Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuhu.
İnsanların çoğu; anlamadan, dinlemeden eleştirmeyi ve yargılamayı sever. Hatta bazıları bu abes, iğneleyici ve nahoş bakış açılarından haz duyar. Dahası, başkalarının acıları, imtihanları ve kayıpları üzerinden beslenirler. Bu ise kalbi karartan, merhameti boğan ve insanı insanlıktan uzaklaştıran en karanlık ahlâkî düşüşlerden biridir.
Oysa insanın gerçekten insan olabilmesinin şartlarından biri, içindeki ahlâk duygusunu dışarıya saygı olarak yansıtabilmesidir.
Ne acıdır ki günümüzde birçok insan, anlaşılmadığını düşündüğü ve sürekli kendini ifade etmek zorunda hissettiği için içten içe acı çekmekte, kalbi hüzün kıyılarında dolaşmaktadır. Peki, bu hüznün esbabı nelerdir?
İzan ve Empati Sahibi İnsanlar
İlim sahibi ve sahip olduğu ilmi amele döken izan ehli insanlar vardır; onlar hem merhametli hem de empati sahibi kimselerdir. Bilmedikleri ve kendilerini ilgilendirmeyen meseleleri kurcalamaz; insanların özel hâllerine, hayat şartlarına ve verdikleri mücadelelere saygı duyarlar. Zira bilirler ki her hayat, dışarıdan göründüğü kadar basit ve kolay değildir. Bazen saygı duymak ve anlayışlı olmak gerekiyor…
Kur’an-ı Kerim bu hususta bizi açıkça uyarır:
“Bilmediğin şeyin ardına düşme.” (İsrâ, 17/36)
Bu kimseler, Allah’ın Kur’an’da övdüğü kullardandır. Kırmak ve incitmek yerine mutlu etmenin yollarını arar; insanların hayat şartlarına, yaşadıkları imtihanlara saygı duyacak kadar ahlâk sahibidirler. Kur’an’a baktığımızda Rabbimizin bize saygıyı, merhameti ve güzel ahlâkı emrettiğini; bu erdemleri kişiliğinde taşıyanları ise cennetle müjdelediğini görürüz.
Saygı, Ahlâk ve Merhamet: Vazgeçilmez Üçlü
Kur’an-ı Kerim, insanın hem diliyle hem de hükmüyle imtihan edildiğini hatırlatır. Bilgiye dayanmadan konuşmak, bilmediği alanda söz söylemek ve başkalarının hâli hakkında aceleyle kanaat üretmek; saygıyı zedeleyen, ahlâkı aşındıran ve merhameti körelten bir tutumdur.
Kur’an bu ölçüsüzlüğü açık bir ilkeyle sınırlar: “Bilmediğin şeyin ardına düşme” (İsrâ suresi 36. ayet). Bu uyarı, öncelikle dinî meselelerde ilme dayanmadan konuşmayı yasaklar; ardından insanların geçmişleri, yaşadıkları imtihanlar ve hayat şartları hakkında bilmeden hüküm verme gibi konuları da kapsar. Zira ne din zanla anlaşılır ne de insan dışarıdan görünen hâliyle tanınır.
Bu ölçünün en güzel örneği ise Resûlullah’ın (s.a.v.) şahsında tecessüm eder: “Şüphesiz sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem suresi 4. ayet). Onun ahlâkı; bilmediği yerde susmayı, bildiğinde ise hikmetle konuşmayı esas alan bir ahlâktır. İnsanları anlayan, onaran ve kırık kalpleri terapi eden bir ahlâk…
Ahlâkı olmayan bir insanın imanı da zedelenmiştir; hatta bununla ilgili birkaç hadiste yazmak isterim. Bu sayede ahlâkın İslam’daki ve hayattaki yerini de tekrar hatırlamış oluruz:
Abdullah İbn Mugaffel’den (rivayet edildiğine göre): Rasûlullah (s.a.v.) (şöyle) buyurmuştur: “Muhakkak ki Allah (kullarına karşı son derece) yumuşak muamele eder ve yumuşaklığı sever; şiddet karşılığında vermediğini yumuşaklık karşılığında verir.”
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 8)
“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır.” (Tirmizî, Îmân 6)
“Kıyamet günü müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur.” (Tirmizî, Birr 62)
Kur’an, bu ahlâkın toplumsal yansımasını da imanla birlikte zikreder: “Sonra iman eden, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak…” (Beled suresi 17. ayet). Zira merhamet, başkasının bilmediğimiz yönlerini hesaba katmayı; sabır ise hüküm vermeden önce durabilmeyi öğretir. Bu ikisi olmadan ne saygı ayakta kalır ne de ahlâk…
Sınanmadığın Bir Şeyden Dolayı İnsanları Kınama!
Bu sözün manası derindir. Büyüklerimizden öğrendiğimiz bu söz çokça anlam içeriyor. Evet, kişi sınanmadığı günahın masumu değildir. Başkasının kaybettiği bir imtihana sen henüz girmemiş olabilirsin. Belki sen o sınava tabi tutulmuş olsaydın, daha ağır bir yenilgi yaşayacaktın. O hâlde kibirlenme! Sana düşen, insanları anlamaya çalışmak ve kendini onların yerine koyabilmektir. Bu, değerli bir insan vasfıdır; aksi ise cehaletin tezahürüdür. Güzel üslup, insana her zaman elzemdir.
“İnsanlara karşı yanağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenmiş, kibirlenen kimseleri sevmez.” (Lokman suresi 18. ayet)
“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (Bakara suresi 83. ayet)
İyi Bir Dinleyici Olmak
Öğüt vermek Allah’ın bir emridir. İnsan unutkandır; öğüt, hatırlatır ve sırât-ı müstakime yöneltir. Sırât-ı müstakim dosdoğru yol demektir; tevhid ve İslam’a bağlı olmak olduğu gibi vasat olmak anlamına da gelir. Allah, bizden sadece nasihat etmeyi değil, iyi bir dinleyici olmayı da ister. Evet, ayetleri ve sünneti hatırlatacağız; fakat aynı zamanda karşımızdakini dinlemeyi de bileceğiz. Çoğu zaman insanın öğütten çok; anlaşılmaya, dinlenilmeye ve yanında bir kalbin durmasına ihtiyacı vardır. Bunu ise ancak kıldığı namazı, tuttuğu orucu ve okuduğu ayetleri şahsiyetine yansıtabilen kimseler başarabilir. Ne mutlu o insanlara ki hem Allah’ın ayetlerini hatırlatırlar hem de insanları sabırla dinleyip empati kurarlar.
Yargılama Değil, Anlama Ahlâkı
Sevgili okurlarım, şu hakikati kalplerimize nakşedelim:
Allah bize insanları yargılamayı, sertliği ve kırıcı bir üslubu emretmez. Topluma karşı gerektiğinde uyarı sert olabilir; fakat karşımızda bir birey varsa, Allah ona karşı yumuşak bir dil kullanmamızı ister. Hatta Firavun gibi bir zalime bile tatlı sözle hitap edilmesini emreder:
“Ona yumuşak bir söz söyleyin; umulur ki öğüt alır yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44)
Bunu emreden Allah’tır. Öyleyse düşünelim: İnsanların kalbini hoyratça kıranlara ne denir?
Vehim ve Zan: İnsanı Kör Eden Hâller
Rabbimiz buyurur:
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının… Birbirinizin gizlisini araştırmayın, gıybet etmeyin.” (Hucurât, 49/12)
Acı bir gerçektir ki insanlar çoğu zaman zanla, vehimle hükmeder. Günah işleyen, bir hastalığa yakalanan ya da bir imtihanı kaybeden kimseleri hor görmek; onları anlamaya çalışmadan yargılamak büyük bir vicdansızlıktır. Oysa biz de aynı hastalığa adayız, aynı imtihanla sınanabiliriz. Henüz girmediğimiz bir sınavdan başkasını yargılamak ne kadar ağır bir iddiadır! Maddî imtihanlar olduğu gibi manevî imtihanlar da vardır: günahlarla mücadele, ibadete sabır, hastalık, bela ve musibetler… Biz bu sınavlara tabi olanları ne kadar anladık? Yeniden hayata ve İslam’a tutunmaları için ne kadar çabaladık? Yoksa zan, vehim ve hoyrat eleştirilerle mi yetindik?
Şimdi Basit Örneklerle Meramımı Sizlere İzah Etmek İstiyorum:
Münazara yapan iki kişiyi kafamızda canlandıralım. Biri 6 rakamını 6 olarak görürken, diğeri karşıdan baktığı için aynı rakamı 9 olarak algılar. İlk kişi “Evet, sen de haklısın.” derken, diğeri “Hayır, sen haklı olamazsın.” der. Peki, burada hangisi haklıdır? Aslında haklılık, bakış açısına ve duruşa bağlıdır. İslam’ın emrettiği tartışma, münazara; yani sakin, hikmetle, Allah’ın rızasını gözeterek yapılan konuşmadır. Ancak cedel; bağırıp kavga çıkararak, sert üslupla karşısındakini ezmeye çalışma yoludur ve bu haramdır. Burada, karşı tarafın bakış açısını anlayan ve kendini onun yerine koyan kişi, yüksek bir empati ve iz’an örneği sergilemiştir. Diğeri ise kendi sınırlarını ve kalbini açamayarak basit bir direnç göstermiştir ve bu şekilde empatik bir insan olmadığını da ilan etmiştir.
İnsanı anlamak, tıpkı denize dokunmak gibidir. Uzaktan bakınca deniz mavidir; sakin, alabildiğine huzurlu ve tekdüze görünür. Ama içine elinizi daldırdığınızda ya da dalgaların kıyıya vurduğu anı gözlemlediğinizde farklı renkler, derinlikler ve karmaşık güzellikler ortaya çıkar. İnsan da böyledir; dışarıdan görünen hâliyle değerlendirmek, sadece yüzeyi görmek demektir. Kalbine dokunmadıkça, onu dinlemedikçe, yaşadıklarını anlamaya çalışmadıkça gerçek renklerini ve derinliklerini fark edemeyiz. Ters çevrilmiş bir tabloyu doğru görmek için farklı bir açıdan bakmamız gerektiği gibi, insanı da anlamak için sabır ve basiret gerekir.
Ne mutlu onlara ki iz’an ve basiret sahibidirler; başkalarının hâllerine saygı gösterir, sabır ve merhametle yaklaşır, kalplerine dokunurlar. Onlar, Allah’ın Kur’an’da övdüğü kullardandır; kırmak yerine onarmayı, yargılamak yerine anlamayı seçerler. Eğer bizler de hassas ruhlu insanlarsak, Allah’ın şu ve benzeri ayetlerine kulak verelim:
“مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلٰىۜ”
(Duhâ, 93/3)
“Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.”
“وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولَىٰ”
(Duhâ, 93/4)
“Kuşkusuz senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.”
“وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَىٰ”
(Duhâ, 93/5)
“Elbette Rabbin sana öyle şeyler verecek ki onlardan razı olacaksın.”
“فَاصْبِرْ لِرَبِّكَ”
(Müddessir, 74/7)
“Rabbin için sabret.”
“إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ”
(Nisa, 4/58)
“Şüphesiz Allah, her şeyi işiten ve görendir.”
“وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ”
(Bakara, 2/216)
“Hoşlanmadığınız hâlde hoşunuza gitmeyenler sizin için hayır, hoşunuza gidenlerse sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
