İYİLİĞİ
DÜŞÜNMEK YAPMAK GİBİ SEVABTIR Geçmiş peygamberlerden biri zamanında
ortaya çıkan şiddetli bir kıtlık, insanları kasıp
kavuruyordu O kadar ki, bir lokma ekmek,bulmak, bir kese altın
bulmaktan daha sevindirici oluyordu İnsanların
çektiği açlık merhamet sahibi kimselerin yüreklerini paralıyordu
Böyle bir ortamda yoksul bir derviş, çölde yaptığı
bir yolculuk sırasında dağ gibi bir kum yığınına
rastladı Kum yığınının ilk Müslüman Türk Devletlerinden biri
olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından
biri olan ve tarihte ilk defa "sultan" adını alan
Sultan Mahmud, İslamı yaymak için Hindistan'a on sekiz sefer düzenlemişti
İşte bu seferlerden birinde çok şiddetli bir direnme ile
karşılaşmış, zafer kazanacağından
şüpheye düşmüştü Tam bu zor durumda iken Allah'a şöyle
yalvardı: "Ey Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam,
aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım
" Neticede Sultan Mahmud galip geldi ve çok kıymetli
ganimetlere sahip oldu Gazne'ye döndüklerinde elde ettikleri bütün
ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı
Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım
ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar,
inciler fakir fukaraya dağıtılır mı? Hem onlar
bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin hazinesinin
bunlara ihtiyacı var" diyorlardı Sultan Mahmut bunu Allah'a
verdiği sözün gereği olarak yaptığını,
kendisi için bir adak olduğunu söyledi Adamları yine itiraz
ettiler: "Efendimiz önemsiz olanları dağıtın, değerli
olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara
ihtiyacı var" dediler Sultan Mahmut'un kafasını karıştırdılar
O zamanda Gazne'de yaşayan, doğruyu ve hakki kellesi pahasına
söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl büyük bir zat vardı
Sultan Mahmud onu ça ğırtıp durumu anlattı ve fikrini
sordu O büyük zat şöyle dedi: "Sultanım bunda kararsızlığa
düşecek bir taraf yok Çok basit bir tercih karşısındasınız
Eğer Allah'a bir daha işiniz düşmeyecekse hemen adamlarınızın
dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun Ama Allah'a tekrar işiniz
düşecekse verdiğiniz sözü tutun, adağınızı
yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın" Eski Ramazanlardan birinde iki molla âdet
olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı
yapmaya çıktılar Rahat birer köy bulmak için yollarına
devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde
misafir oldular Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi
Mollalar akşam namazı yaklaştığı için hazırlanmak
istediler Biri abdest almak için dışarı çıktı
Ev sahibi köylü içerde kalana sordu: - Arkadaşının tahsili,
terbiyesi yeterli midir, Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş
midir? Odada kalan cevap
verdi: - Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi? Eşeğin biridir, bir şeyden
anlamaz Biraz şarlatandır, ona güveniyor Bu arada dışarı çıkan içeri
girdi ve içerdeki dışarı çıktı Köylü içeri
girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı
için şöyle dedi: - Sığırın biridir İlim
ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna
kaldırım çiğnemiştir Mollaların hazırlanması bitince
birlikte akşam namazı kıldılar Namazdan sonra ev
sahibi akşam yemeği getirdi ve mollaları sofraya buyur etti
Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı Ev sahibi
bunlardan ikisini birer tane mollaların önüne, diğerini de
kendi önüne koydu ve "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki
tabağı açtı Mollalardan birinin tabağında arpa
diğerinin tabağında saman vardı Ev sahibi köylünün
tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu Mollalar
şaşırdılar, kızarıp bozardılar Ev
sahibi onların bir-şey söylemesine fırsat bırakmadan
durumu aydınlatmaya başladı Önce önünde arpa olana dönüp
şöyle dedi: - Arkadaşın senin için eşeğin
biridir dedi Bunun için sana arpa koydurdum Çünkü bir kimseyi en iyi
arkadaşı tanır Kişiyi arkadaşından sorarlar Sonra önünde saman olana döndü ve, - Senin için de arkadaşın "sığırdır"
dedi En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için
senin tabağına da saman koydurdum Buyurun, afiyet olsun, dedi Geçmişin herkesin saygısını
kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği
bir öğrencesini birgün karşısına aldı ve şöyle
dedi: -
Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli bir düzeye
geldin Gerekli bilgileri nazari olarak kavradın Ama bu öğrendiklerinden
sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan
yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru
soracağım Doğru cevap verdiğin takdirde sana icazet (diploma)
vereceğim Öğrenci: - Peki hocam, sorunuzu sorun, bilirsem beni
serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi Hoca sorusunu şöyle yöneltti: - Diyelim ben seni serbest bıraktım,
ilk önce bir sıla-i rahim (yakın akraba ziyareti) yaparsın
Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin Yolun üstünde
davar sürülerine, çoban köpeklerine rastlayacaksın Varsayalım
ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı
Nasıl kurtulursun? Öğrenci
cevap verdi: - Elimdeki sopa ile karşı koyarım - Sopa ile beş altı köpekle baş
edemezsin - Köpekleri taşa tutarım - Yine kurtulamazsın - Silahımı çeker öldürürüm - O zaman köpek sahipleri seni oradan sağ
salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler, pestilini çıkarırlar
ve köpeklerin parasını da tazmin ettirirler Öğrenci
pes etti: - Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor
ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl
kurtulabileceğimi siz söyler misiniz? Hoca açıkladı: - Dağda, bayırda, yaylada nerede
olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına
uğrayınca ilk yapılacak şey köpeklerin sahiplerine
veya köpekler kimin denetiminde ise ona haber vermektir Çünkü köpekler
daima sahiplerine yakın yerlerde bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle,
bir ıslığıyla saldırıdan vazgeçerler Vakti
zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst,
dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın
bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık
izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla
yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a
ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar
verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün
baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere
yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü,
insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?"
diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi
Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran
sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı
Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı
"Demek ki insanları kandırıp o ağacı
kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan,
"Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü
Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için
bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride
bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu
"Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye
çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu: - Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen
sana her sabah bir altın getirir yastığının altına
koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan
kurtulmuş olursun Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu: - Peki vadettiğin bir altını
getirmezsen ne olacak? - O zaman bana dilediğini yap Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı
kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının
altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok
memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının
altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur
diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna
çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını
alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı
yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı
görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine
şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı,
şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi
Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi: - Boşuna uğraşma arkadaş,
sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası
için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın
kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin,
aksine sen mağlup olursun Garibanın
biri, çevresinde cimriliği, eli sıkılığı
ile tanınan birinden kalabalık bir yerde bir kase yoğurt
parası istedi "Çok canım istiyor" dedi Bu garibana
yarı ermiş biri diye bakılıyordu Cimri adam garibanı
tersledi Yine istedi Cimri yine yanından uzaklaştırdı
Orada bulunanlardan birkaç kişi bu yoksula para vermeye, yardım
etmeye kalkıştı Hiç birinden kabul etmedi Eli sıkı
adama gidip bir defa daha sırnaştı Adam da "Al şunu
da defol!" der gibi, önüne birkaç lira atıverdi Bu olaydan kısa bir zaman sonra cimri
adam, bir gece rüyasında kendisini cennette gördü Her yanda, dünyada
görmediği güzelliklerden oluşan bir manzara gözlerini kamaştırıyordu
Bu arada acıktığını hissetti Kendisine hemen bir
tabak yoğurt ikram edildi Adam bir tabak yoğurtla doymadı
"Burada yoğurttan başka birşey yok mu, bari bir-iki
dilim de ekmek verseydiniz" dedi Kendisi ne şöyle söylendi:
"Sen birkaç gün önce buraya yalnızca yoğurt göndermiştin
O önüne çıktı Eğer başka şeyler de gönderseydin
onlar da seni karşılar, sana ikram edilirdi" Bu rüyadan sonra adam cimrilikten,
pintilikten tümüyle sıyrıldı Eli açık, yediren, içiren,
gerektiği zaman kesenin ağızını kolayca açan
biri oldu Halinden yoksul olduğu anlaşılan
bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu Tesadüfen
oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, "Oltana
ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca
altın vereceğim" dedi Biraz sonra oltaya takıla takıla
ortası delik bir kemik takıldı Hükümdar balıkçıya,
"Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır
bir şey takılmadı" diyerek alıp sarayına götürdü
Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin
ağırlığınca altın vermelerini emretti Kemiği
terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın
koymaya başladılar Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları
koydular ama kemik yerinden oynamıyordu Görünüşte dört beş
altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli
üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi Altını
doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik
tarafı yerinden kımıldamıyordu Bunda bir sır olduğunu
anladılar Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne
olduğunu sordular Bilge kemiği eline alıp şöyle bir
baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:"Bu kemik açgözlü
bir insanın göz çukurudur Siz bunu tartmak için bütün hazineyi
koysanız yine yerinden oynamaz Çünkü doymaz Ama bir avuç toprak
bunu doyurur" Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin
kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi Süleymaniye Camiinin inşası
tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti
O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin
açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına
akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini
seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, "Aaa
şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu
Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun
minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı
Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum
hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte
şu" diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını
topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı
"Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı
Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum,
sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş
gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu"
diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp
halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan
Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını
kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: - Ulu mimarbaşımız, sen
herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin
düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin,
anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: - Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı Aylaklıktan, başıboşluktan
usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp
doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına
çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak
için kendisine bir yol göstermesini istedi Kral adama ağzına
kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi Bunu tek bir
damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini,
bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını
söyledi Yanına da kontrol için yalın kılıç - Şehirde ne gördün, neye şahit
oldun? O gün şehirde pazar kurulduğu, her
yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık
olduğu bir gündü Buna rağmen adam şu cevabı verdi - Efendimiz, ucunda can kaygısı da
bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine
bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp
çevreye bakamadım Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya
şahit oldum Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı
ile tavsiyesini yaptı: - işte, yaptığın her işte,
sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine
verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından
çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım Kırk günün sonunda Hızır'ı
bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi
"Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt
kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten"
dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır'ı
bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi
Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk
gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından
tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı Bunları evine
teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün
bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi
itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım
yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı
bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi
Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın
cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin
mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını
söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş
alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu: - Padişahı kandıran bu adama ne
ceza verelim? - Efendimiz, bu adamın boğazını
keselim, etini parçalayıp çengellere asalım Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı
bir ihtiyar I vezirin sözleri üzerine söyle
dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu: - Bu adama ne ceza verelim? - Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp
içine saman dolduralım Biraz önce ansızın ortaya çıkan
ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını"
dedi Padişah üçüncü vezire sordu: - Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran
bu adama ne ceza verelim? - Padişahım bana göre, bu adamı
affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir
suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil
Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek
kadar da iyi yürekli Nurani ihtiyar yine söze karıştı:
"Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi: - Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın
o laf ne demektir? ihtiyar cevap verdi: - Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti Üçüncü
vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü
gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker"
demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte
vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır,
bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu Eski iran hükümdarlarından biri
vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu: - Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin,
benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle,
sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor Vezir aynı görüşte değildi: - Hükümdarım hocanın elinde mucize
yok Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine,
olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı
değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir Hükümdar aksi görüşteydi Terbiye ile
yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu Bunu kanıtlamak
için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi Bu eğlence
sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer
aldı Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan
mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı Hükümdar vezire
bu kedileri göstererek: - Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü
yetiyor, dedi Vezir karşılık vermedi Olumlu,
olumsuz bir şey söylemedi Yeni bir eğlence gecesini bekledi Bir
başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice
bir kaç tane fare getirdi Kediler gösteriye başladığı
zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi
Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu
unutup farelerin peşine takıldılar Mumlar, tabaklar hepsi
bir yana yuvarlandı Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu
Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü Tam bu esnada vezir padişaha
yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla
şöyle dedi: - Gördünüz mü padişahım terbiye
yaratılışa tabidir Vaktiyle
her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen can sıkıntısından,
hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakman bir prens
vardı Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken
o odasına kapanır, sürekli düşünürdü Oğlunun bu
haline hükümdar babası çok üzülüyordu Birgün hükümdar, ülkesinin
en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun
durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi
Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verdi Bir hafta içinde bir formül
bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp
taşındı; aklına hiç bir çözüm gelmedi Bu nedenle
canını olsun kurtarmak için ülkeyi terketmeye karar verdi Üzgün,
dalgın bir şekilde ülkeyi terkederken, bir köyün yakınında
koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla
bir süre ahbaplık etti Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı
dostuna "Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de,
ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık
almayı unutmuşum" dedi Bilge de zevkle kabul etti Bilge,
kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul
bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında
oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi
Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması
da mümkün değildi Bilge küçük çobana verdiği sözü doğru
dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi Bu amaçla
uçurumun dibine indi Önce kuzuyu sırtına bağladı,
sonra tırmanmaya başladı Birkaç tırmanma başarısızlıkla
sonuçlandı Ama bilge yılmadı Uğraştı,
didindi, zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı
başardı Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için
de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul
etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki başından geçmekte olan
olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terketmekte oluşunu
unuttu Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına
sebep oldu Şöyle düşündü: "Bir kimse ciddi olarak bir işle
meşgul olur, bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak
arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı,
eften püften olayları kafasına takmak diye birşey söz
konusu olamaz" Bu gerçek herkes, dolayısıyla hükümdarın
oğlu için de geçerlidir Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip
hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu
çözümü sundu: "Hükümdarım, eğer oğlunuzun
can sıkıntısıdan kurtulmasını, hayata bağlanmasını
istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı
bir meşguliyet verin Can sıkıntısının, yaşamaktan
şikayet etmenin ana sebebi başıboşluktur Oğlunuza
yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır
olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından
kurtaracak, yaşama mücadele ve azmi o derece artacaktır" Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü İhtiyara uzaktan seslendi: - Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun?
Maşallah yaşını yaşamışsın, bu
diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin İhtiyar
cevap verdi: - Bu diktiğim fidanların meyvesini
bizim yememiz şart değil evlat Biz nasıl bizden öncekilerin
diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz
fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti
ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti İhtiyar
bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: - Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz
fidanlar şimdiden meyve verdi Bu cevap da hükümdarın hoşuna
gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti Yaşlı köylü sıradan biri değildi
Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden
biriydi: - Evlat herkesin diktiği fidan yılda
bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa
meyva verdi Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna
gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa vezir
araya girdi ve hükümdarı uyardı: - Aman sultanım bir an önce buradan
uzaklaşalım
Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin
hazinesine darı ekecek Vaktiyle bir vezir, padişah katında
hatırının kırılmayacağına inanarak
kendisinden şöyle bir ricada bulundu: - Sultanım benim iki tane karım, her
birinden de üçer çocuğum var Karılarımın hangisinin
analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak
ediyorum Malımı da buna göre vasiyet edeceğim Şunları
bu konuda bir sınamanız mümkün mü? Padişah, veziri sevdiği için gönlünü
yapmak istedi Hanımlarından birini çağırttı ve
dedi ki: - Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden
birini baştan çıkarmış Bunun cezası aslında
ölümdür Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu
sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim Kadının gözlerinde intikam alevi
parladı: - istemem, bana yar olmayan başkasına
da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin! Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttı Ona da aynı şeyi söyledi Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takındı: - Aman sultanım, ben kocasız kalmaya
razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam
edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün
kavuşma ümidini kaybetmesinler, Gazneli Sultan Mahmud, bir av
merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile
tanışmıştı Ayas'ın söz ve davranışlarındaki
farklılık, bunlardan yansıyan zeka parıltıları
karşısında Sultan Mahmud, bu delikanlıda bir cevher
olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının
izniyle Gazne'deki sarayına götürmüştü Ayas, sarayda sultanın emriyle yoğun
bir eğitim ve öğretime tabi tutuldu Tahminlerin ötesinde zeki
ve başarılı bir genç olduğu görüldü Her öğretileni
hemen belliyor, köyden gelmişliğini hissettirmemek için bir
yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat gösteriyordu Sonuçta Ayas, Sultan Mahmud'un istediği
nitelikte bir elaman olarak yetişti ve sultanın emrine girdi
Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan
tam not alıyordu Sultan Mahmud Ayas'ı keşfettiğine içten
içe memnun oluyordu Ayas, sarayda liyakat ve yetenek isteyen görevler
için adı akla ilk gelen kimse olmuştu Sultanın bir paye
verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi
Ayas'tı Bunun için Sultan'ın maddi ve manevi iltifatlarına
mazhar oluyordu Bu durum Ayas'la aynı rütbedeki vezirler ve diğer
yüksek dereceli memurların kıskançlığına, Ayas
hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu Ama Sultan
Mahmud herşeyden haberdardı Bir gün vezirlerinin kumandanlarının
katıldığı bir gezi düzenledi Bu gezi sırasında
yakınlarından geçmekte olan bir kervan Sultan Mahmud'a, Ayas'ın
değerini kanıtlamak için aradığı fırsatı
verdi Sultan Mahmud, vezirlerinden birini çağırdı ve ona, - Git, şu kervan nereden geliyormuş
sor, dedi Vezir gitti sordu ve döndü: - Sultanım, bu kervan Çin'den geliyormuş - Peki nereye gidiyormuş? - Onu sormadım efendim Sultan Mahmud bunun için bir başka vezir
çağırdı ve ona, - Git şu kervan nereye gidiyormuş öğren
dedi Vezir öğrenip geldi: - Sultanım Mısır'a gidiyormuş - Anlaşıldı, yükü neymiş? - Onu öğrenmedim efendim Böyle kaç tane vezir denedi, kervan hakkında
tatminkâr bilgi edinemedi Bunun üzerine mevcut vezir ve diğer
yetkililere şöyle dedi: - Ayas'ı çekemediğinizi, hakkında
ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı
biliyorum Benim Ayas'a değer verişim sahip olduğu engin
kabiliyetlerden, verilen her görevde gösterdiği ustalık ve
beceriklilikten dolayıdır Beşinizin, onunuzun birlikte üstesinden
gelemediği bir işi tek başına hak edebilmesi
sebebiyledir En basiti şu kervan hakkında hanginizi görderdimse
yeterli bilgileri edinemediniz Halbuki daha önce böyle bir konuda Ayas'ı
denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm soruların
cevabını öğrenip beni aydınlatmıştı
İşte benim Ayas'ı tutmamın, ona farklı muamele
yapmamın sebebi budur Halife Harun Reşid döneminin ermişlerinden
Behlül Dana bir gün düzgünce kesilmiş tahta parçalarından
eve benzer birşey yapıyordu Bunu Harun Reşidin hanımı
Zübeyde görüp ne yaptığını sordu Behlül: - Cennet köşkü yapıyorum efendim,
diye cevap verdi Dindar bir kadın olan Zübeyde köşke
müşteri çıktı: - Bu köşkü bana satar mısın? - İsterseniz satarım - Kaç paraya satarsın? - Sana bir akçeye veririm Halifenin hanımı hemen bir akçeyi
verip köşkü satın aldı Harun Reşid ve hanımı o gece rüyalarında
kendilerini cennette gördüler Zübeyde lüks bir köşkte oturuyordu
Harun Reşid sordu: - Hanım, sen bu köşke ne zaman
sahip oldun? - Dün bir akçeye Behlül'den satın almıştım Sabah oldu, hükümdar hemen Behlül'ü çağırttı - Dün hanıma sattığın köşkten
bir tane de bana yapsana, dedi - Olur, yaparım, dedi Behlül - Kaça yapacaksın? - Bin akçeye yaparım - Ama hanıma bir akçeye vermişsin - Evet bir akçeye verdim Ama o köşkün değerini bilmeden aldı Sen ise dün gece onun nasıl görkemli bir köşk olduğunu gördün Ben buna göre fiat istiyorum
Vaktiyle bir padişah, ellerindeki
esirlerden birini, diğer esirleri kıştırtıyor,
isyana teşvik ediyor, diye cezalandırmak istedi Bu tür suçların
cezası da idamdı Esir bunu bildiği için, "Ölümden
öte yol yoktur" felsefesiyle, kendi dilinde padişaha sövüp
saydı, iyice içini döktü Padişah esirin dilinden anlayan bir
vezire, "Neler söylüyor bu adam?" diye sordu Vezir, temiz
yaratılışlı, iyilik yanlısı biriydi Esirin küfürler
savurduğunu değil de "Ben bir hata ettim bir padişah
olarak sana yakışan ise affetmektir Allah da bağışlamayı
ve bağışlayanları sever, diyor" dedi Vezirin bu sözleri
üzerine padişah merhamete geldi ve esiri affetti Fakat esirin
dilinden anlayan kötü yürekli bir başka vezir müdahale etti: - Padişahım, bu esir söylenenlerin
tam tersine size en ağır küfürleri savurdu, ağzına
geleni söyledi dedi Padişah yerinde bir soyluluk gösterisinde
bulundu Kötü yürekli vezire hitap ederek, "Önceki vezirimin söylediği
yalan, senin söylediğin doğrudan daha çok hoşuma gitti
Senin gammazlığına itibar etmiyorum" dedi ve af kararını
geri almadı YAPILAN İYİLİK
KONUŞULMAMALIDIR Vaktiyle bulunduğu küçük yerde
geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı
genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir şehir
merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir
hayat düzeni kurmaya karar verdi Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanıp
yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması
kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştı Bunlardan biri şuydu: Bazı kimseler
bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip
olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar,
sonra bunları ateşe verip yakıyorlardı İkinci
olarak şuna şahit olmuştu: Bir adam büyük bir taşı
kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu
taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü
ekleyince daha da rahat kaldırabiliyordu Şahit
olduğu bir başka olay da şu idi: Bir adam bir koyuna binmiş,
onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlar,
arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor
ama yetişemiyorlardı Adam
bunlarla kafası Karışmış birhalde uzun yolculuğun
nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına geldi
Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin
geldiğini yolculuğun nasıl geçtiğini sordu Adam herşeyi
anlattı ve yolda karşılaştığı alışılmamış
hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadı Bunun üzerine ihtiyar bu
genç adama rastladığı olayları bir bir açıkladı: "Senin yolda ilk rastladığın buğday
ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik
edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra
indiren insanları simgeler Taş kaldırmaya çalışan kimse de
şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır
gelir, onun altında ezilir Ama ona tevbe etmeden başka günahlar
işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen alimlerdir Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır
|