Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

Kâbe’nin Müzeleşmesi Üzerine

Müze, modern zamanların tarih algısının eseri. Geçmişe ait her türlü izlerin korunduğu, tasnif edildiği ve sergileme imkânı bulunduğu yer. Tarihin dondurulduğu mekânlar. Müze, sözlük anlamı olarak; Eski ve tarihi eserler, kıymetli eşya ve sanat eserlerinin muhafaza ve teşhir edildiği yer, anlamına geliyor. Geçmişin korunması ve tanınması, nesiller üzerinde tarih şuurunun oluşması için doğal veya oluşturulan suni ortamlarla görülmesi ve incelenme imkânı sağlanıyor. Avrupa’da ilk olarak İngiltere’de başlayan Müze geleneği, daha sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Türkiye’de 1850’de açılan ilk müze bu gelenek sürdürülmüştür. Müze’de görevliler ve güvenlik sistemi ile yüksek korunma ortamı oluşturulur. Mekânın sahipleri bunu kendi hâkimiyet alanını güçlendirmek ve sürdürmek için araçsallaştırmaktadır. Müzecilikte tarihi anlamadan çok tarihi pazarlamak önceliklidir.

Tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik bir olgu olarak Kâbe, modern zamanlarda müze olgusuna dönüşecek süreçleri yaşamaktadır. Kâbe; tarihsel bir olgu kadar insanlığın yürüyüşüne eşlik eden hareketli ve canlı yapıdadır. Bugün Kâbe ve hac süreci bir zaman aralığına sığdırılan olaylar silsilesi içinde değerlendirilerek anlam döngüsü olarak bir müze gibi sabitlenmektedir.

Kabe; tarihsel süreklilik içinde günümüze kadar muhafaza edilebilen eserlerden biridir. İslam’dan önce de kutsal sayılan ve Hz. İbrahim’in şahsında oluşan kıssa ile anlam ve hikayesi oluşan Allah’ın evi. İnsanın yaşamsal sürecinde yaşadığı mücadeleyi özetleyen ve bu yolda örneklik ve ruh aşılayan ev. Zamanın eskitemediği, her geçen gün insanlığın bulunmak için büyük arzu ve istek beslediği, ruh dönüşümünün yaşandığı zaman ve mekân.

Kabe; Müslümanların buluştuğu mekan olmaktan çok mikro ve makro milliyetçiliklerin böldüğü bir ayrılık ortamına dönüşmektedir. Hac için Müslümanların büyük kongresi anlamını taşıyacak bir pratik oluşamamaktadır. Ulusal kimliklerle bulunan Müslümanlar, bulundukları ortam ve zamanda ortak bir ruh ve sorunlara çözüm olacak yolların bulunması için bir irade beyan edememektedir. Aksine bulundukları ülkelerde birbirinin kanına, canına ve malına kast eden Müslümanlar, silahlarını hac yolculuğu başlamadan önce duvara asmakta, dönüşte ayrılıkçı, fitneci olarak nitelendirdiği diğer ehl- i kıble kardeşini boğazlamaya girişmektedir. İslam ülkesi sıfatı taşıyan ülke ve toplumların çoğunluğu – Türkiye dâhil- kardeş katlinin derin matemini değil, her katliamda zafer şarkıları söyleyen bir şuur üzerinden toplumsal ortam inşa edilmektedir. Gerek devlet gerekse halk düzeyinde sürdürülen bu ayrılıkları büyük hac buluşmasındaki tüm farklılıkları ortadan kaldıran örneklik yeterli olamamaktadır. Kardeşliğin tazelenmesi ve bu ruhun yeniden “ümmet” merkezli tanımlamayla yeniden dirilmesi gerekirken Müslümanlar o mekândan döndüklerinde diğer Müslüman kardeşini halen zihnindeki mezhep, ırk ve tarihsel hesaplaşmalar üzerinden konumlandırmaktadır. Eğer bu mekân Müslümanların içinde bulundukları acı ve ıstırapları dindirecek bir adıma vesile olmuyorsa, burada edilen duaların ve yakarışların nasıl bir değeri ve etkisi olabilir. Hep kendini düşünen bencilliği aşamadan kardeşlik ikliminde ruhların birleşmediği bir hac nasıl böyle bir amacı gerçekleştirmeye matuf olabilir?

Hac vesilesiyle her türlü sınıfsal zeminden yoksun bir buluşmaya Kâbe gölgesinde şahitlik eden Müslümanlar mali sınıf ve gösterişlerini bu ortama da taşımaktadır. Başta bu bölgenin denetimini elinde tutan yönetim eliyle mütevaziliğin, sadeliğin, birliğin sembolü olan mekanın yanı başında içlerindeki marazi hastalığı deşifre edecek sınıfsal hac imkanlarını oluşturmaya gayret etmektedirler. Kâbe’den dışarı adımını atar- atmaz sınıfsal konforun her türlü imkân ve lezzetlerini yaşamaya girişen Müslümanlar, Kâbe’nin gölgesinde gördükleri manzarayı dışarıda unutmaktadırlar. Zenginleşen ve karlarına kat kat karlar ekleyen Müslümanlar, sınıfsal konumlarını Allah’ın evinin tüm sadelik ve bunun ortaya koyduğu büyük ihtişama rağmen riyakârlık ve büyüklenmelerini gösterme mücadelesini sürdürmektedir. Artık diyanet Müslümanları bulundukları maddi imkân merkezli tasnife uygun turlar düzenliyor. O zenginlerin Hacc’daki hizmetleri diğerlerine göre fark atacaktır. Hocalar özel bir ihtimam ile seçilir.

Kabe’nin müzeleşmesinin yönlerinden biri de gezi- Hacc rehberliğidir. Diyanet’in seçtiği ehliyetli- ehliyetsiz rehberler ile birlikte özel turların görevlendirdiği özel rehberler müzeleşme yolunda katkı sağlamaktadırlar. Müslüman’ın rabbiyle her türlü bağlantıdan sıyrılarak buluşmak için geldiği ortamda rehberlerin bazı yönlendirmeleri bu büyük buluşmayı gölgelemektedir. Bazı cemaat ve tarikatlar, bulundukları ülkelerde insanların hayatlarına koydukları ipotek yetmiyormuş gibi bu defa Kabe’nin gölgesinde kişiyi rabbiyle buluşturacak bağlantıyı kurmakla ve bunun için organizasyon yapmakla meşgullerdir. Her türlü sınıf ve bağdan kopması gereken Müslümanları şeyhine biat ve kurdukları rabıtayı kaybetmemeleri için organize etmektedirler. Hac ve Umre dönemlerinde hac rehberlerinin hangi hoca ve üstad olduğu tarifelere ne derece yansımaktadır bilmiyoruz. Rehberlerin çoğunluğu bulunulan mekân ve ortamlara nasıl bir anlam verilmesi noktasında zihinleri belli noktalara angaje etmekte, kişinin özgür bir şekilde bulunuş ve anlam arayışını engellemektedir. Birer motivasyoncu gibi hacıları tarihsel olay örgüsü temelinde bir anlayış ile duygusal temelli bir algıyı vermektedirler.

Mekke ve Medine tüm Müslümanların ortak mekânıdır ve evidir. Ancak bu bölgenin hamiliği iddiasında bulunan yönetim buraya yönelik algısı modern inanç turizmi algısından çok ötede değildir. Bu bölgede elde edilen gelir bu bölgeye yönelik kullanılarak Müslümanların ibadetlerini anlam ve amacına uygun kullanması gerekirken, bu bölgeden elde ettiği rantın keyfini sürdürmektedir. Burası bir kabilenin, devletin ve yönetimin malı değildir. Müslümanların ortak yönetimine devredilmelidir. İKÖ gibi kurumlar öncülüğünde oluşturulacak bir kadro bu bölgeyi yönetmelidir. Bölgedeki yapılaşma, ulaşım ve diğer hizmetler zamanın gerisinde kalmıştır. Bir devlet başkanı Müslümanların ortak mekânı hakkında istediği tasarrufta bulunamaz. Yaptığı icraatlarla Müslümanlar arası kardeşliği kuvvetlendiren değil sürekli zedeleyen ve bozan bir çizgi takip etmektedirler.

Hacc yolculuğu, niceliği açısından çok büyük yekûn tutmaktadır. Yapılan hizmetler ve yaşanan süreç böylesi bir maliyeti mümkün kılmazken, hem Diyanet hem de bölgedeki ekonomik rantı elinde bulunduran sermayedarlar bu ibadetin rantını devşirmeye devam etmektedirler. Gidişinden gelişine kadar sürekli artan sayısına rağmen ekonomik rantın işlevli parçasına dönüştürülmüştür. Buna ne Türkiye’deki yetkililerin ne de bölgedeki yönetimin hakkı bulunmaktadır. Son dönemin moda isimlendirmelerinden olan İnanç turizmi kapsamında bu olay ve olgular alet edilmektedir.

Müslümanlar tarihsel süreci olan Mekke- Kâbe, Medine- Mescid-i Nebevi ziyaretlerinde geçmişe tutunan, ancak bugün ve yarın için nasıl bir anlam ifade ettiği noktasında bir perspektif geliştirilememektedir. Şimdi ve gelecek üzerine Allah’ın bu ev üzerinden verdiği ruh- düşünce- felsefe algılanamamaktadır. Gezilen- görülen- hayretler içinde kalınan tarihsel müze olmanın ötesine taşınamamaktadır. Hakikatle yüzleşen- ulaştıran değil, halüsinasyon ve illüzyon içinde bir algı ile zihinsel- kalbi süreç oluşmaktadır.

İslam dünyasından her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği bu mekân Müslümanların şuurlarında derin bir etki ve kalıcı iz olarak çok az insanda beklenen anlam ve pratiği yansıtmaktadır. Kâbe ortamında hal ve şuur yaşamın içerisine nüfuz edecek şekilde derinleştirilememektedir. Hacc’a giden çok, ama hacı olan ise azdır. Hacc’a gitmek ile hacı olmak arasındaki farkı görmek gerekiyor. Hacc; Müslümanların nasıl bir savruluş, bölünme, boşluk ve arayışlar içinde olduğunu gösteren eşsiz bir ortamdır. Müzeci bir bakış açısıyla yaklaşılan ibadet formu Müslümanların zihinlerinde derin bir dönüşüm oluşturamamaktadır.

Exit mobile version