TARİKATLA İLGİLİ MESELELER

   - Tarikat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?
    - Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikadî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridanın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî'nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşad usullerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttar.
   Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk'a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır. Ebrar tariki: Riyazat ve mücahede yoludur. Bu yola nefsanî tarik da denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaafa uğratıp onun rûha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi esas alırlar. Şüttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülûk edemez. Bu yolun yolcuları Bayezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlana gibi aşık insanlardır.
    - Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?
    - Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.
    - Zahirî ilim erbabının illa tarikata girmesi gerekir mi?
    - Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve batın konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride "Tasavvufî Bilgi Meseleleri" bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemali tamamlamak üzere ahlakî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itminan için yeterli değildir . Ayrıca bir mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur'an ve diğer kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyacı olur.
    Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamını illa girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.
    - Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufu girmesi caiz, midir?
    - Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyaç hisseden kişi önce ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir. Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hatta eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığına göre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana zarürat-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.
    - Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?
    - Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Mesela Halvetiyye tarîkatı eğitim sisteminde kırk günlük "halvet" konusuna, Celvetiyye tarîkatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen "celvet" konusuna önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarîkat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melamiyye ise "melamet'i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melamet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir. İnsanın övülecek ve takdire layık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.
    Tasavvufta "Allah'a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hatta "tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır." denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah'a yaklaşabilir.
    Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin batıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam yoldur: "İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayışını benimseyen, ibadet ve muamelatta İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır." Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifaîyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desükıyye, Bayramiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifaiyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desükıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşîlik Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye'de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Ülkemizdeki Bektaşîlik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak yaşamaktadır. Tarîkatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin basında Mısır gelir.
    - Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata girmesine nasıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?
    - "Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi" tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslam'ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarîkata girebilir.
    - Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?
    - Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Halk arasında bir söz var: "Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir." Tarikatların devlet eliyle kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu fıtrî meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın sîlsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci kısmındaki "şu anki tarikat mensuplarının kendi tarikatlarının özlerini yeterince anlayıp anlamamaları" meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler de az değil.
    - Gerçekten ehl-i tasavvuf olan müminle, tasavvufla hiç alakası olmayan bir müminin arasında manevi derece bakımından fark nedir?
   
- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç alakası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslam'ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah'a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkarı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dini ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izale etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.
    - Bedîuzzaman Risaleler'inde tasavvufa bir meyva; tasavvuf ehli ise Ankara'dan İstanbul'u gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğini savunuyor. Ne dersiniz?
   
- Bedîuzzaman'ın tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma'rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi insanı gerçeğe erdirmek ve marifet meyvasına ulaştırmaktır.
    - Bir cemaat: "Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır." diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?
    - Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adeta öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah'ın evinden kaçmıştır.
    Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgarların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men'edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dava, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan ,sufî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalaleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.
    Tasavvuf, İslamî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslam'a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancındaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.
   - "Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır" sözünün tefsiri nedir?
    - Bu söz, Nakşbendiyye'nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ının muhtelif yerlerinde değişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarîkat gayretiyle diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir.
(bk. Mektubat, c. I. 66. Mektup; c. II. 23. Mektup) Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların aşağı yukarı tamamı nefsanî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin başında nefsanî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı vermektedir. Nefsanî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme ve içmedeki tahdid kalkar. Nakşbendilikte ise nefsanî tarikatlar ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin basından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve mücahededen sonra gerçekleşen sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşilikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binaenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek gerekir.
    - Nakşbendiyye'de Allah'a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?
    - Nakşbendiyye tarikatında Allah'a vasıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûli sohbetidir. Bu sebeple Şah-ı Nakşbend hazretleri: "Tarîk-ı ma der sohbet est" Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise Allah'ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibadetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için salikin letaifini zakir hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur'an'da anlatılan biçimde Allah Teala'yı murakabe ve kendisininin Hakk'ın murakabesi altında olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şah-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü nakledilir: "Bize göre namaz ve oruç Allah'a götüren yol olmakla birlikte en kısa ve en kestirme yol "nefy-i vücûd"dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşeri ihtiyaçların Allah'ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez."
(bk. Fetava-yı Ömeriyyee Tercemesi, s.15)
    - Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tespit etmenin en kestirme yolu nedir?
    - Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Mesela cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehri zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural vaz'etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.
    - Müteşerri bir tarikata girip: "Feyz atamadım?" diye başka tarîkata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alakalı?
    - Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayrangönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan "feyz alamadım, istifade edemedim" demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.

Tasavvufla İlgili Sorular ve Cevaplar Ana Sayfasına Dönmek İçin Tıklayınız!