Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat
batıya doğru ilerleyen Moğol tehlikesine karşı ülkenin
önemli merkezlerine savunma kaleleri yaptırıyordu Yapımı
tamamlanan bu kalelerden birini, dönemin din ve ilim ulusu Sultan Veled'e
(Mevlânâ'nın babası) gösterip fikrini sordu
O da açıkladı: - Kale gerçekten çok muhkem (sağlam) Düşman
saldırılarını göğüsleyecek güçte Ama yönetimindeki
mazlum ve mağdurların dua oklarına karşı seni
koruyacak bir kale yaptırmayı düşünmüyor musun?
Mazlumların dua oklarına karşı dayanıklı
kale taştan tuğladan yapılamaz, çünkü onları deler
geçer O kale ancak Allah korkusuyla, adalet ve merhametle inşa
edilebilir Mevlânâ'nın dostlarından
Muiniddin Pervane bir gün Mevlânâ'ya gelerek "Sultanü'l-ulema"
diye anılan babası Sultan Veled'in mezarı üstüne eşsiz
bir kubbe yapmak istediğini, buna izin verip veremeyeceğini
sordu Mevlana şöyle dedi: "Gerçekten çok güzel, benzeri
bulunmayan bir kubbe yapabilirsin Bir eşi dünyanın başka
bir yerinde bulunmayabilir Ama hiç bir kubbe ilahi şaheser gökkubeden
güzel ve üstün olamaz O halde mezar yine Allah eseri kubbe altında
kalsın Büyük mutasavvıf Hacı Bektaş
Veli'ye müridleri bir gün "Sizinle beraber biz de erbaine (çileye,
kırk günlük nefsi terbiye edici perhiz) girelim" dediler Hacı
Bektaş kendilerine sordu: - Er çilesine mi, kadın çilesine
mi? Müridler bundan bir şey anlamayınca
açıkladı: - İsterseniz 40 gün bir şey yemeden
riyazet (perhiz) yapalım, bu kadın çilesidir İsterseniz 40
gün tuzlu et yiyip su içmeyelim, bu da er çilesidir Müridler bağış
dilediler: - Efendimiz biz bu ikincisine dayanamayız Büyük Türk Padişahı Yavuz
Sultan Selim, sert ve gerektiğinde şiddete başvuran
bir hükümdar olmakla beraber, dindarlığı, Allah'a ve
Resulüne bağlılığı, bu konuda iddialı olan
bir çoklarını geride bırakırdı Suriye ve Mısır'ı
fethedip Kölemenler devletini yıktıktan sonra mukaddes
emanetler ve "Müslümanların halifesi" unvanı
kendine geçmişti Artık camilerde hutbeler Yavuz Sultan Selim adına
okunuyor ve kendisinden "Hakimü'l-Harameyn" (Mekke ve
Medine'nin hakimi) diye bahsediliyordu O bu "Hâkimü'l-Harameyn"
ifadesini kutsal yerlere saygıyla bağdaşmaz bulmuş, "Hâdimu'l-Harameyn"
(Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) olarak değiştirmişti
Dince kudsiyeti olan şeylere bu kadar saygılıydı Yavuz
Sultan Selim "şir-pençe" denen ve o devirler için
öldürücü olan bir hastalığa yakalanmıştı Bu
hastalık kendisini iyice yatağa düşürdüğü bir sırada Yavuz'un sohbet dostu Hasan Can artık yapılabilecek
fazla bir şeyin kalmadığını anlatmak için, "Efendimiz
artık Allah'la beraber olmanın zamanıdır" deyince,
Koca hükümdar kendisini, "Sen bizi şimdiye kadar kiminle
sanırdın hey Hasan Can?" diye paylamıştı işte bu büyük hükümdar, iki yıl
süren, önemli savaşlara sahne olan, büyük zafer ve kazançlar
elde edilen Suriye ve Mısır seferinden dönüşte ikindi
vakti bu günkü Üsküdar'a gelmişti Bütün beylere paşalara
emir verdi ki gece oluncaya kadar Üsküdar'da kalınacak, karşıya
karanlık basınca geçilecekti Bazı yetkililer gündüzden
geçilmesini daha uygun bulduklarını, geceyi beklemenin niçin
gerekli görüldüğünü sormak cesaretinde bulundular Padişah
da açıklama büyüklüğü gösterdi: "Bütün dünyada
yankı uyandıran büyük bir zafer, şan ve şerefle dönüyoruz
Gündüzün istanbul'a geçtiğimiz takdirde halk büyük bir karşılama
yapacak tezahüratta bulunacaktır Bu da nefsime bir gurur getirebilir
Bundan Allah'a sığınırım Buna meydan vermemek için
payitahta gece geçeceğiz" Büyük Osmanlı
Hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'a "Kanunî" lakabının
hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıyla verildiği
malumdur Bu büyük hükümdarın ölümüne bağlı
olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı Bu
vasiyet, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği
25 cm2 büyüklüğünde küçük bir sandığın
ölümü halinde mezarda yanına konmasıydı Hayatı
seferlerde geçen, seferdeyken ölen Kanuni İstanbul'a getirilince derhal
defin işlemlerine başlandı ve bu vasiyet de hatırlandı
Sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu Büyük
hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz sadrazamından
şeyhülislamına bütün devletliler mevcuttu Dönemin en büyük
din bilgini ve şeyhülislamı Ebussuud Efendi'ye Kanuni'nin anıldığı
şekilde bir vasiyeti bulunduğu, fikrini almak bakımından
söylendi Ebussuud Efendi "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine
getirmeyesiz, dini mübine (İslâm'a) uymaz' dedi Ebussuud Efendi bir
şey söylüyorsa orada durmak gerekirdi Konunun en büyük
otoritesiydi Nihayet üzerinde diğer görüşler de alındıktan
sonra vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı Küçük
sandık mezara konulmadı ama içinde ne vardı, dünyanın
en büyük hükümdarının mezarına konmasını
istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı
Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı
Nitekim öyle yapıldı Kutu ehil bir el tarafından açıldı
Bir de ne görülsün, içi, Kanuni'nin yapacağı işlerin,
vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında
şeyhülislama sorduğu sorulara aldığı cevaplar
demek olan "fetva"larla dolu idi Kanuni, Allah'ın huzuruna
yüzü ak çıkmak, O'nun rızasına aykırı bir iş
yapmadığını belgelemek istiyordu Devrin en büyük
bilgini Ebussuud Efendi bu olay karşısında, "Hey
büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın,
mes'uliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından
kalkacağız bakalım?" demekten kendini alamamıştı Eserleriyle Osmanlı
Türk-İslâm tarihine damgasını vuran, Türk mimarlık
tarihinin yüzakı Mimar Sinan, en büyük ve en muhteşem
eseri Sûleymaniye camiinin inşasını tamamladıktan
sonra bazı bakımlardan bu ulu mabedi testlere tâbi tutuyordu
Bunlardan biri de cami içinde sesin dengeli bir şekilde dağılıp
dağılmadığını, mihrapta Kur'an okuyan imamın
sesinin en arkalardan ve diplerden duyulup duyulmadığının
denenmesi idi Bunun için Mimar Sinan nargile kullanıyordu Nargileyi
mihraba koyuyor, içindeki suyu fokurdatıyordu Bu fokurtu cami içinde
ahenkli bir şekilde dağılıyor mu, her yerden net
olarak duyuluyor muydu, bunu kontrol ediyordu Her devirde eksik
oImayan gammazlardan biri, Anadolu halkının evliya olarak
bildiği bu büyük insanı Kanuni'ye ispiyon etmişti: "Efendimiz,
Mimar Sinan yeni yaptığı caminin mihrabında nargile
fokurdatıyor" Kanuni hiç ihtimal vermedi Sinan'ın samimi
bir Müslüman olduğuna, böyle bir şey yapmayacağına
güveni tamdı Ama usulen de olsa olayın üzerinde
durmadığı takdirde yanlış anlamalara ve
dedikodulara meydan vermiş olabilirdi Bu sebeble bir gün aniden
camie geldi Camii gezip dolaşırken mihraptaki nargileye gözü
tesadüfen takılmış gibi yaptı Sordu: "Bu da ne
oluyor? Camide nargile kullanan mı var?" Sinan sakin, kendinden
emin cevap" verdi: "Hâşâ hünkarım, beytullahta (Allah'ın
evi) nargile içecek kadar din, iman yoksunu değiliz elhamdülillah
Burada bulundurmamızın sebebi, onu fokurdatmak suretiyle camiin
ses düzenini kontrol etmektir Dikkat buyurursanız nargilede tömbeki
(tütün) bile yoktur" Herşeyin tahmin ettiği gibi çıktığını
gören hükümdar Sinan'ın sırtını sıvazladı
ve camiden ayrıldı Türk asıllı
mutasavvıfların en büyüklerinden birinin Aziz Mahmud Hüdayi
olduğunda şüphe yoktur Bugün Üsküdar'da adıyla anılan
caminin avlusunda türbesi bulunan Aziz Mahmud Hüdayi I Sultan Ahmed'in
de mürşidi idi Hükümdardan büyük saygı görüyor, kendi de
hükümdarı seviyor ve sayıyordu Arayı pek fazla uzatmadan
birbirini ziyaret ederlerdi Biri din ve maneviyatın ulusu, diğeri
devletin ulusu bu iki insan uzun süre birbirini görmeden duramazdı
Sultan Ahmed'in en mutlu anları şeyhiyle beraber olduğu
anlardı Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ziyaretine geldiğinde
onun hizmetini bizzat kendisi yapardı Aziz Mahmud'un Topkapı
sarayında yine padişahı ziyaret ettiği bir gün namaz
vakti yaklaşmış, Aziz Mahmud Hazretleri de abdest alıp
hazırlanmak istemişti Derhal leğen ve ibrik istendi Padişah
suyu kendisi dökerek şeyhinin abdest almasına yardımcı
oldu Bu sırada valide sultan (padişahın annesi) de
kurulanması için havlu elinde bekliyordu Valide sultan bu sırada
içinden şunu geçiriyordu: "Ah şu mübarek insan bir
keramet gösterse de gözümüz açılsa ne olur?" Abdest
almayı bitirmiş, kurulanmak üzere valide sultanın elindeki
havluya uzanırken, valide sultanın içinden geçenlere vâkıf
olan Hüdayi Hazretleri, "Dünyanın en büyük devletinin hükümdarının
altın ibrikle su döktüğü, annesinin en nadide iplikten
dokunmuş havlusunu tuttuğu insan, hiçbir sıfatı bu
lunmayan, sıradan bir kul, bir abdi acizdir Bundan daha büyük
keramet ne olabilir?" KÜÇÜK
BÎR ÇAMUR DENİZİ SULANDIRMAZ Sultan Ahmed'le Aziz Mahmud Hüdayi
birbir lerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar
ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok
olay ilgili kitaplarda yer almıştır Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul
etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit
Sivasî'ye gönderdi Sivasî kabul etti Kendisine, padişahın aynı
hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'e sunduğu ama kabul etmediğide hatırlatıldı
Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum
ortaya koydu: "Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi
kabul etsin" dedi Aziz Mahmud Hüdayi'ye de "Sizin kabul etmediğiniz
hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti" dediler Onun tepkisi de şöyle
oldu: "Onun için hiç bir sakıncası yoktur Çünkü o öyle
büyük bir umman (okyanus) dur ki bir parçacık çamurun kendini
bulandırmayacağını bilir" Aziz Mahmud Hüdayi ile l Sultan
Ahmed'in dostluklarının ilginç bir başlangıcı
vardır Sultan Ahmed tahta çıktıktan bir süre sonra bir rüyasında,
Macaristan kralı ile mücadele ederken sırtüstü yere düştüğünü,
kralın da üstüne çıktığını gördü Padişahın
bu rüyasını gerek sarayda gerekse saray dışında
makul bir yoruma bağlayan çıkmadı Bunun üzerine padişaha
bu rüyasını Üsküdar'da oturan, ünü yeni yeni yayılan
Aziz Mahmud Hüdayi'ye yorumlatması teklif edildi Sultan Ahmed rüyasını
bir kağıda yazıp cevaplandırması isteğiyle
Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi Hüdayi hükümdarın adamını
dergahının kapısında karşıladı,
elindeki mektubu aldı daha okumadan "cevabı burada"
deyip kendi mektubunu verdi ve geri çevirdi Aziz Mahmud Hüdayi padişahın
rüyasını şöyle yorumlamıştı: İnsanın
rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi,
gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir Sırt insanın
en kuvvetli yeridir Toprak da en kuvvetli dayanaktır Bu ikisi birleşince
kuvvet üstüne doğar Kısaca bu rüya islam'ın kafirlere
galebe edeceğini simgeler Sultan Ahmed, bu mantıklı ve müjdeli
yorumu yapan şeyhe karşı içinden bir sevgi ve yakınlık
duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun
başlangıcı oldu Sultan III Osman'ın
(padişahlığı 1754-57 yılları arası)
sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı
ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi Bu Ali
Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve
servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti Bu sıkıntılı
durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları,
bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı
Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında
Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi
Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya
benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi Adam, "Ya
Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana
100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz"
dedi Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Sana inanması için
ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz
salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı
Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya
koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz
bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam
Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana
inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana
bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife
okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı
okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş
o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine
adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen
tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı
söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle"
diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle
alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa
"Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim
Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten
700 altını verir Bugün İstanbul'da oturup da bu
şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada
yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır Bu semt ve cami
hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır: Laleli Camiini Sultan III Mustafa (Padişahlığı
1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır
Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında
bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek
bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi
İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak
arzusu doğdu Cami inşatını denetlemeye geldiği
bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi Laleli
Baba'ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği
haberi ulaştırıldı, o da buyur etti Padişah
Laleli Baba'nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı İçinde
La leli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı Ayrılacağı
sırada bu din ulusuna bir soru sordu: - Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel
şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi: - Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten
sonra sıkıntısız biçimde def-i hacet (büyük
abdest)ini yapabilmektir Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı
Başından beri büyüleyici konuşmalarıyla herkesi
etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı
Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu Bundan sonra birşey konuşulmadı,
hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü Fakat bu ziyaretin ertesi günü
şiddetli bir kabızlığa yakalandı Bir türlü içini
boşaltamıyordu Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı
seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uyguladılar,
fayda etmedi Padişah kıvranıyordu Nihayet birinin aklına
geldi Laleli Baba'ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten
kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı
Padişaha danışıldı O da "Ne gerekiyorsa yapılsın"
dedi Hemen Laleli Baba'ya gidildi Ve saraya getirildi Hükümdar doğum
sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu Laleli Baba'ya
yalvardı: "Aman bana yardım et!" Laleli Baba, "O
kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?"
dedi "Senin bölgende yaptırdığım o camii sana
hibe edeceğim" "Yetmez" dedi Laleli Baba Sultan Mustafa daha bir çok şeyler
ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu En sounda ağzındaki
baklayı çıkardı: "Ben senin için dua ederim, Allah
dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında
saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı)
isterim" Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu "Tamam"
dedi "O da senin olsun" Laleli Baba dua etti, sırtını
sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın"
dedi ve gerçekten kurtuldu Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti
Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış
olmasının üzüntüsü gölgeliyordu Laleli Baba sultanın
haline baktı baktı da dedi ki: "Bir saltanat ki bir defi
hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil,
al yine senin olsun" Kafkas kartalı
diye anılan İmam Şamil, çarlık Rusya'sının
düzenli ordularına karşı Kafkasya'nın bağımsızlığı
için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar mücadele
vermiş bir lider ve kahramandı Çarlık Rusya'sının
her imkana sahip orduları karşısında, insan da dahil
eksilen hiç bir-şeyi yerine koyamadığı için sonunda
mağlup olmuş ve esir düşmüştü Fakat Rus çarı
onu, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından
dolayı bir esir gibi değil bir misafir gibi karşılamıştı
Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi
Yemek devam ederken, Çar kaba bir tarzda imam Şamil'in iştahlılığını
iğnelemeye kalkıştı ve "Yahu bu adam beni de
yiyecek" dedi Şeyh Şamil bu,sözün altında kalmadı
Misafirini, iğnelemekten çekinmeyen bu kaba Rus'a tereddütsüz
şu sözü söyledi: "Elhamdülillah biz Müslümanız,
domuz eti yemeyiz" Herkesin birbirini tanıdığı
küçük bir kasabada, bir ayyaş yaşıyordu Bütün gününü,
gecelerinin çoğunu kasabanın meyhanesinde geçiriyordu Evini, işini,
çoluk-çocuğunu çoktan unutmuştu Bu yüzden herkes kendisine
antipati duyuyordu Kimse kendisiyle ne doğru dürüst konuşuyor,
ne de selam alıp veriyordu Bu haldeyken günün birinde vakti saati
doldu ve öldü Kendisine yaşarken duyulan hoşnutsuzluk ölümünden
sonra bile sürdürüldü O kadar ki, namazını kılacak
kimse çıkmadı Cenazesi ortada kaldı Adamın karısı
kocasının ölüsünü bir küfeye koyup sırtına yüklendi
ve gömmesi için o çevrede yaşayan ve iyilik severliği ile tanınan
bir çobana götürdü Çoban bir çukur açıp adamı gömdü Ardından
herkes "Cehennemi boylamıştır" diye dünüşünüyordu
Aradan bir müddet geçti Beldenin ileri gelenlerin den biri rüyasında ayyaş adamı
cennette gördü "Adam canım rüyadır, rüyada herşey
görülür" diye geçiştirdi Ama her gece aynı rüya
tekrarlanıyordu Hemen imama gidip durumu açtı İmam da aynı
rüyayı epeydir kendisinin de görmekte olduğunu söyledi Bunun
üzerine akıllarına bu adamı gömen çobana gidip nasıl
gömdüğünü, arka sından ne söylediğini sormak geldi
Birlikte çobana gittiler Selam sabahtan sonra hemen konuya girdiler: - Bir süre önce defnetmen için karısı
tarafından sana bir cenaze getirildi Sen onu nasıl gömdün? Gömerken
ne dedin? - Valla merakınızı anlamıyorum
Biliyorsunuz ben cahil biriyim Bir çukur açtım, adamı koyup üstünü
kapatıverdim - Peki bu sırada hiç birşey söylemedin
mi? Bir dua falan? - Ben pek dua mua bilmem Yalnız şunu
söyledim: "Rabbim, şimdiye kadar sen bana birçok
misafir gönderdin Allah misafiriyiz diye bana gele ni senin rızan için
ağırlamaya memnun etmeye çalıştım Kırk yılda
bir, bir misafir de ben sana gönderiyorum Sen de onu şanına
uygun bir şekilde ağırla" Aralarında Allah yolunda ilerlemeye
karar veren iki kardeşten biri, bu amacına ancak kırlık
bir yerde, bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü
ve bunun için bir dağ başına çekilip çobanlık
yapmaya başladı Diğeri zorluklarına rağmen
insanların kalabalık olarak yaşadığı bir
yerde bu niyetini gerçekleştirmenin daha doğru ve sevaplı
olacağını düşündü ve
şehre yerleşip ayakkabı tamircisi oldu Sonra aradan yıllar
geçti İki kardeş de sözlerini tuttular İşlerinde dürüstlükten
ibadetlerinde ihlastan (samimiyetten) ayrılmayarak, haramlardan
dikkatle kaçınarak Allah yolunda küçümsenmeyecek mesafe aldılar
Artık herkes biliyor ve inanıyordu ki bu iki kardeş Allah'ın
veli kulları arasındadır Durum bu aşamada iken birgün
çoban olan kardeş şehirdekini ziyaret etmek istedi Bez bir
torbaya birkaç litre süt koyup şehrin yolunu tuttu Kardeşinin
dükkanını bulup içeri girdi ve selam verdikten sonra elindeki
içi süt dolu torbayı bir çengele astı İki kardeş
hasretle kucaklaştıktan sonra derinden derine sohbete daldılar
Bu sırada dükkana bir kadın geldi Ayakkabısının
sallanan topuğuna çivi çaktırmak istiyordu Kadın ayakkabısını
çıkartırken, giyerken ona bakmakta olan çoban kardeşin
kalbi bozuldu O âna kadar bir keramet işareti olarak torbada duran süt
şıp şıp diye akmaya başladı Kadın işi
bitip ayrıldıktan sonra ayakkabıcı olan tam fırsattır
diye çoban olana önemli bir gerçeği açıkladı: - Ey kardeşim, gerek din, gerek dünya bakımından
insanlardan uzak yaşamak kolaydır Böyle, insanlardan soyutlanmış
bir yaşayışta günaha girme tehlikesi yoktur Allah yolunda
daha rahat ilerlenir Fakat önemli olan insanlarla sıkı ilişkiler
sürdürürken dürüst kalabilmek, ortamın elverişli olmasına
rağmen günaha düşmemektir Allah katında dürüstlüğün
makbul olanı budur Vaktiyle
zeki, çalışkan bir medrese (üniversite) talebesi, rüyasında
çok sevdiği, feyz aldığı, bağlandığı hocasının
cehennemlik olduğunu gördü Rüyayı ilk gördüğünde sıradan
bir rüya diye aldırmadı Ama aynı rüyayı birkaç defa
üst üste görünce gerçekçi bir rüya olarak yorumladı ve bundan
dolayı üzüntüye kapıldı Üzüntüsü dışardan
da farkedilecek haldeydi Herkes gibi hocası da bunu gördü ve sordu: - Oğlum senin neyin var, son günlerde yüzün
hiç gülmüyor? Delikanlı başlangıçta söylemek
istemeyip geçiştirmeye çalıştıysa da ısrar karşısında
açıklamak zorunda kaldı: - Hocam, ben kaç defadır rüyamda sizin
cehennemlik olduğunuzu görüyorum ve buna çok üzülüyorum Hoca öğrencisine ve onun şahsında
herkese ibret olacak şu açıklamada bulundu: - Oğlum, ben senin gördüğün rüyayı
(kendimin cehennemlik olduğunu) kırk yıldır görüyorum
Ama yine de ümitsiz ve isyankâr değilim Doğru bildiğim
yolda yürüyor, Allah'a kulluğumu eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum
Bana düşen de budur Gerisi Allah'ın bileceği iştir Eski
zamanda bir hoca, talebelerinden birini, çalışkanlığından,
zeka ve anlayışından dolayı diğerlerinden daha çok
seviyor ve takdir ediyordu Hocanın bu sevgi ve takdiri diğer öğrenciler
tarafından biliniyor ve için için kıskanılıyordu
"Hoca neden yalnız bu arkadaşa ilgi ve yakınlık gösteriyor,
aramızdaki tek zeki ve çalışkan o mu?" şeklinde
laflar ediyorlardı Hoca da onların bu tür düşüncelerinin
farkındaydı Hoca efendi bir gün derse gelirken yanında öğrencilerinin
sayısınca kuş getirdi Her öğrenciye bunlardan bir
tane vererek, "Haydi yavrularım, bu kuşları hiç
kimsenin görmediği bir yerde kesin getirin, ama dikkat edin hiç
kimse görmesin haa!" dedi Bunun üzerine talebeler sağa sola dağıldılar
Bir müddet sonra da kuşları kesip kanlarını akıta
akıta dönmeye başladılar Kimileri övünüyordu: "Ben
falan yerde kestim, hiç kimse görmedi" gibi Hoca da böyle övünenlere
bir "aferin" çekiyordu Biraz sonra bütün öğrenciler kuşları
kesmiş olarak döndüler En sonra Hocanın sevdiği öğrenci
geldi, üstelik kuşu da kesmemişti Hoca sordu: - Oğlum, kuşu niçin kesmedin, bak
arkadaşlarının hepsi kestiler, yoksa kimsenin göremeyeceği
biryer bulamadın mı? - Evet hocam, insanların göremeyeceği
yer ben de bulabilirdim, ama Allah'ın görmeyeceği yer bulamadım
O nedenle kuşu kesmeden döndüm Bu cevap diğer öğrencilerin akıllarını
başlarına getirdi Yaptıkları dikkatsizliği anladılar
Hepsi biliyordu Allah'ın göremeyeceği yer olmadığını,
ama önemli olan onu düşünebilmekti Bundan sonra arkadaşlarının
farkını anlayıp hocalarının ona ilgisine hak
verdiler İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç
para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?"
diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz"
diye cevap veriyordu Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha,
"Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç
para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor
Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce
de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı Bu
gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi
bozuldu Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk
derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu Vezir sıradan
bir vezir değildi Görevinin dışındaki bir takım
incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu Padişahı
yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada
bulundu: "Padişahım, söylenen doğrudur Ben
hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze
bağlıyorum Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok
yaşamanızı istediğim için yapıyorum Bilirsiniz
ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye
bakar, bunun için dua eder Bu demektir ki borçlarınısiz ölünce
verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz
için dua edeceklerdir Allahı katında en makbul dualardan biri
de borç altındaki kullarının duasıdır Benim de
maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve
afiyetinizdir" Geçmişin
büyük bilginlerinden biri, yorgun bitkin bir halde uzun bir yolculuktan
dönmüş, ter ve kir ağırlığı da buna
eklenmişti Yurduna yuvasına kavuşan bilginin ilk işi
hamama gidip kendisine en fazla rahatsızlık vermiş olan kir
ve terden kurtulmak oldu Hamamda kendisini yıkayan tellak görgüsü
kıt biriydi Yıkanma kesesine dolan avuç avuç kirleri suya
tutacağına "Ne kadar kirlisin" der gibi bilgin zatın
önüne yığıyordu Keseleme işi devam ederken, tellak
keselediği şahsın ilim sahibi biri olduğunu öğrenince,
"Efendim madem siz derin bir bilginsiniz 'mertlik nedir?' bana açık
seçik anlatır mısınız?" dedi Yıkanmakta
olan büyük bilgin tellaka bir incelik dersi vermenin fırsatını
yakalamıştı Şöyle dedi: "Mertlik, kimesinin ayıp ve kusurlarını
yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir" Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer
erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente)
yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı
Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra
yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında
dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını
bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu
Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir
adamı yanına çağırdı sordu: - Bu güzel nar bahçesi kimin? - Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan
miras kaldı - Oğlun, uşağın var mı? - Allah bize oğul uşak vermedi
efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz - Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım,
şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek İhtiyar
"başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden
kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki
nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası
doldurdu Padişah içti ve çok
beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı
İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla
nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin
kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda
edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını
karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları
çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları
yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında
bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye
düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri
dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah
ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar
sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp
sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek
beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu: - Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti
sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş
değil - Aynı nardan evlat, aslında tadında
da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin
kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de
narların tadı değişti.
|