise, kelâmcı değildir.
Bu izah ve
incelemelerle, Mutezilîlerin görüşlerine ters düşen ve Mutezilîlerin,
karşısında savaştıkları görüşü beyan ettik. Mutezilîlerin, kendi görüşlerini
ve çizdikleri planlarını izah etmiş olduk. Kısaca Mutezililer, Kur'an-ı Kerîm'in
«mahluk» olduğunu, sonradan meydana .getirildiğini ve kadim olmadığını
söylemişlerdir.
Görüldüğü gibi bunîar,
iki ayrı görüştür. Her görüş sahibinin, kendisine göre bir yöntemi vardır.
Bunlardan herhangi biri, diğerini kâfirlikle itham etmemiştir. Ancak, burada
hatıra şöyle bir soru gelebilir: Niçin Muteziliîer, iktidar ellerine geçince,
tartışma usulünü bırakıp tehdit ve işkence metoduna başvurmuşlardır? Halbuki
onlar, münazaracı ve münakaşacı bir topluluktur. Memun, Mutasim ve Vâsık
halifeleri bir yana bırakalım. Çünkü bunlar icraatta bulunan kişilerdi. Asıl
görüş ise Mutezile'nindi. Hatta bu hususta yazılan yazı ve vasiyetlerin hepsi
Ahmed b. Duad'm eliyle kaleme alınmıştı. Belki de Ahmet, Memun'un ölüm
hastahğmdaki zayıf durumunu istismar etmiş, yazabildiği şeyleri yazmış ve onun
namına emirler vermiştir. Bunu, akla yakm gösterecek bir delil de şudur:
İşkenceler ve işkenceyi emreden mektupların hepsi, Memun'un, Bağ dat'ın dışında
bulunduğu' ve hasta olduğu zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, yukarıda
sorulan soruya muhatap olarak Mute-zilîleri kabul etmek zorundayız. Onların bu
hususta mazur sayılıp sayılamayacaklarını araştırmak lâzımdır. Ancak, hiçbir
zaman onların özürleri, işkence ve zulümlerini haklı gösteremez. Zira bu işkence
ve zulümler, Ahmed İbn-i Hanbel gibi takva sahibi zatlara asla reva görülemez.
Mutezililerin
günahlarını hafifletebilecek veya onlara yöneltilen tenkidleri giderebilecek
tek özür, şu husus gösterilebilir: Ehl-i sünnet vel cemaatin «Kur'an-ı Kerîm
mahluk değildir, o Allah'ın kelamıdır.» sözü, Kur'an-ı Kerim'in «Kadim» olduğu
görüşüne yol açmaktadır. Bu da Hristiyan] arın, müslümanlan şüpheye düşürmek
ve îsa-eMsilvin ilâh olduğuna yahut ilah gibi «Kadim» olduğuna müslünıanları
inandırmak için bir delil edinmelerine sebep oluyordu. Evet, Hristiyaniar, bu
gibi düşüncelerim müslümanlarm arasında yayıyorlardı. «Turasil Îslâm”adlı
kitapta, Halife Hişam b. Abdülmelik dönemine kadar Emevilerin hizmetinde
bulunan «Yuhan-na el-Dımîşkî» hakkında şunlar anlatılır: «Bu zat, bazı
Hristiyanlara, müslümanlarm itikadlanm bozmak için Hristiyanlara,
rnüslümanlarla mücadele edecekleri bazı hususları Hristiyanlara öğretiyor ve
şunları söylüyordu: «Eğer bir Arap (Müslüman) sana Isa-Mesih hakkında ne
dersin?» diye sorarsa ona şu cevabı ver: «O, Al-lah'm^kelimesidir.» Sonra;
«Hristiyan olan kimse, müslümana şunu sormalıdır: «Kur'an-ı Kerîm'de Isa-Mesih
nasıl isimlendiriliyor?» Bu sorudan sonra, müslüman cevap verinceye kadar,
Hristiyan hiçbirşey konuşmasın. Çünkü Müslüman, şunları söylemeye mecburdur:
«Mesih, Meryem oğîu isa'dır. Allâh'm peygamberi ve kelimesidir. Allah onu
Meryem'e ilka etmiştir. Ve o, Allah'dan bir ruhtur.» Bunun üzerine Hristiyan,
Allah'ın kelimesi ve ruhunun, mahluk olup olmadığını sormalıdır. Şayet müslüman
«Mahluktur» derse Hristiyan ona şu cevabı vermelidir. «Allah Tealâ varken,
«kelime” ve «ruh» yok muydu?» Evet, sen, bunları söyleyecek olsan Arap
(müslüman) ister istemez mağlup olacaktır. Çünkü, müslümanlarm görüşüne göre
böyle bir sözü söyleyen zındıktır.»
Evet, müslümanlarca
arasında bu gibi sözler yayılıyordu. Bunlar, gayr-i müslimlerle ve zındıklarla
mücadele eden Mutezilîlerin gözünden kaçmıyordu. Bu sebeple onlar, biliyorlardı
ki, «Kur'an-ı Kerîm mahluk değildir» denilmesi, onun, «Kadim» olduğu inancına
götürüyor. Bu da Hris uyanlara, tartışabilecekleri deliller temin ediyordu.
Bunun için, bu gibi sözler söylenilmem eliydi ki, müslümanlar aleyhine delil
olmasın ve İslama saldırmak isteyenler için bir gedik meydana getirmesin.
Bununla beraber Mutezilîler, kendi görüşlerinin, şüphe götürmeyen bir gerçek
olduğuna inanıyorlardı. Hadis âlimlerinin görüşlerini benimseyenlerin sözleri,
İsa-Mesih hakkındaki Hristiyanlann sözlerine benziyor ve «kadim» lerin birden
çok olmasına yol açıyor ve insanların okudukları Kur'an-ı Kerim'in, Allah
Tealâ gibi «kadim» sayılmasına sebep oluyor zannediyorlardı.
Mutezilîlerin
görüşlerinin bir kısmını yansıtan bu bakış açıları İslama karşı titiz
davranmalarından pek uzak değildir. Onları bu davranışa iten sebep, saf bir imandır.
Ahmed İbn-i Hanbel ve
onun arkadaşları olan fıkıh ve hadis âlimleri, dinleri için ihtiyatlı
davrandıkları gibi, Mutezilîler de dinleri için ihtiyatlı davranmaya ve İslama
kem gözle bakan herkesin önüne set çekmeye çalışıyorlardı. Böylece dinden çıkmış
olmuyorlardı.
Evet, bu meseleye hiç
dalmasalar daha iyi olurdu. Fakat, İslâm için hayır dilemeyenler, bu meseleyi
her tarafa yaydılar. Böylece her müslümanm îslâmı savunması, gerçeği olduğu
gibi anlatması ve insanları ona davet etmesi gerekirdi.
Mutezilîler, Memun
adına gönderilmiş mektuplarda bunu açıkça beyan ediyorlardı. Ve «Kur'an-ı
Kerîm kadimdir.» diyenlerin, Hristiyanîam, İsa aleyhisselam hakkında iddiada
bulundukları gibi bir iddia içinde bulunduklarına dair deliller ileri
sürüyorlardı. Bu mektupların birinde şu ifadeler bulunmaktadır. «Kur'an-i
Kerim'in Kadim olduğunu söyleyenler, bu sözleriyle, Meryem oğlu İsa hakkında
Hristiyanlann «O, mahluk değildir. Çünkü o, Allah'ın kelimesidir.» iddialarına
benzemektedirler.»
Bu sözlerden,
Mutezüîîerm, Hristiyanlann, Kur'an-ı Kerîm'deki «İsa, Allah'ın kelamıdır»
âyet-i kerimesinden kendilerine delil çıkarmaya çaîıştıklannı gözden
kaçırmadıklan anlaşılmaktadır. Belki de Muteziliîerin hatırına, Kur'an-ı
Kerim'in «Kadim» olduğu düşüncenin veya Allah Teaîâ'nm kelamı olması itibariyle
«Kur'an-ı Kerim mahluk değildir.» sözünün, dolaylı yolla, Kur'an'ın «Kadim»
olduğunu ifade eden iddianın, bir Hristiyan düşüncesi olduğu ve müslümanlar
araşma yayılan bozuk düşüncelerden biri olduğu gelmiştir. Bu düşünce, Kur'an-ı
Kerim'in takdis etmesi hasebiyle, müslüman topluluklar arasında da kabul
görmüştür.
Biz, Hristiyanların,
müslümanlarm, Allah'ın kelamının «Kadim» veya Hadis» olduğu hakkında
tartışmadan kaçınma düşüncelerini müslümanları susturmak için istismar ettiklerini
görmüştük. Hz. İsa'nın «Kadim» olduğu tartışılmak istenilmemiştir. Çünkü
Hristiyanlara göre Hz. İsa'nın uluhiyet makamı vardır. Mutezilîlerden biri
olan Câhiz, «Hris ti yanlar» adlı risalesinde şunları ifade eder. «İslama kem
gözle bakanlar, fıkıh ve hadis âlimlerinin sözüyle, Kur'an-ı Kerim'in mahluk
olmadığı iddiasından hoşlanırlar. Ve bu iddianın, hadis âlimlerinin peşinden
giden avam tabakası arasında kabul görmesini dilerler.»
Yuhanna el-Dımışkı
gibilerin, İslama sokuşturmak istedikleri meselelerin, ehl-i sünnete yapılan
işkence ile bir alâkası olmadığını kabul etsek bile, yazılan mektuplarda
Kur'an-ı Kerim mahluk değildir.» sözünün, Hristiyanlann iddialarına benzediği
düşüncesini açıkça görürüz. Mutezilîler, «Kur'an-ı Kerîm kadimdir» sözünün, ilahın
birden çok olduğu iddiasına yol açtığını açıkça söylemişlerdir. Çünkü
Hristiyanlar, aynen bu yolu tutmuşlar, evvela, Îsa-Mesih'in «Kadim» olduğunu
iddia etmişler, sonra ona tapmışlar, daha sonra da onu ilah edinmişlerdir.
Mutezililer, Kur'an-ı Kerim'in
«Kadim» olduğu düşüncesi avam tabakası arasında yayılınca ve İslâm ümmetinin
çoğu bunu kabul edince, nasıl ki sonradan gelen Hz. İsa'ya tapmışlarsa,
müslümanların, geriden gelecek nesillerinin de Kur'an-ı Kerim'e
tapabileceklerinden korkmuşlardır. Özellikle Mutezilîler, Kur'an-ı Kerim'in
mahluk olmadığını söyleyen hadis ve fıkıh âlimlerine, halkın büyük bir güven
duyduğunu görmeleri ve bu güvenin, korktukları şeye sürükleyeceğine kuvvetle
ihtimal vermeleri, onları daha da telaşa düşürmüştür.
Bize göre,
Mutezilîlere yöneltilen tenkidleri tamamen bertaraf bilir. Fakat zulüm ve
işkenceler, Mutezilîlerin ve onlarla beraber, etmese de onların yaptıkları
işleri, hafifletecek gerekçe bunlar olanaksızlıkların günahlarını yüklenenlerin isteklerini gerçekleştirdi
mi? Bilakis bu davranışlar, işkence görenlerin yücelmesine, düşüncelerinin
yayılmasına ve insanların, işkence ânında dahi söylemeyecekleri aşırı sözleri
söylemelerine sebep olmuştur. Ahmed îbn-i Han-bei, Kur"an-ı Kerîm'deki
okuduğumuz harf ve kelimelerin «Kadim» olmadığını söylüyordu. İmam Ahmed ve
onun arkasından gidenler, bu sözü söylemeken de imtina ettiler.
Evet, daha sonra
mesele titizlikle incelendi. Sonra gelen ulema tarafından tetkik edildi. îslâm
düşünürlerinden birçoğu, Mutezilenin görüşünü benimsedi. Fakat bu, baskı ve
işkence ile olmamıştı. Bilakis, âlimlerin münazaraları ve Mutezilîlerin
yayınladıkları risalelerle gerçekleşmişti. Eğer iş, baştan serbest bırakılacak
olsaydı, Mutezilenin düşüncesi daha, fazla yayılma şansı bulabilecekti ve
tarihleri bu gibi' işkencelerle kirlenmiş olmayacaktı.
Bu anlatılanlar,
Mutezüîlerin düşüncelerinden, görüşlerinden, araştırmalarından ve
tartışmalarından bazı örneklerdir. Bunlardan açıkça üç netice meydana
çıkmaktadır.
1 — Mutezilüer, gerçekten, İslâm filozofları
sayılırlar. Çünkü bunlar, İslâm
inancını akli yönden incelemişler ve îsîâmi gerçeklere de bağlı kalmışlardır.
îslâmm gölgesinden dışarı çıkmamışlardır. Bunlar, Kur'an-ı Kerîm'in, itikada
ait âyetlerini, felsefî bir yorumla anlamaya ve bu âyetlerin ifade ettiği
gerçeklere nüfuz etmeye çalışmışlar, hiçbir zaman şeriattan sıyrılmamışlar ve
onun nasslarından kopmanuş lardır.
2 — Mutezilüer, îslâmm emrettiği, «iyiliği emretme ve
kötülüğe mâni olma» vazifesini yapmışlar, zındıkların, dinden çıkanların,
kâfirlerin hile ve tuzaklarını başlarına geçirmişlerdir. Abbasî devletinin ilk dönemlerinde ortaya
çıkan «Zındıklık» akımının önünde durmaları için, bu gibi insanların varlığı
gerekliydi, İşte b une-denîe Abbasi
devletinin ilk halifeleri, bunları teşvik etmişlerdir. Harun er-Reşid, daha
önceleri bunları takib etmiş ve bazılarını hap-setmişse de, daha sonra bunları
serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü o, Mutezilîlerin, «Sumniye» ve
benzeri putperestler ile tartışabileceklerini anlamıştır.
3 — Mutezilîlerin, bir takım garip düşünceleri ve davranışları mevcuttur. Bu gibi haller, nassîardan aynlmasa dahi, akla geniş hürriyet veren kişilerde görülen şeylerdir. .[91]
[1] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/117.
[2] ÂI-i İmran suresi âyet, 7-8
[3] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/117-118.
[4] En'am suresi âyet, 148
[5] Kehf suresi âyet, 104
[6] Ruhül Meanî C. 8, Sh. 50
[7] Ra'd suresi âyet, 13
[8] Müslim, Kitab el-İman bab;
I/Ebu Davud Kitab es-Sünne bab, 16/Tirmizî Kitab el-Kader bab, l0/Nesaî, Kitab
el-İman bab, 5
[9] Bubarî, Kitab el-Merda, bab;
3O/Müslim( Kitab es-Selame bab, 98/Muvatta' Kitab el-Medîne bab; 22
[10] Sad suresi âyet, 27
[11] Isra suresi âyet, 23
[12] Şerh-i Nehcül Belağa, İbn-i
Ebil Hadîd C. 18, Sh. 227-228 - Kahire baskısı
[13] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/118-123.
[14] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/123.
[15] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/124-125.
[16] el-Milel ven Nihal,
Şehristanî
[17] el-Munyetu ve’l-Emel
[18] Sarh el-Uyûn
[19] Araf suresi âyet; 146
[20] Fussılet suresi âyet; 17
[21] Neml suresi âyet; 14
[22] Ankebut suresî âyet; 38
[23] Bakara suresi âyet; 102
[24] Bakara suresi âyet; 90
[25] Al-i îmran suresi âyet; 70
[26] ÂI-i îmran suresi; 71
[27] Âl-i îmran suresi âyet; 99
[28] Şifa el-Alil; Kaza, Kader ve
Hikmet mevzuları, bkz.
[29] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/126-136.
[30] Ebu Davud Kitab es-Sünne
bab; 17, Eî-Müstedrek, Hâkim'Şerh-i Nevevi C. 1, Sh. 253 -156
[31] Not: ' Son paragrafın
tercümesinde, Müslim şarii Nevevî'nin ifadesi, Kitaptaki ifadeye tercih
edilmiştir.
[32] Enbiya suresi âyet; 73
[33] Kasas suresi âyet; 41
[34] El-Munye vel-Emel, Murtaza
[35] EI-Munye vel-Emel
[36] Kalem suresi âyet; 50
[37] Bakara suresi âyet; 32
[38] Hud suresi âyet; 88
[39] En'am suresi âyet; 77
[40] Hud suresi âyet; 34
[41] A'raf suresi âyet; 43
[42] İbrahim suresi âyet; 21
[43] Hicr suresi âyet; 39
[45] Bu münazara, İbn-i Kayyim'in
«Şifaül Alîl fî mesailii kaza vel Kader ve Hikmeti ve etta'lil» adlı kitabında
tasavvur ettiği şekildedir.
[46] Nisa suresi âyet; 25
[47] Tekvir suresi âyet; 28
[48] Kehf suresi âyet; 79
[49] Yunus suresi âyet; 36, 46
[50] Yusuf suresi âyet; 19
[51] A’raf suresi âyet; 39
[52] Maide suresi âyet; 63
[53] Bkz. Şifaul Alil; Bu eserde
münazaranın tümü mevcuttur.
[54] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/137-147.
[55] Buharî, Kitab el-Fîten bab;
9/Müsîİm, Kitab el-Fîten bab, 10/Ebu Davud, Kitab el-Fiten faab; 2/Müsned-i
İmam Ahmcd b. Hanbel, C. 2, Sh. 283
[56] EI-Fisal fil milel ve
el-Nihal, Mürcie bahsi
[57] EI-Müel ve el-Nihal -
Şehristanî
[58] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/148-153.
[59] Fecrul İslâm'dan
kısaltılarak alınmıştır.
[60] el-Hitat, Markizi
[61] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/154-156.
[62] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/156.
[63] Eşari «Makalatûl İslâmiyyin»
Mutezile bolümü.
[64] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/156-158.
[65] Mutezililer bu görüşlerini
şu âyetten almışlardır, «Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük
gelirse kendi nefsindendir.» (Nisa Suresi âyet; 79)
[66] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/158-159.
[67] İsra Suresi âyet; 43
[68] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/159.
[69] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/159-160.
[70] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/160.
[71] Şehrislânî, el-milel ve
el-Nihal
[72] Makalatûl Islamiyyîn,
el-Eş'arî
[73] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/160-162.
[74] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/162-163.
[75] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/163-164.
[76] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/164-165.
[77] el-Fark beyn el-Firak,
Bağdadî
[78] El-întisar İbn-i Ravendiye
cevap bölümü.
[79] Câhiz, el-Füsul el-Muhtar.
[80] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/165-169.
[81] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/170-171.
[82] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/171-174.
[83] Manikeistler, bir Mecusî
taifesidir. Esaslarını Mecusîlik ve Hıristiyanlıktan almışlardır. Bunlar da
Mecusîler gibi Hayır ve Şerrin birer ilahı bulunduğuna inanırlardı. Onlara göre
Hayır ilahı NUR, Şer ilahı ise ZULMET idî. Günümüzdeki Tezidiye mezhebi
bunların kalıntısıdn. Bunlar, Zinayı terketmek, dünyada zahid olmak ve benzerî
bazı iyi şeylere davet etmişlerse de et yemeyi haram saymak, zararlı
hayvanları öldürmemek gibi şeyleri de benimsemişlerdir.
[84] Naziat Suresi âyet; 24
[85] Takıyye : Kişinin dni
inancına ait bazı meseleleri tehlike hissettiği anlarda gizlemeğidir.
[86] Taberi Tarihî, C. 9, sn.
107-111, Dâr el-Maarîf baskısı
[87] Nisa Suresi âyet; 164
[88] Taberi tarihi c. 8, sh. 633,
634, Darül maarif baskısı Kahire
[89] Taberi tarihi C. 8. sh.
642-644
[90] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/174-190.
[91] İslamda Siyasî Ve İtikadî
Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/191-196.