Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı
kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de
bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi
olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını
telâfi edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu. Bu esnada
sevinmesi gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip,
sorgusuz sualsiz bağlanan) lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu.
Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı
değil üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki
herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular: - Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde
gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi: - Allah'ın Resulünün en büyük arzusu
amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği
bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın
yerinde şehadet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman
olmasından dolayı benim gönlüm hoşnud olacağına,
amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün
gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için
ağlıyorum. Peygamberimiz
(s.a.v) azadlı kölesi
Zeyd bin Hârise'yi çok severdi. Oğlu Üsame'yi de. Babayı da oğulu
da gerektiğinde kollardı. Hz. Ömer bir gün ganimet malı dağıtıyordu.
Oğlu Abdullah'a üç verirse Üsame'ye dört veriyordu. Abdullah
bunun sebebini öğrenmek istedi: - Ben Üsame'nin katılıp da benim
katılmadığım tek gaza (savaş, cihad) hatırlamıyorum.
Neye dayanarak ona benden fazla veriyorsun? Hz. Ömer şöyle açıklamada
bulundu: - Hz. Peygamber onun babasını senin
babandan, Üsame'yi de senden çok sever ve kollardı. O'nun her işinde
muhakkak bir hikmet vardır. Ben O'nun sevdiğini kendi sevdiğime
tercih ederim. Bir Ramazan'da Medineli bir müslüman
Halife Hz. Ömer'i iftar yemeğine davet etti. Yemek sırasında
yalnız Hz. Ömer'e bir kab içinde bir içecek sunuldu. Hz. Ömer sordu: "Bu nedir?"
Ev sahibi cevab verdi: "Bal şerbetidir efendim, sizin için ayırmıştık
da..." Hz. Ömer onu içmeyi reddederek şöyle dedi: "Benim
yönetimini üstlendiğim halkın çoğu içmek için henüz
kuyu suyunu bile bulamazken ben burada bal şerbeti içemem." Önemli bir sefer hazırlığı yapılıyordu.
Peygamberimiz herkesten yapabileceği yardımı en üst sınırda
yapmasını istedi. Hz. Ömer bu isteğe uyarak büyük
miktarda bir yardımla Hz. Peygamberin huzuruna çıktı. Hz.
Peygamber sordu: - Ya Ömer, malının ne kadarını
yardım olarak getirdin? Hz. ömer cevap
verdi: - Tam yarısını getirdim ya
Resulallah, size getirdiğim kadar da geride var. Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. O da büyük
bir yardımda bulundu. Hz. Peygamber ona da sordu: - Malının ne kadarını
getirdin? Cevap verdi: - Tamamını getirdim ya Resulallah,
evimde Allah ve Resulünün sevgisinden başka bir şey bırakmadım. Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle
buyurdu: - Allah yolunda fedakarlıkta Ebû Bekir'i kimse
geçemeyecek. Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü
Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa
boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye
sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur.
Hangi görevi verdimse başarı ile
tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı.
Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım
diyebilirim." Aradan zaman geçti, aynı kumandan
halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan
olarak Halife sordu: - Hani sağ kolun nerede? - Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman
tarafına geçti. Hz. Ömer bu defa konuştu: - Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak
gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin
nasihattan yeğdir diye düşündüm. Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır
bulunanlara sordu: - Eğer dileğiniz hemen kabul
ediliverecek olsa ne dilerdiniz? Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım
olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye"
dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi),
mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine
yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi.
Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e
sordu: - Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi: - Ben de
Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim.
İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye. Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını
(su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en
kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının
sırtında kırba ile dolaştığı oğlu
Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu: - Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife
sırtında kırba taşır mı, taşıtacak
kimse mi bulamadın? - Oğlum, bunu taşıtacak adam
bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla
taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir
gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum. Birgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)'den
Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste
bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada
bulananlara sordu: - Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük
etse ne yapardınız? Cevap verdiler: - Yine iyilik ederiz. - Yine kötülük yapsa? - Biz yine iyilik ederiz? - Yine kötülük yapsa? Ashab cevab vermedi, başlarını
öne eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle
mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti. Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi.
Rasulullah Hz. Ali'ye sordu: - Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük
etse ne yapardın? - Yine iyilik ederdim. - Yine kötülük yapsa? - Yine iyilik yapardım. Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı.
Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap
verdi. Ashab, - Ya Rasulallah, Ali'yi çok sevmenizin
sebebini şimdi anladık, dediler. Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları)
Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük
inekleri sağdığını, hastaların sağları
ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler
bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer)
koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya
benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı
yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz.
Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye
nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi.
Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali'ye müracaat
etti. Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını
rica etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek
söze başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin
küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı
soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların
sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arzetmek için
zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında
bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında
çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri
kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran
koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin,
dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade
eder." Hz. Ali'nin halifeliği sırasında,
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan fitne, fesad daha da
arttı. Bu durumdan üzülen, şikayetçi olan bir mümin Hz.
Ali'ye gelip sordu: - Ya Ali neden Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında
meydana gelmeyen bu olaylar senin zamanında meydana geliyor, müminler
birbirine düşüyor? Hz. Ali cevap verdi: - Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında biz
vardık, ama bizim zamanımızda onlar yok. İslâm dünyasında Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynak Sahih-i
Buhari adındaki hadis kitabıdır. İsmail
el-Buha-ri'nin Hz. Peygamberin hadislerini toplamaya kendini vakfettiği,
yeni bir hadis duymak ve almak için dere tepe dolaştığı,
günlerce, haftalarca yol katettiği sıralardaydı. Kendisine
birçok sahabi ile görüştüğü bilinen birinden söz edildi.
Çok zaman yaptığı gibi uzun bir yol katederek bahsedilen
adamı buldu. Fakat adamı bulduğu sırada kazığından
boşanmış olan devesini boş torba ile aldatarak
yakalamaya çalıştığına şahit oldu. Bu halde
hiçbirşey sormadan geri döndü. Niçin boş döndüğünü,
birkaç hadis not etmediğini soranlara şöyle cevap verdi: - Ben devesini aldatarak yakalamaya çalışan
adamın rivayet edeceği hadise güvenmem. Büyük fıkıh (hukuk) bilgini,
Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII.
yüzyıl) ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul
zengin bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye
kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri
ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada
bir adam mescidin kapısından seslendi: - Ya imam, gemin battı!... (İmamın
ticari mal taşıyan gemileri mevcut) İmam-ı
Azam bir anlık tereddütten sonra - Elhamdülillah dedi. - Bir müddet sonra aynı adam yeniden
gelip haber verdi: - Ya imam, bir yanlışlık oldu
batan gemi senin değilmiş. İmam
bu yeni habere de: - Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber
getiren kişi hayrete düştü: - Ya imam, gemin battı diye haber
getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını
söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme böyle? İmam-ı
Azam izah etti: - Sen gemin battı diye haber getirdiğinde
iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının
yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük
bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki
olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi
yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir
sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı
için de Allah'a şükrettim. Zamanında İmam-ı Azam ile
herhangi bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir.
Hem derya gibi ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı
sayesinde hepsinden kendisi galip çıkıyordu. Abbasi Halifesi Me'mun İmam-ı Azam'ı
Kufe'ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı
ve bu niyetini açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına
alet olmamak için bu teklifi kabul etmedi. - Ben kadılık yapamam, dedi. Halife de herkes de kabul ederdi ki ondan iyi
kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı: - Yalan söylüyorsun, sen kadılık
yaparsın! İmam-ı
Azam akan suları durduracak şu cevabı verdi: - Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan söylediğim
için kadılık yapamam, çünkü yalancıdan kadı olmaz.
Eğer "yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam,
sözümün gereği olarak kadılık yapamam. O halde her iki
halde de kadılık yapamam, İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir
mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti
istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz
namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever,
hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?" Mecliste
bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar
kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir."
dediler. İmam-ı Azam susuyordu: "Ya imam sen ne dersin?"
dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır,
böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler: "Ya
imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.."
diye. İmam tek tek açıkladı: "Gerçek (bilinçli) mümin
cenneti istemez, sahibini (Allah'ı) ister, cehennemden korkmaz,
sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine
şahitlik eder, çünkü Allah'ı görmez ama kesin inanır, rükusuz
secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever,
çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur'an'da mal ve evladın
müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı
istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü
temenni etmez." SEN BİR
KIZINI VERMEZSİN DE... Kufe'de bir adam üçüncü Halife Hz.
Osman için "Yahudiymiş" diye tutturmuştu. Herkes
bunun asılsız olduğunu, imkansız olduğunu söylüyor
ama adam bir türlü ikna olmuyordu. Bu konu İmam-ı Azam'a da
duyuruldu. "Adamı bu saçma inancından kimse caydıramadı,
sununla bir de siz görüşseniz" dendi. "Hay hay" dedi
İmam-ı Azam, bir akşam bu kıza dünürlüğe diye
adamın evine gitti. Dereden tepeden konuştuktan sonra sözü
esasa getirdi: - Biz Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle
kızına dünür geldik. - Kime istiyorsunuz kızımı, öğrenebilir
miyim? - Kızını istediğimiz kimse
son derece ahlâklı, dürüst çok zengin ve alabildiğine cömert,
Kur'an'ı ezbere biliyor ve sürekli okuyor... (Bunların hepsi
Hz. Osman'ın nitelikleri) Adam sözünü kesti: - Yeter, bunlardan bir tanesi bile kızımı
vermek için yeterli meziyettir. - Ama bu damat adayının bir kusuru
var, kendisi Yahudi. -Adam parladı: - Nasıl olur, benim kızımı
bir Yahudiye istersiniz? İmam-ı
Azam için artık taşı gediğine koymanın zamanı
gelmişti: - Sen bir kızını yahudiye
vermezsin de Hz. Peygamber iki kızını birden bir Yahudiye
nasıl verir? deyince adamın artık bir inat ve itiraza
mecali kalmadı, bilinen gerçeği kabul etti. (Hz. Osman peygamberimizin damadıydı,
önce bir kızıyla evlenmiş, o ölünce diğer bir kızıyla
evlenmişti. Bunun için Hz. Osman'a "Zi'nNureyn'' (İki nur
sahibi) denmiştir.) Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid
zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII.
yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından
zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan
dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı
yapardı. Behlül daima Harun Rediş'in yakınında
bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı.
Bir gün Behlül, üstü başı toz toprak içinde uzun bir
yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in
huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu: - Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun? - Cehennemden geliyorum ey hükümdar. - Ne işin vardı cehennemde? - Ateş lazım oldu da ateş
almaya gittim. - Peki, getirdin mi bari? - Hayır efendim getiremedim. Cehennemin
bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı
gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi
getirir" dediler. Birgün adamın biri Behlül'e akıl
danıştı: - Ey Behlül Dana, ben zengin olmak istiyorum,
bana ne tavsiye edersin? Behlül bir an düşünüp cevap verdi: - Demir al, demir sat. Demir ticareti eski çağlardan beri kârlı bir iş olarak biliniyordu. Çünkü demir hiç fire vermeyen, daima üstüne koyan bir maddeydi. Adam Behlül'ün tavsiyesine uyup demir ticaretine başladı ve gerçekten kısa zamanda dilediği gibi zengin biri oldu. Zengin olduktan sonra Behlül için "Bu ne budala adam, verdiği akılla herkes köşeyi dönüyor, kendisi fakirlikten kırılıyor"
diye düşündü. Bir zaman sonra Behlül'ün karşısına
çıktı, yeni bir akıl danıştı: - Ey Behlül Divâne (Dana yerine aptal yerine
koyarak divane diyor) ben demir alıp satmaktan yeterince zengin oldum.
Biraz da başka bir iş yapayım. Bu sefer ne tavsiye edersin? Behlül adamın içini dışını
bildiğinden onu kötü niyetine kurban edecek bir tavsiyede bulundu:
- Soğan al, soğan sat. Soğan ticaretinin de riskli işlerden
biri olduğu bilinir. Soğan devamlı fire veren bir nesnedir.
Adam soğan ticaretine başlayınca kısa zamanda iflas
bayrağını çekti ve kötü kalbliliğinin cezasını
pahalı bir biçimde ödedi. Behlül Dana birgün Harun Reşid'den
bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını
(denetimini) verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına
gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan
geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından
memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının
tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun
olduğu bir şey yoktu. Behlül birşey demeden ayrıldı
ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı
ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik
gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de
sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir
yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı
ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin
vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi. Behlül açıkladı: - Efendimiz çarşı pazarın ağası
varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları
tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana
ihtiyaç kalmamış. Harun Reşid bir
Ramazan günü Behlül'e tembih etti: - Akşam namazında camiye git, namaza
gelen herkesi iftara davet et. Akşam oldu, namaz kılındı,
namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi.
Harun Reşid şaşırdı: - Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen
herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar
cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.. - Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil,
namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz
cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken
hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim
kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız
bunlarmış. Behlül Dânâ'nın menkıbelerinden
kitaplar meydana getirilmiştir. Bunların hepsi insanları
iyiliğe, doğruluğa, Allah rızasını kazanmaya
özendirici bir nitelik taşır. Türk halkı arasında da
bunlardan bir bölümü bilinmekte ve anlatılmaktadır. Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid
ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu
arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini
seyrediyorlardı. Behlül Dana halifeyi uyarmak için yeni bir fırsat
yakalamıştı. Dedi ki: - Ey müslümanların halifesi, bütün bu
ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefislerinin günahlarının
hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar.
Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların
da hesabını vereceksin. Başlangıçta Türkistan
taraflarında bir bölgenin hükümdarı yani dünya sultanı
iken vâkî olan bazı ikazlarla hükümdarlığını
bırakıp maneviyat sultanı olmaya azmeden, bunu da gerçekten
başaran İbrahim Edhem (VIII. y.yıl) dünya malına karşı
o kadar tenezzülsüzdü ki kimseden bir şey istemez ve beklemezdi.
Nefsini yokluğa ve mahrumiyete o derece alıştırmıştı
ki bir benzerine rastlanamazdı. Birgün büyük velilerden
çağdaşı ve hemşehrisi Şakik Belhi ile karşılaştı
ve ona sordu: - Ey Şakik nasıl geçiniyorsun?
Şakik Belhi cevap verdi: - Bulunca yiyoruz, bulmayınca
sabrediyoruz. İbrahim Edhem: - Horasan'ın köpekleri de aynı
şeyi yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulmayınca sabrediyorlar,
diye karşılık verdi. Belhi sordu: - Peki siz ne yapıyorsunuz? - Biz bulunca dağıtıyoruz,
bulmayınca sabrediyoruz. Bizim İbrahim Edhem Hazretleri hakkında
söylemek istediğimiz bu değil. İbrahim Edhem'in, amaç
edindiği ve ulaşmayı başardığı yokluk
ve mahrumiyeti o derece aşikar, o derece göze batıcı idi
ki görenlerde kendisine yardım hissi uyandırıyordu. Varlıklı bir kişi İbrahim
Edhem'e yardım etmek istedi. İbrahim Edhem: - Yardımını gerçekten
zenginsen kabul ederim, dedi. Adam gerçekten zengin olduğunu, bir
şeye ihtiyacı bulunmadığını söyledi. Büyük
veli sordu: - Ne kadar paran var? - Üç bin altınım var. - Dört bin olmasını istemez misin? - Elbette isterim. - Beşbin olmasını? - İsterim. - On bin altının olsa çok
sevinirsin değil mi? - Şüphesiz çok memnun olurum. - Zengin olduğunu söylüyorsun ama, sen
gerçekte züğürdün birisin. Sen, on bin değil yüz bin altının
olsa yine kanaat etmez fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan
zengin sayılmaz. Gerçekten zengin olsaydın yardımını
kabul edecektim. Büyük velilerden Şakik Belhi (VIII.
yyıl) bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü
bir ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır
oynadığına şahit oldu. Yanına yaklaştı
ve sordu: - Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı
karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle
oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi: - Herkesten bana ne? Benim için bir tehlike söz
konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her ihtiyacımız
o köylerden sağlanıyor. Bu açıklama Şakik'i adeta bir
şamar gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı
endişe içindeydi. Ama köle onu uyandırdı ve kendi kendine
şöyle dedi: - Hey Şakik kendine gel! Şu köle
nihayet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet içinde
hissediyor. Sen ki bütün canlıların rızkını
garanti eden Allah'a inanıyor, tevekkül ediyorsun, Bu nice tevekküldür
ki rızık endişesi içindesin? En büyük velilerden biri olduğunda
şüphe bulunmayan Bayezid-ı Bestâmi'yi ölümünden
sonra bir dostu rüyasında gördü ve kendisine sordu: - İlahi huzurda seni nasıl karşıladılar?
Bayezid-i Bestami cevap verdi: - Bana, "ne getirdin?" diye sordular.
Ben de dedim ki "Bir dilenci bir padişahın huzuruna çıkınca
ona ne getirdin diye sormazlar, dile bizden ne dilersen" derler. Sözüme Rabbimin cevabı erişti:
"Doğru söylüyor, doğru söylüyor." Tasavvuf tarihinin önemli simalarından
Zünnun Mısri (IX. y.yıl) kendisine bir yıl mürid
olup hizmet ettikten sonra İsm-i Azam'ı (Allah'ın bütün
vasıflarını ifade eden en yüce adı) öğrenmek
isteyen Yusuf bin Hüseyin'in arzusunu yerine getirmedi. Bu isteğe gülüp
geçti. Aradan tam altı ay daha geçti. Yusuf bin Hüseyin sabırla
hizmete devam etti. Bir fırsatını bulup isteğini yine
tekrarladı. Zünnun Mısri bu defa Yusuf bin Hüseyin'e ağzı
bir bezle bağlanmış bir testi vererek, "Bunun içindeki
hediyeyi falan yerdeki filan zata götür" dedi. Dikkatle götürmesini,
içindekine bir zarar Yolculuğu sırasında bir yerde
dinlenirken, içini, özenle götürülmesi istenen bu hediye nedir diye
şiddetli bir merak sardı. Merakına mağlup olarak
testinin ağzandıki bezi çözdü ve açtı. Açmasıyla
birlikte bir fare fırt diye atladı ve çalılıkların,
arasında kayboldu. Yusuf bin Hüseyin çok üzüldü, pişman
oldu. Emanete hiyanet etmişti. Artık götürülecek hediye
kalmadığına göre yoluna devam etmesi gereksizdi. Çaresiz
üzüntülü ve mahcup bir halde geri döndü. Olacağı kalbine
malum olan Zünnun Mısri "Sıradan bir hediyenin bile güvenilemeyeceği
bir kimseye İsm-i Azam nasıl emanet edilir?" diyerek her
isteyene her şeyin emanet edilemeyeceğini anlatmak istedi. "Anadolunun iç aydınlığı"
bütün Anadolu'nun sevgilisi insan sevgisinin, hoşgörünün sınırlarını, Yaradılmışı hoşgör Yaradandarr ötürü Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil. gibi söyleyişlerle kimseye nasip
olmayacak ölçüde genişleten Yunus Emre (1240-1320) Tapduk
Emre'nin dergahında uzun süre zevk ve hevesle odun taşımış,
ayak işleri yapmıştı. Ama Tapduk bir türlü arzuladığı
gibi Yunus'u ele almıyor, eren lerin gönül deryasından bir
katre sunmuyordu. Yunus bu konuda bir dilekte bulunsa "Sen hâlâ dünya
kokuyorsun" deyip savuşturuyordu. Yunus "Herhalde benim
nasibim burada değil, bir başka şeyhin kapısında"
diyerek Tapduk'a dahi haber vermeden dergahı terketti. Ama dergahtan
uzaklaştıkça içini bir hüzün kapladı. Tapduk Emre'nin
kapısında en basit işleri yaparken bile gönlünde bir aydınlık,
bir ferahlık, bir yumuşaklık vardı. Dergahtan ayrılalı
gönlü kararmış, katılaşmıştı, uzaklaştıkça
içini Tapduk'a ve dergaha karşı bir hasret kaplıyordu. Bu
yolculuk sürerken bir akşam vakti yedi kişilik bir başka
yolcu grubuna rastladı. İçini kaplayan hüzün ve hasrette
belki bir hafifleme olur diye kendi de onlara katıldı. Yol
arkadaşları ermiş kılıklı, yaşlıca
insanlardı. Güven veren halleri vardı. Birlikte sürdürülen
bu yolculuk sırasında bir an geldi ki hiçbirinin çıkınında
(azık çantası) birşey kalmadı. Biryerde mola verdiler,
açlık canlarına tak etmişti. Bu yedi arkadaştan bi ri
ellerini kaldırıp Yaradan'a niyazda bulundu. Bu dua ve yakarmanın
akabinde önlerinde türlü yiyeceklerle donanmış bir sofra
peydah oldu. Yediler içtiler Rablerine şükrettiler. Bundan sonra bu
yedi yolcudan herbiri yolda acıktıkça dua etti ve yemekleri
ilahi bir lütuf olarak ikram edildi. Sonunda dua sırası Yunus'a
gelmişti. Yunus soğuk terler döküyordu.
İşin içinde mahcup olmak vardı. Yol arkadaşlarının
her biri Allah katında makbul kişilerdi ki duaları kabul görüyordu.
Kendinin böyle bir imtiyazı yoktu. Ama duayı yapacaktı, çaresi
yoktu. Bütün varlığı ve içtenliğiyle Allahla
yalvardı: "Ya Rabbi, şu yol ar kadaşlarım sana
kimin yüzü suyu hürmetine yalvarıyorlarsa ben de onun yüzü suyu
hürmetine yalvarıyorum, beni mahcup etme..." Bu duanın
arkasından öncekilerin iki katı yiyecek içecek lütfedildi.
Şaşkınlık sırası yedi yolcudaydı.
Sordular: - Ey arkadaş, sen kimin hürmetine dua
ettin? Yunus, - Önce siz söyleyin dedi. Açıkladılar: - Biz Tapduk Emre'nin dergahında Yunus adında
çok makbul ve muteber bir derviş varmış onun hürmetine
Allah'a yakarmıştık. Yunus esas şimdi mahcup olmuştu.
Yunus'un kendisi olduğunu açıklamaya utandı. Tapduk
Emre'ye karşı da kalbini bozmuştu. Halbuki Tapduk ona Allah
yolunda epeyi dereceler kazandırmıştı. Büyük bir pişmanlık
içinde, bedeninden sıyrılmış bir ruh gibi akarak
Tapduk dergahına döndü ve şeyhine bu defa kendini kayıtsız
şartsız teslim etti. Osmanlıların ilk Şeyhülislamı
Molla Fenari Anadolu'nun yetiştirdiği en büyük
velilerden biri olan Hacı Bayram (XV. y.yıl) Anadolu kökenli
başka birçok bilgin ve erenin de üstadıdır. Bunlardan
biri de Fatih'in hocalarından Akşemseddin idi. Akşemseddin
Hacı Bayram'a bağlanışından kısa bir zaman
sonra zekası, anlayışı, kavrayışı, en
önemlisi de şeyhine tam teslimiyeti sayesinde icazet (diploma) aldı
ve irşadla görevlendirildi. Akşemseddin'in bu başarısı
Hacı Bayram'ın diğer müridleri arasında kıskançlığa
sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram'a sordu: - Efendi Hazretleri, kırk yıldır
talebeniz olanlar henüz halifeliğe (sizi temsile) layık
görülmezken Akşemseddin'in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının
sebebi ne ola? Hacı Bayram, gerek maddi gerekse manevi
hayatta yükselmenin veya yerinde saymanın sebebini açıklarcasına
cevap verdi: - Bu köse (Akşemseddin) bizde ne gördü
ve işittiyse hemen inandı ve teslim oldu. Sebep ve hikmetini
sonra kendi kendine bulup öğrendi. Kırk yıldır
hizmetimizde bulunanlar ise bizde gördüklerinin ve duyduklarının
önce sebep ye hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu.
İşte aradaki fark budur. İKİ
ER KİŞİ İLE BİR HATUN KİŞİ Hacı Bayram Veli,
Sultan II. Murad'ın saygı duyduğu manevi önderlerdendi. Hükümdarın
Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürid
olanlardan vergi almıyordu. Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı
Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia ediyordu. Ankara'da
kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim"
deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara
yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip,
"Gerçek müritlerinizin sayısını bana bildiriniz,
sizin bildirdiğiniz herkes vergiden mual tutulmak üzere kabulümdür"dedi. Hacı Bayram devletine saygılı
bir maneviyet büyüğü olarak kendisine bağlılığın
kötüye kullanılmasından zaten şikayetçi idi. Mektubu fırsat
bilerek müridlik iddiasındaki herkese haber saldı: "Falan
gün falan yerde toplanınız" diye. O gün hemen bütün
Ankara halkı şeyhlerinin davetine uyarak bildirilen yere akın
ettiler. Hacı Bayraı ı bir tepeciğe kurdurduğu
siyah kıl bir çadırdan çıkarak kalabalığa sordu:
"Beni seviyor musunuz?' Kalabalık hep bir ağızdan
karşılık verdi: "Elbette seviyoruz." "Bana
yürekten bağlı mısınız? İstesem benim için
canınızı verirmisiniz?" Kalabalık cevab verdi:
"Canımız senin yoluna feda olsun..." Hacı Bayram
bunun üzerine "Bugün bana inananları şu çadırın
içinde bir bir kurban edip canlarını cennete göndereceğim.
Şimdi bir kişi çıksın" dedi. Kalabalıktan bir kişi çıktı.
Hacı Bayram onu çadıra aldı. Çadırda önceden hazırlattığı
koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan dışarıya
akıttırdı. Dışardakiler adamın gerçekten
kurban edildiğini sanarak ürperdiler. Hacı Bayram dışarı
çıktı, "Bir kişi daha gelsin"dedi. Bir
adam daha çıktı. Onu da çadıra alıp aynı işlemi
yaptı. Sonra dışarı çıktı ve bir kişi
daha istedi. İşin şakayla gelir yanı yoktu. Giden
gidiyordu. Bu defa bir şaşkınlık ve duraksama görüldü.
Yine de bir hanım ileri çıktı. Hacı Bayram onu da çadıra
aldı. Aynı olay tekrarlandı. Dördüncü defa Hacı
Bayram kurbanlık isteyince tek kişi çıkmadı. Hacı
Bayram artık hükümdara cevap verecek durumdaydı: - Sultanım, vergiden affedilmek üzere
gerçek müridlerimi sormuştunuz. Benim gerçek müritlerim iki er kişi
ile bir hatun kişiden ibaret üç kişidir. ALLAH
HARAMDAN KAÇANI KORUR
Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından
Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine
değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup
kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden
biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah
Efendi'nin dilinden düşürmediği bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı
korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez,
nasip etmez, demek istiyordu.) Bu sözü sık sık tekrar eder,
bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi.
Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın
bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh
bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak
üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi
olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış
bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla
yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü
tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve adamları da bıyık altından
gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye
sordu: - Allah haramdan kaçanı her zaman ve her
durumda korur mu? - Evet korur, haramdan kaçana Allah haram
nasip etmez. - Ama hocam seni korumadı, sende bizimle
birlikte haram yedin. - Hayır, ben haram yemedim haramı
siz yediniz. - Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz
kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık
malıydı o... - Olabilir, size haramdı, ama bana
helaldi. Hükümdar lahavle çekti: - Nasıl olur hocam, çalınmış
bir kuzu bize haram, sana helal? Nimetullah Efendi sözünü bağladı: - Eğer inanmıyorsanız, kuzunun
sahibini bulun sorun... Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları
kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun
sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini
itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler.
Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua
etti. - Ben o kuzuyu parası için değil,
bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona
ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu. İstanbul'un Vefa semtine adı verilen Şeyh Vefa, Fatih
devrinin büyük alimlerinden ve evliyasındandı. Akşemseddin,
Molla Gürani gibi devrin manevi önderlerinden biriydi. Bu büyük zatın
oyun yaşlarındaki bir oğlu kötü bir alışkanlık
edinmişti. Ucuna çivi çakılmış bir sopa ile o
devirde evlere içme suyu taşıyan sakaların kırbalarını
deliyordu. Evcil hayvan derisinden yapılmış su tulumu demek
olan kırba, sivri bir madde ile dokunuldu mu kolayca delinecek bir
nesneydi. Şeyh Vefa'nın oğlu da bunu yapıyordu.
Sakalar, "Bir din ulusunun oğludur, çok sürmez geçer"
diye bir müddet dayandılarsa da baktılar vazgeçeceği
falan yok, Şeyh Vefa'ya şikayet ettiler. Vefa Hazretleri olanları
duyunca hayretler içinde kaldı. Nasıl olur da bunca dikkat ve
özenle yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan bir çocuk böyle
bir şey yapardı? Şeyh Vefa sakalara, "Tamam" dedi.
Konu anlaşıldı, gereken yapılacak, sizin de zararınız ödenecektir.
Önce kendinden işe başladı. "Acaba ben bu çocuğa
yanlışlıkla da olsa haram yedirdim mi?" diye düşündü.
Bir şey bulamadı. Hanımına sordu; "Sen bu çocuğa
hamileyken veya süt verirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün,
bana bildir, yoksa oğlanın sonu kötü" dedi. Hanım düşündü, taşındı, rüyaya
yattı, nihayet bir olay hatırladı. Oğlana hamileyken
oturmağa gittiği bir komşu evinde, masadaki bir tabakta
portakallar varmış. Görünce canı çekmiş ama
istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım bulundukları
odadan dışarı çıktıkça yakasındaki iğneyi
portakallara batırıp sularını içmiş. Bunu şeyhe
anlattı. Şeyh Vefa "Aman hatun hiç vakit geçirmeden o komşuya
git, Sultan Mahmud Sebüktekin (XI. y.yılın
ilk yarısı) tarihte ilk Müslüman Türk devletlerinden biri
olan Gaznelilerin en büyük ve en dirayetli hükümdarı idi. Tarihte
ilk defa "sultan" adını kullanan Gazneli
Mahmud Sebüktekin idi. İslam'ı yaymak için Hindistan'a 17
sefer düzenlemiş olan Sultan Mahmud din ve ilim ulularıyla görüşür,
hiç erinmeden ziyaretlerine gider, onların tavsiye ve irşadlarına
göre kendini ayarlardı. Birgün vezirleri, kumandanları ile
birlikte zamanın tanınmış evliyasından Şeyh
Ebu'l-Hasen Harakani'nin ziyaretine gitti. Adamlarından bazıları
önce gidip Şeyh'e, hükümdarın kendisini ziyarete gelmekte
olduğunu, karşılaması gerektiğini haber verdiler.
Şeyh Harakani kös dinlemiş gibi hiç aldırmadı.
Yerinden bile kımıldamadı. Hükümdar ve adamları
dergahın kapısına kadar geldi. Baş vezir rica etti:
"Ey din ulusu, hiç değilse bu Şeyh
Harakani cevap mahiyetindeki şu açıklamada bulundu: "Biz o sözünü
ettiğin Allah emrinin 'Allah'a itaat ediniz' kısmına o
kadar daldık ki, henüz peygambere bile sıra gelmedi. Nerde kaldı
hükümdara itaat edelim..." Sultan Mahmud bu açıklama karşısında,
Şeyh'in başından beri takındığı tavra
zerre kadar kızmadığı gibi, kendi de müritleri arasına
katıldı. Yanındakilerle beraber büyük bir saygı göstererek
huzurundan ayrıldı. Sultan Mahmud imanlı, amelli,
bilgin bir hükümdardı ama güzel yüzlü değildi. Bundan müteessir
de olmuyordu. Ne var ki halk güzel yüzlü hükümdarları daha çok
severdi. Endişesi bundan ileri geliyordu. Devrinin büyük velilerinden birine sordu: - Efendi Hazretleri, malumdur ki halk güzel yüzlü
hükümdarları daha çok sever. Halbuki ben bundan yoksunum. Ama halkımın
da beni sevmesini istiyorum, bana ne tavsiye edersiniz? Allah dostu şu tavsiyede bulundu: - Halkın seni sevmesini istiyorsan altını
kendine düşman belle... (Halkın refah ve mutluluğu için
onu gözünü kırpmadan harca).
|