Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

İslam Düşüncesinde Yenilenme İradesi

“Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıl yaşayanı bile vardır. Ancak kartal bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40’a dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslemesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz hale gelir. Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır, sıçraması zorlaşır. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir. Bu yeniden doğuş süreci ise 150 gün kadar sürer. Peki nasıl gerçekleşir? Yeniden doğuş için kartal bir dağın tepesine uçar ve oradaki bir kayalıkta, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda gaga düşer. Kartal bir süre gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra, bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu sefer de eski tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal kendisine 20 ve daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.”

Var olmak değişmek, değiştirmek ve dönüştürmektir. İnsan dünyada var olalı sürekli kurduğu düzenleri, dinleri, ideolojileri korumak ve geliştirmek istemiştir. Kurmuş olduğu medeniyet anlayışlarından bazıları ortadan kalkmış olsa da bazıları yenilenerek ve farklı şekillerde ortaya çıkarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Her düzen kurulduktan sonra kendini en mükemmel ve yıkılmaz düzen olarak algılayıp değişimin önünü kapatıyor. Değişim sürecinden geri kalan veya uyum gösteremeyen kişi ve kurumlar yıkılmaya mahkûmdur. Bu yapılar durağanlaşıyor, sıradanlaşıyor, taklitçiliğe kayıyor. Koruma güdüsü ile değişim taleplerine sürekli sert tepkiler konuluyor. Yenilenme iradesi kayboluyor, var olanı muhafaza çabası ön plana geliyor. Geliştirmek isteyenler “iç düşman, yerli işbirlikçi” denilerek bozgunculukla, bölücülükle, suçlanıyor. İbn Haldun’un belirttiği gibi devletlerin ömrü insan ömrü gibi oluyor. [1] Çocukluk döneminde hazırlanırken, gençlikte yüksek sesle taleplerini dillendirip, orta yaşta bunları pratize eder. Orta yaştan sonra gençlikte düşündüklerinin en ideal olduğu düşüncesiyle bunları sürekli korumayı ve muhafaza etmeyi düzenin temel amacı haline getirir. Bu direniş fayda vermez ve yaşlılık ile ölüm zaruri olur. Devletler takipçisi oldukları medeniyet birikimine sahip çıkarak kendilerini geliştirirler. İç ve dış hâkimiyet sahalarında üstünlüğünü kabul ettirdikten sonra “devrim kendi çocuklarını yemeye, kendini inkâra, zaferin getirdiği sarhoşluğu yaşamaya” başlar. Kendisinden üstün bir güç onun bıraktığı boşluğu doldurmaya başlayınca bocalamaya, tereddütler içinde, korku refleksleri ile kendi kendini tüketmeye başlar. Kaçınılmaz son gelmiştir.

Medeniyetler bazı yönlerden devletler ile benzeşirlerse de farklılıkları vardır. Medeniyetlerin taşıdığı bir düşünce çizgisi vardır. Bu düşüncenin oluşturduğu sosyal, siyasal pratik kendisinden sonraki dönemleri de kapsar. Etkilemeye devam eder. Devletlerin kuran milletler, coğrafyalar değişse de medeniyet çizgisini farklı zamanlarda taşıyan devletler ortaya çıkmışlardır. Batı medeniyeti Yunanlılar tarafından kurulmuş, ardından Romalılar tarafından geliştirilmiş, şimdi ise Almanya, İtalya, Fransa ve ABD tarafından sürdürülmektedir. İslam medeniyeti tevhid esaslı olan yapısıyla Hz. Muhammed’den önce farklı devletler- kişiler tarafından temsil edilen çizgisi; Medine İslam Devleti, Emevi, Abbasi, Fatımi, Selçuklu, Osmanlı devletleri tarafından devam ettirildi. Bu medeniyet çizgisi her devlet eliyle geliştirilerek devam ettirilmiştir. Devletler İbn Haldun’un belirttiği “asabiyet”lere dayandığı için bu süreç kısa bir döneme dayanırken, medeniyet çizgisi insanlığın ortak mirası olarak akıl ve vicdanda yankısını bulduğu için her daim yenilenerek var olma iradesini göstermiştir.

Günümüzde İslam dininin şekillendirdiği medeniyet çizgisi hâkim pozisyonda bulunmamaktadır. Batı medeniyetinin yükseldiği, galip geldiği ve hâkim olduğunu görmekteyiz. İslam dünyası olarak tanımlanan coğrafyalarda düşünsel, sosyal, ekonomik, siyasal bir toplumsal- kurumsal örneklikten uzak hem devlet hem de medeniyet çizgisi olduğunu gözlemlemekteyiz. Batı tarafından işgal edilen topraklar, her gün yenileri eklenen katliamlar, adaletsizlikler, felsefeden yoksun biçare bir hal üzere bulunmaktadır. Düşünceye takılan bukağılar, yanlış yol ve yöntemler nedeniyle gerek kendi düşünsel çizgisini geliştirememekte, hem de batı düşüncesini aşacak bir anlayışa evrilememektedir. Kendi düşünsel ve kültürel dinamiklerinden uzaklaşan, bunlardan ümidini kesen bir ruha bürünmüştür. Halklar dindaşı yöneticiler tarafından şeriat adına haksızlıklara, zulümlere mahkûm hale getirilmişlerdir. Geçmişin görkemli dünyasında gezinmekte, bugün ve yarına dair düşüncelerini oluşturamamaktadırlar. Kazanılmış zaferler içinde kendini kaybederken, yeni zaferler düşleyememektedir. Kazanabileceğine inancını da yitirmektedir. Bir daha öyle bir dünya kuracağına dair ümidi belirmemektedir. “Öyle ideolojiler vardır ki müstakbelini (=rüyasını) hep mazide yaşar. Öyle ideolojiler vardır ki müstakbelini hep gelecekte yaşar. İşte sadece bu ikinci tür ideolojiler ikinci bir hayat yaşayabilirler. Çünkü böyle bir ideoloji, zaten yaşamaya doğru yönelen güçlü bir arzudur, hayat yönüne atılmış bir adımdır. Müstakbelini geçmişte arayan ve yaşayan ideoloji, mensup olduğu düşünceye ait oluşum sürecinin geçersiz kaldığı dönemlerden birini yaşamak isteyen ideolojidir. Oysa müstakbelini ilerde, gelecekte arayan ideoloji ise, oluşum sürecinin henüz geçersiz kalmadığı anı yada anları yaşayan, yaşamaya devam eden ideolojidir.[2] Bu fikrin müntesipleri sahip oldukları düşünce mirasının bugüne ve yarına cevabı aranmadığı müddetçe derin bir aldanmışlık ve aldatılmışlık girdabında yaşamaya devam edecektir. An’ı kavrayamayan ve hükmedemeyen bir fikrin gerçekliği ve sahiciliği sorgulanır.

Biz, bir mesajı yenilemek ister veya yürürlükten kaldırırsak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.[3] Bu ayeti okuyan Müslümanlar bununla kastedilen şeyin Hz. Muhammed’in elçiliğiyle gönderilen İslam dininin kendinden önceki din ve inanışları bazılarını “yenilemek” bazılarını da yürürlükten kaldırmak için gönderildiğini düşünmektedirler. Hz. Muhammed’ten önce birçok peygamber gönderilmiş ve her birinin gönderildiği topluma bir yol- nizam teklifi olmuştur. Bu tekliflerin özü olan tevhid-adalet ve özgürlük her daim mesajın temelini oluştururken toplumların ve zamanların durumuna göre belirlenen birbirinden farklı teklifler de olmuştur. Ancak bunların artık yeni toplumsal ve siyasal dokulara uyumu ve cevabı olmayacağından yeni tekliflerle gelinmiştir. Bu noktadan hareketle bu ayeti bugün için şöyle okuyabiliriz: İslam dünyasının kültür ve medeniyet mirasını besleyen geçmiş devletlerin ve toplumların bütün birikimlerini alma çabasına girmemeliyiz. Peygamberden bugüne yaşanan tecrübelerin tümünün bu çağ için ifadesi veya karşılığı yoktur. Peygamber dönemi için geçmiş cahiliye dönemi iken, biz 21. yüzyılda yaşayan insanlar için geçmiş bu tarihsel birikimin kendisidir. Müslümanlar tarafından yapılan her şeyin bu çağ ve zaman için geçerliliği olacağını düşünmek yersizdir. Değişmezlerini devam ettirmeli, bunlardan bazılarını yenilemeli bazılarını da yürürlükten kaldırmalıyız. “Bizim kastettiğimiz ve bugünün insanları olarak ilişki kurabileceğimiz kültür mirası, atalarımızın yaşadığı ve kitapların muhafaza ettiği kültür mirası değil, bil akis bundan süzülüp hal-i hazırdaki uğraşılarımıza uygun, bizimle yaşamaya müsait, gelecekte de bizle olabilmesi için gerekli gelişim ve yeterlilik sıfatlarına sahip olan kısımdır. Biz kültür mirasından bahsederken işte bu kısmı kastediyoruz. Asaletin(=orjinalite) anlamı da bu olsa gerektir.[4] Oysa ki Müslümanların fıkıh, düşünce, felsefe, sosyal ve siyasal tahayyüllerine baktığımızda bazıları geçmişte kurulan devletlerin benzerini kurmak istemekte, bazıları aynı fıkhı bakış açısını yüzyıllar sonrasına aynı şekilde uygulamak istemektedir. Siyasal anlayışlar saltanatçı, tek tipçi, baskıcı bir anlayış pratiğini ifade etmektedir. Din anlayışı özgürlük, adalet ve tevhitten yoksun tasavvurlar ile doludur. Bu dünyalı değil ahiret, yeryüzü değil gökyüzü merkezli anlayış ile kendi varlığına yabancılaşmaktadırlar. Oysa ayet sürekli yenilenen zaman ve hareketlilik karşısında bizlerden yenilenme iradesini göstermemizi istemektedir. Terk etmemiz gereken İslam öncesi dinler değil yüzyıllar içerisinde dinselleştirdiğimiz adına İslam dediğimiz alışkanlıklarımızı, kültürümüzü, asabiyetlerimizdir. Bu mesajın günümüzde ayette belirtilen minvalde yenilenme iradesini inşa etmeliyiz.

Düşünsel devrimi gerektiren bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Düşünce diye tutunduğumuz anlayışların varlığımıza bir anlam katmaktan uzak olduğunu anlamak vakti gelmiştir. “Yunan uygarlığı bir takım sosyal, ekonomik, siyasi, fikri zincirleme gelişmeler içinde Mitos’tan Logos’a, efsane ve hurafeye dayalı folklorik dinden akıl dinine geçmişti. İslam Arap uygarlığı da Mitos’tan Logos’a, Cahiliye dönemindeki putçu inançlardan İslam’ın gelişiyle tevhid ve fıtrat dinine dönmüş, Mutezile ile beraber akıl dinine intikal etmişti.[5]

Günümüzde İslam düşüncesi ve tahayyülü efsane ve hurafeye dayalı durumdadır. Ki bu gerçek düşünceyi öylesine örtmektedir ki bu külün altındaki ışığı, ateşi kapatmaktadır. Bu külü üfürecek, uçuracak, tesirini ortadan kaldıracak bir güçlü nefese ihtiyaç vardır. Değişik kişi ve kurumlar tarafından öğretilen ve üstelik korunmaya çalışılan halkın din anlayışı sahte, dayanaksız, temelsiz düşüncelerle bezenmiş durumdadır. Düşüncelerimize yerleşmiş olan putlardan arınmalıyız. Aklın, özgürlüğün, adaletin temellendirdiği bir anlayışın bina edilmesine çalışılmalıdır.

Devlet denildiğinde Osmanlı saltanatı, ekonomi denildiğinde eski çarşı Pazar alışverişi gelen, alim denildiğinde cübbeli, sınıfsal bir kesimi tahayyül eden anlayış ile İslam düşüncesinin medeniyet sahnesindeki yerini alması mümkün değildir. Kendi içinden çıkan İslam düşüncesinin yenilenme iradesini ifade eden anlayışlardan ziyade kıssa edebiyatından öteye geçmeyen anlayışın bugüne ve yarına nasıl bir cevabı olabilir. Peygamberimizin yetiştirdiği kuşaklar gibi bugün de aynı temelde yeni kuşaklar çıkmak zorundadır. bu kuşakların çıkma imkanı vardır. Yeter ki buna inancımız olsun. Ancak bugün birçok Müslüman insan için örnek bir Müslüman neslin Asr-ı Saadetten sonra ortaya çıkması mümkün değildir. “Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup doğrudan işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.[6] Müslümanlar öncelikle peygamberimizin belirttiği bu özgüvene sahip değildir. Günümüzü anlamak, yorumlamak, şekillendirmek için kendinde hiçbir irade bulamayan bir kişi varlık sahnesindeki yenilgisine nasıl son verebilir. “Doğrusu bu vasiyet, şu an “orada olmayanlar” durumunda olan bizler için heyecan verici bir vasiyettir. Demek ki “sahabe, sonra tabiin, sonra tebe-i tabiin” aslında her daim “yaşayan kuşaklar” olmaktadır. Demek ki “Orada olmayanlar” da sahabe olabilir. Demek ki sadece Demek ki sadece “orada olan” değil, orada olmadığı halde “daha iyi anlayan, kavrayan, yaşayan”da sahabedir.”

Bir kartalın gösterdiği yenilenme iradesini göstermeyen insan- devlet- medeniyetlerin ortadan kalkacağından şüphe yoktur. Kuruluşun, ilerlemenin iradesine sahip olmaktan başka çaremiz kalmamıştır. Geçmişten birikmiş artık hiçbir faydası ve bizim irademize katkısı olmayan fazlalıklarımızı atmalıyız. Yolculuk uzun ve bize yolculukta lazım olan azık yerine gereksiz yere yükümüzü çoğaltarak kendimizi mahkûmiyete, durağanlığa mahkum ediyoruz. Yenilgi psikolojisini yenip kendi “son kalan kaleleri” koruma refleksi yerine bir dünya inşa etme iradesini göstermek zorundadır.


Kaynaklar:

[1] Mukaddime- İbn Haldun
[2] Felsefemiz- Muhammed el-Cabiri
[3] Kur’an- ı Kerim- Bakara Suresi / 106
[4] Felsefemiz- Muhammed el-Cabiri
[5] A.g.e
[6] Veda Hutbesi- Hz. Muhammed

Exit mobile version