Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

Yangın İçimizde

Çakalların bağırışları kulaklarından gitmiyordu. Ormanlarımız yanıyordu. Birçok canlı ya telef oldu ya da yuvasız kalıp meçhul akıbete duçar. Art arda şehitlerin haberleri ise yürekleri büryan eyledi. Bölgeden gelecek “yangınlar söndürüldü” haberini umutla beklerken maalesef birçok yerde daha başladığının haberini alıyorduk.

İlkokul yıllarımda dergimiz ya da Türkçe kitabımızda yer alan, gözlerimin önünde hâlâ duran, resimli bir okuma parçası çocuk kalbimi çok etkilemişti. Yaşlı bir amca bir kış boyu yemiş olduğu elmaların çekirdekli kısımlarını atmayıp biriktirmiş; sonra onları sağlı sollu, belirli aralıklarla kazdığı çukurlara gömüp her gün sulamış. Zaman geçtikçe filizlenip önce fidan, sonra ağaç olmuşlar. Yıllar sonra amca vefat etmiş; ismi bu yola verilmiş. Hangi ilçemizdeydi hatırlayamıyorum ama bu cadde onun adı ile anılırmış.

Bugün izlediğimiz; kapkara olmuş, kupkuru, yapraksız, yanık dallı (tabii o da kaldıysa) ağaçlarda yıllar önce hayata böyle tutunmuştu. Bir tohum ya da çekirdek toprakla buluşup filiz vermiş; sonra fidan olmuştu. Rüzgara, yağmura, kara dayanmış, ağaç olmuştu. Atmosferdeki havayı kirleten gazları emip kabuk ve yapraklarıyla havadaki partikülleri filtrelemişti. Sayısız canlıya yuva, güneşe gölge olmuştu. Ama şimdi…

Artık biliyorduk ki bütün bitkiler canlıydı. Bilim adamları değişik metotlarla bunları ispat ettiler. Hissediyorlar; hem kendi aralarında hem etrafındakilerle iletişim kurabiliyorlardı. Sakinleştirici, canlandırıcı ağaç türleri de vardı. Stres üzerinde etkili oluyor; kortizol seviyelerini ve kalp atış hızını azaltıyorlardı.

İşte tam da bu noktada isyan ve küfür kokan sözde modern yaklaşımlara konu oldular. Budistlerden de esinlenerek Japonya’da başlayan, Fransa ve Amerika’da yaygın şekilde “ağaçların terapisi” başlatılmış oldu. Maalesef bu akım benzer şekilde ülkemizde de yerini aldı. Terapiler, seanslar vs… derken yakın bir tarihte bir şahıs ormanda donarak vefat etti. Cennete meyal ruhumuzu hak bilgi ve özle doyurmayınca bir sürü bilgi yığını çöplüğünde aç ve cahil kaldık. Kendi özümüze, dinimize, kültürümüze bakmayınca sunulanı hemen kabul ettik. Dahası sadece bu konuda değil… Bu bilgiler o taraftan gelince gözlerimize çok kıymetli ve anlamlı göründü.

Bu ve benzeri akımları yaralarımıza merhem zannedip tedavi etmeyen ağrı kesicileri almış gibi bir müddet uyuşup iyi olur gibi olduk. Bu geçici iyilik bitince bir başka geçici iyilik peşinde ömür sermayemizi tükettik. Fıkıhta bir kural vardır: “Bir kimse namazdayken bir özür bulunmaksızın göğsünü kıbleden çevirirse namazı ittifakla bozulur. Sadece yüzünü çevirse hemen kıbleye dönmesi gerekir; bu hareket namazı bozmaz fakat mekruhtur.”

Aslında her Müslüman dünyada namazda gibidir. Dilerim kıbleden göğsümüzü değil sadece yüzümüzü çevirmiş olalım. Çünkü insanoğlunun yapısında meşgul olduğu işe kalben yönelme fıtratı vardır. Sonuçta, yazının başındaki amca gibi orman mı yapacağız, orman mı yakacağız?

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) güzide sahabeleri bir ağaç altında ona bağlılıklarını bildirip biat etmişlerdi.

Enes İbn Malik’den (r.a.) rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bir ağaç gövdesine yaslanarak hutbe irad ederdi. Minbere çıktığında minbere gider; gövdeden hüzünlü bir ses duyulur. Bunun üzerine yanına gidip onu kucaklar ve ağaç sakinleşir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: “Eğer onu kucaklamasaydım kıyamete kadar hüzünlenmeye devam edecekti.” (Sünen-i İbn Mace)

Abdullah İbn Abbas (r.a.) da şöyle rivayet etmiştir: Bir bedevî Resulullah’a (s.a.v.) gelerek “Senin peygamber olduğunu nasıl bileceğim?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.): “Şu hurma ağacından şu hurma salkımını çağırsam, benim Allah’ın Resûlü olduğuma şehadet eder misin?” diye sordu. Bunun üzerine Resulullah’a (s.a.v.) onu çağırdı ve ağaçtan düşmeye başladılar; sonunda Resulullah’a (s.a.v.) doğru düştüler. Sonra Resulullah (s.a.v.): “Geri dön!” dedi ve ağaç geri gitti. Bunun üzerine bedevî Müslüman oldu. (Tirmizi)

Bunlar Peygamberimizin (s.a.v.) mucizeleri olmasına rağmen bu hadislerin artık bilimsel delilleri mevcuttur. Zaten mucizeler fen olmadıkça kıyamet kopmayacaktır.

Hz. Meryem Hz. İsa’yı hurma ağacının altında, bir eli ile de dalını tutarken dünyaya getirmişti.

Muhiddin İbn Arabi’nin ağaç motifi üzerinden hakikatleri anlattığı bir kitabı vardı. Hz. Mevlana’nın kamıştan meşhur neyi, Yunus Emre’nin soru sorduğu sarı çiçeği…

Aziz Mahmud Hüdâyî’de hocası Üftade hazretlerine boynu bükük, sapı kırılmış, zikirden kesilmiş bir çiçeği sununca Hüdâyî olmuştu.

Bediüzzaman ise hüzünlü bir anında Barla’da ulu çınara sarılıp yanındaki talebelerine ve ahâliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Ve daha niceleri…

Dermanı Kur’an ve sünnetin dışında aradığımız müddetçe kalıcı çözüme kavuşamayacağız. Sünnet olan sade hayatı; minimalist yaşamda, açamadığımız ellerimiz ve yüreklerimizle yapamadığımız duaları; evrene enerji yollama ve olumlamalarla, huşu ile kılamadığımız namazlarımızı; yogalarla telafiye uğraşıp duracağız. Şayet telef olmazsak.

“Bilakis biz hakkı batılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki batıl yok olup gitmiştir.” (Enbiya 18)

Exit mobile version